31 Aralık 2010 Cuma

GÜNEYDOĞUDAN ÖYKÜLER: ÖNCE VATAN


“Burası, birbirlerinin yaşadıklarından habersiz insanların ülkesiydi. Ve yaşananların hepsi gerçekti…”

Hakan Evrensel'in “Güneydoğudan Öyküler” isimli kitabı 2009 yılında sinemada “Nefes: Önce Vatan”, 2010 yılında ise televizyonda Fida Film yapımcılığında “Güneydoğudan Öyküler: Önce Vatan” dizisine kaynaklık etti. Show TV'nin yer verdiği söz konusu dizi ilk bölümünden itibaren ilgi çekmeyi başaramadı, günü ve saati defalarca değiştirildi ve sonunda yayından kaldırıldı. Reyting listelerinde ilk 20'ye girmeyi başaramayan tüm diziler gibi bitmesi Allah’ın emriydi ancak yine de özel konumu nedeniyle yaşatmak için çabalanabilirdi.

Dizinin abartılı, duygu sömürüsü içeren ve hatalarla dolu bir yapısı olsa da başardığı önemli şeyler vardı. Öncelikle yönetmen Onur Tan; bir Türk televizyon dizisini bırakın, herhangi bir Türk yapımı sinema filminde bile görmeye alışık olmadığımız özeni gösterdi Önce Vatan'a. Saniyelik çekimler için saatlerce uğraştıracak hazırlıklar yaptı, kamerasını hep ilginç bir yere koymaya çalıştı. Gerçekçi olsun diye dekora ve çevresel faktörlere maksimum özen gösterdi ekip. Fakat beğenmemeye programlı izleyici astsubayın apoletindeki hataya gülmekle ilgilendi. Tıbbi danışmanlara sahip olsalar da hep hata yaptılar dizide, askerin selamını bile yanlış verdiler bazı yerlerde. Yine de izlemek lazımdı. Hatalar elbet azalarak bitecekti.

Çoğu kişinin diziyi izlememe sebebi orduyu sahte bir romantizmle anlatacağı önyargısıydı. Bazen bu hataya da düşüldü elbet ancak her sahnede, her cümlede alttan alta işleyişteki mantıksızlıklar da aktarıldı, belki de ulusal kanalda ilk kez.

Burun kıvrılan şeylerin müsebbibi olarak sistem parmakla gösterildi cesurca, çarkları döndürmeye çalışan insanların masumiyetinin yanında. Cesaret işiydi doğrusu.

İzlenmeyen her özel televizyon dizisi gibi bitti. Fakat tokat gibi bir final yaptı Onur Tan ve ekibi. İlk bölümde uçakta geçen iki başkarakterin sevimsiz tanışma sahnesini yeniden izlettiler. Ben de dâhil birçok kişinin burun kıvırdığı, soğuk espriler içeren bu zorlama tanışma sahnesini tekrar izlemek önyargılı izleyiciye ders oldu. Sivil hayatında nasıl olursa olsun insanlar, zor şartlar altında, hele ki askeri ortamda bakın nasıl değişir, sever ve sevilirler diyordu bu sahne. “Tanışıklığın sevimsiz, ayrılığın gözyaşı dolu olmasının sebebi budur.”

Sonra geçmişi hatırlatıyor gibisinden, birçok önemli anı yeniden sundular izleyiciye. Ne çok emek harcandığını, ne kadar pahalıya patladığını anımsattılar. Yıllardır listelerin 1 numarası olan dizilerin hangisinde var dedirttiler böyle yönetmenlik. Sadece 11 haftada ne çok yol aldıklarını ispatladılar. Fakat öğrendiklerini uygulayacak, kurdukları temelin üzerinde yükselecek fırsatları olmayacaktı.

Ve bir tokat daha vurdular. Siz tecavüze uğrayan kadınların, sürekli birbirini aldatan eşlerin ya da Türkçeyi biraz bozunca komik olduğunu zanneden yeteneksizlerin dizilerini izlemeye devam edecek olsanız da güneydoğuda öyküler devam edecek dediler. Yeni hemşireler gelecek. Yine birileri canını feda edecek. Siz, onları zerre umursamadan ülkenin ferahını tatmaya devam edebilin diye.

Yazımı, dizinin resmi sitesindeki açıklama ile bitirmek istiyorum:

Her öykünün bir sonu vardı. Bir vedası.
Sıra şimdi “Güneydoğudan Öyküler” ’de.
Aylin Hemşireler, Metin Yüzbaşılar, Asteğmen Oğuzlar, Veli Binbaşılar ve diğerleri…
Son kez ekranlarda…
Ama “gerçekler” orada bir yerlerde, kendi öykülerini yazmaya devam ediyor.
Güneydoğu çoğu için “uzak” bir yer.
Amaç oraları yakın etmekti.
Kimsenin dokunmadığı hayatlara dokunabilmek…
Anlayabilmek…
Anlatabilmekti.
Kim ne kadar anlamak isterse…
Bu öykü burada bitiyor.
Ama onu dinleyenlerin zihinlerinde tekrar tekrar hayat bulacak.

http://guneydogudanoykuler.com/

2010 DİZİ İSTATİSTİKLERİ

2010 Yılında 17 farklı diziden 344 bölüm izledim. Bu, son 5 yılın en düşük rakamı.
İzlediğim diziler: Hung, Glee, The Simpsons, Nip/Tuck, Desperate Housewives, True Blood, Önce Vatan, Lost, Fringe, Dexter, Flashforward, House, Heroes, Star Wars: The Clone Wars, Breaking Bad, The Prisoner ve Grey’s Anatomy.

SİNEMA DÜNYASINDAN EN İYİLER 2010

2010 yılında askerliğim nedeniyle yalnız 83 film izleyebildim. Bu rakam, her yıl izlediğimin yüzde 40’ı. Yine de bu kısıtlı sayıda film arasından en iyilerimi seçmek istedim. Sıralama 2010 yapımı filmler arasında değil, benim 2010 yılında izlediğim filmler arasında yapılmıştır.



EN İYİ FİLM
A Serious Man – Joel-Ethan Coen
Avatar – James Cameron
The Social Network – David Fincher
Inception – Christopher Nolan
Sex And The City 2 – Michael Patrick King



EN İYİ YÖNETMEN
James Cameron – Avatar
David Fincher – The Social Network
Spike Jonze – Where The Wild Things Are
Joel-Ethan Coen – A Serious Man
Christopher Nolan – Inception
Kathryn Bigelow – The Hurt Locker
Pedro Almodovar – Los Abrazos Rotos



EN İYİ SENARYO
The Social Network – Aaron Sorkin
A Serious Man – Joel-Ethan Coen
Inception – Christopher Nolan
Toy Story 3 – Michael Arndt
Los Abrazos Rotos – Pedro Almodovar



EN İYİ ERKEK OYUNCU
Colin Firth – A Single Man
Jesse Eisenberg – The Social Network
Jeremy Renner – The Hurt Locker



EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU
Stanley Tucci – The Lovely Bones



EN İYİ KADIN OYUNCU
Gabourey Sidibe – Precious: Based on the Novel ‘Push’ by Sapphire
Carey Mulligan – An Education



EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU
Mo’Nique - Precious: Based on the Novel ‘Push’ by Sapphire



EN İYİ ANİMASYON
Fantastic Mr.Fox – Wes Anderson
Toy Story 3 – Lee Unkrich

EN İYİ SANAT YÖNETİMİ-SET DEKORASYONU
Avatar – Rick Carter-Robert Stromberg-Kim Sinclair
Inception – Luke Freeborn-Brad Ricker-Dean Wolcott-Larry Dias-Douglas A.Mowat

EN İYİ GÖRÜNTÜ YÖNETİMİ
Avatar – Mauro Flore
Alice In Wonderland – Dariusz Wolski
Harry Potter and the Deathly Hallows – Eduardo Serra

EN İYİ KOSTÜM TASARIMI
Bright Star – Janet Patterson



EN İYİ BELGESEL
The Cove - Louie Psihoyos



EN İYİ KURGU
The Social Network – Kirk Baxter- Angus Wall
Inception – Lee Smith
Avatar – Stephen Rivkin-John Refoua-James Cameron



EN İYİ KISA ANİMASYON
Logorama – Nicolas Schmerkin

EN İYİ SES KURGUSU
The Hurt Locker – Paul N.J. Ottosson

EN İYİ GÖRSEL EFEKT
Avatar
Inception



EN İYİ TÜRK FİLMİ
Vavien – Yağmur-Durul Taylan



EN İYİ TÜRK YÖNETMEN
Ümit Ünal – Gölgesizler

30 Aralık 2010 Perşembe

BORNOVA BORNOVA (2009) by İNAN TEMELKURAN ***


Ne günlere kaldık. Sırf meramını anlatmayı becerebildiği için bir filmi baş tacı edebiliyoruz. Hak ediyor da aslında, bu ortamda.

Türk sinemasının 2009-2010 dönemine damgasını vuran üretme hastalığının sonucunda ortaya çıkan kalitesiz işlerin arasından sırf anlatmak istediklerini eline yüzüne bulaştırmadı diye beğenilen ikinci İnan Temelkuran uzun metrajı Bornova Bornova’nın kazandığı başarı yönetmenini bile şaşırtmıştı.

Karşımızda Türk sinemasında görmeye alışık olmadığımız kadar iyi diyaloglarla örülü vasat bir senaryo var. Solculuk meselesini perde arkasında tutup İzmir’in delikanlılık mevzularına dalan, mahalle ağabeylerinden ve kaybetmeye yaşayan insan hikâyelerinden kotarılan film; günlük yaşama tanık olan sallantılı kamerası ve filtreleriyle öne çıkıyor.

İzmir’in Bornova ilçesinde bir iki köşe başı, bir de apartman önünde sohbet eden toplasan üç-beş insana dakikalarca kulak misafiri eden basit yapısına rağmen bir öykü anlatmayı beceren filmin tek sinemasal başarısı geriye dönüşlere tattırdığı ufak numara. Bunun dışında film eleştirmenlerce pek de hoş karşılanmayan türden, geveze bir yapım. Meramını görsel olarak değil, tamamen diyaloglar üzerinden aktarıyor. Bornova Bornova’nın sesini kıstığınız anda elinizde bir hiç kalıyor. Yine de film kendini aklıyor çünkü bu gevezelik o kadar gerçek ve anlatılan öyküye iyi hizmet ediyor ki, kimsenin itiraz edemeyeceği türden.

29 Aralık 2010 Çarşamba

A SINGLE MAN (2009) by TOM FORD ***-



Gucci’yi Gucci yapan büyük modacı Tom Ford’un yazar ve yönetmen olarak ilk sinema denemesi Tek Başına Bir Adam; beklendiği üzere bir eşcinsel filmi. Beklenmedik olansa, pek de yüksek sanatsal çizgide ilerlemeyen bu alt tür içerisinde üst düzey olması.

Christopher Isherwood’un romanını David Scearce ile birlikte uyarlayan Tom Ford, öngörülemeyen bir başarıya imza atıp 2009 yılında adından çokça söz ettirdi. Colin Firth’ü üzerine yapışan İngiliz asilzade rollerinden kurtarıp ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu hatırlatan film, Julianne Moore’a kısa ama akılda kalıcı bir yan rol de bahşediyor.



Baştan sona Ford’un modacı yanını yansıtan; güzel evler, şık kıyafet ve aksesuarlarla bezeli yapım tasarımı, birinci sınıf görüntü yönetimi ile tamamlanıp A Single Man’in dönem filmi de olmanın altından başarıyla kalkmasını sağlıyor.

On altı yıllık sevgilisini bir trafik kazasında kaybeden orta yaşlı bir profesörün intihar etmeye karar verdikten sonra yaşadığı son günü anlatan senaryo, daha önce hem heteroseksüel hem de homoseksüel sinemacılar tarafından defalarca işlenmiş bu temayı özgün kalarak aktarıyor. Başkarakterinin her benzer filmde her benzer karakterin başına gelenleri yaşamasına rağmen farklı tepkiler vermesi sayesinde bunu başaran öykü, finalini de beklenen sonun beklenmedik geliş şekliyle unutulmaz kılıyor.



İçki dükkânının önünde, Julianne Moore’un evinde halının üzerinde ve Colin Firth’ün yatağında yakalanan kimi çerçeveler, sinema tarihinin unutulmazları arasına girmeyi başaracak güzellikte. Tom Ford’un yaratıcı gücü, sinema dünyasına çok özel bir film kazandırmış.

26 Aralık 2010 Pazar

BİTER


Geride bırakılan yerlerin ardından duyduğum bu büyük özlem niye. Ben nasıl ölüp de hepten gideceğim.

Belki hafızama güvenemediğimden. Belki bu insan bolluğunda emek verdiklerimi geride bırakmak istemememden.

Bütün ilk, orta ve lise eğitimini aynı şehirden almış; durduğu yerde durmaya alıştırılmış bir küçük şehir insanı olarak gözüm hep büyük yerlerdeydi. Her fırsatta gider o büyük şehirlere, oralıların bile yaşamadıklarını yaşardım. Çevremde yurtdışına çıkan ilk bendim. Tek başına istediği yere seyahat eden de.

Üniversite okumak için Adana’ya yerleştim. Kişisel gelişimim için çok önemli bir adımdı. Kahramanmaraş’la alakası yoktu. Başımda ebeveyn yoktu. Her şeyi kendim yapmayı öğrendim. Başa çıkmayı, sahip olmayı. Bırakırken pek üzüldüm. Şuradan şurası da olsa oradaki evimi kapatmak beni etkilemişti. Yıllar sonra, şimdilerde Adana’da yaşama şansım doğdu. Hiç düşünmeden reddettim. Ne işim var benim Adana’da, oradan alacağımı aldım ben diye düşündüm. Gitsem, Adana orada. Sevdiğim, bildiğim Adana. Bekliyor aslında.

Ardından ilk işyerim olarak Kolukısa geldi. 506 gün kaldığım Kolukısa’ya resmen âşık oldum. Yeryüzünde cenneti bulduğumu iddia ettim. Askerlik nedeniyle ayrıldım. Şimdi dönmem mümkün değil. Dönmekten de korkuyorum zaten. Ya eskisi kadar sevmezsem diye. Ve ilerlemem gerektiği gibi bir inanca sahibim. Bir kasabada ölemeyecek kadar özelim ya hani. Yükselmem lazım. Yüklenmem lazım. 1 Şubata kadar yeni bir şehir bulamazsam kendime, Kolukısa’ya 35 kilometre ötede berbat bir ilçeye taşınmak zorunda kalacağım işim dolayısıyla. Cehennemden cennete bir izleme penceresi açılsa, yananlara bu kadar işkence edilebilir. Orada durup, cennetimden uzakta yaşamak zorunda kalacağım. Çünkü Kolukısa orada. Bekliyor aslında.

Ve Bolu. Askerlik. Bittiği için kahrolduğum, aynen Kolukısa gibi hayatım boyunca dönme şansım olmayan bir başka dönem kapandı yaşamımda. Üstelik bu kez, kaba bir hesapla altı ay sonra gitsem kimseyi tanımayacağım bir yer orası. Yaklaşık altı ay sonra sevdiğim, bildiğim kimse kalmayacak Bolu’da. Büyük bir sevinçle bırakıp gidecekler üstelik 2.Komando Tugayı’nı. Çok kahrını çekiyorlar sonuçta. Şimdi telefonlar yağıyor. “Özledik, özledim, sizsiz tadı yok, sensiz çekilmiyor, ne zaman döneceksiniz, Seko, abi, kanka, komutanım bir emriniz var mı” sesleri geliyor. Şimdi gitsem, şimdilik Bolu orada. Bekliyor aslında. Ama bitecek, ben yokken.

Lise bitmiş gibi hissediyorum. Adana ve Kolukısa. Hep aynı hikâye. En sevdiğim cümle yine geçerli.

Everything. Everyone. Everywhere. Ends.

Her şey. Herkes. Her yer. Biter.


Resim: Ozan Soybakış

BAKİR e-TÜRKİYE



Türkiye’de hangi bekâr erkeğe sorsanız düzenli bir seks hayatından bahsediyor. Hangi bekâr kıza sorsanız da bakire olduğunu ima ediyor. Peki, bu bekâr erkekler kiminle seks yapıyor?

Yirmi yaşında bekâr bir erkek altı ya da sekiz farklı kızla birlikte olduğunu anlatıyor. Hadi bunun yarısını abartıyor diyelim yine de elimizde üç dört farklı hikâye kalıyor. Elbette Türkiye bir Avrupa ya da Amerika değil. Cinsel devrimini henüz gerçekleştirmemiş (görünen) bir ülke. O halde elimizde iki seçenek kalıyor. Ya erkekler yalan söylüyor ya da kızlar bakire numarası yapmayı her zamankinden daha iyi beceriyor.

Mesela yirmi yaşındaki bir asker arkadaşım İstanbul’da çalıştığı işyerinin yanındaki dükkânda çalışan kendi yaşlarındaki kızın iki-üç günde bir patronlar gittikten sonra kendisini ziyaret ettiğini anlatmıştı. Bir diğer asker ise Bolu gibi 140000 nüfuslu küçük bir şehirde iki haftada bir yarım gün çarşıya çıktıklarında mutlaka birini bulduklarını, üstelik üç arkadaş çıktılarsa üçünün de ayrı ayrı kızlar bulabildiklerini ve o gün yetişmezse bir sonraki çarşı izinlerinde mutlaka birlikte olduklarını anlatmıştı. Başka bir şehirde yaşadığı ve askerliği bittiği anda geriye dönmeyeceği aşikâr, işsiz güçsüz bakımsız ve “çok güzelsin” demesinin tek sebebi hormonları olan, yedirip içiremeyen, sürekli arayamayacak olan, tek amacı akşam 17.00’de birliğine teslim olmadan önce biraz kadın tenine dokunmak olan paçoz askerlere “evet” diyen kızların sayısı o kadar fazla ki. Bir de daha mantıklı adaylara evet diyenlerin sayısını düşünün. Şimdi bu sayıyı ülkemizdeki evli olmayan reşit toplam hanım sayısından çıkarın. Şimdi elinizde tuttuğunuz birkaç bakireye iyi bakın, her an soyları tükenebilir.

Bu yazdıklarımdan bekârete saygı duyan biri olduğum anlaşılmasın. Benim zerre umurumda değil. Ancak bakire diye ağaca çıkan, bunu namus meselesi haline getiren, helal süt emenlerin içinde tutması gerektiğine inanan Türk erkeklerinin kafalarına soru işareti koymak istiyorum. Sizin gördüklerinizi, arkadaşlarınızın anlattıklarını, geçen zamanı bir hesaplayın ve filmlerde gördüğümüz gibi hayatlarımız olmaya başladığını kabullenin.

Gerek dini inançları, gerek çocuksu ruh halleri nedeniyle cinsel yaşam için evlenmeyi bekleyen erkeklerimizin ve kızlarımızın da olduğunu inkâr etmiyorum. Yirmi bir yaşına gelip hala “ağzı pis olmuyor mu, nasıl öpüyorsun” diyen ya da penis dediğin anda masayı terk eden kızların ve erkeklerin ülkesi hala burası. Ancak internet bu kadar yayılmış, cinsel içeriğe ve eşe ulaşmak birkaç dakikalık işler olmuşken; Türkiye bekâretini internet sayesinde kaybededururken biraz daha gerçekçi olalım.

Mahrem sırlarımızı ve anlarımızı en yakın arkadaşlarımızın yargılayıcı bakışlarına maruz kalmamak adına hep yabancılarla paylaştığımızı itiraf edelim.

25 Aralık 2010 Cumartesi

KISA KISA

Glee 2-16(38) 13 yaşındakiler için Nip/Tuck'a hazırlık dersi gibi. Bunu da karakterlerin yaşı göz önüne alındığında Ryan Murphy'den başkası yapamazdı zaten!
-----
İ.Tatlıses olayıyla ilgili Hıncal'dan bir "su testisi" yazısı daha bekliyoruz. 14.03.2011 11.03
Mehmet Bastık bunu beğendi.
-----
Kayahan'ın 365 Gün'ü, dinledikçe kötüleşen şarkılardan. Resmen harakiri yapmış adam. 11.03.2011 04.46
Mustafa Özmen ve Cihan Demirhan bunu beğendi.
-----
artık tweetlerimi okumak için twitter hesabınız olmasına gerek yok. son 3 tweet her daim blog ana sayfasında. 09.11.2011 19.02
Recep İsmail Akın bunu beğendi.
-----
FD dinlememi durduramıyorum. İşte yine hayatım o dönemlerden birine girdi. 09.03.2011 11.26
Soyşan Büyükçıkrıkcı ve Cihan Demirhan bunu beğendi.
-----
teknop.com hesabımı işe yaramadığı için iptal ettim. 05.03.2011 09.52
-----
National Geographic'e göre dünyanın en ortalama insanı sağ elini daha çok kullanıyor, yılda 18 bin TL'den az kazanıyor, cep telefonu var, banka hesabı yok, erkek ve 28 yaşında. "Ben farklıyım" diyenlere duyurulur. 04.03.2011 21.54
Nurullah Doster: sağ elimi kullanıyorum ama bi parmağım eksik ,allaha şükür yılda 18 binden epiyi fazla kazanıyorum ,evet benimde cebim var , türkiyede banka hesabı olmayan evsiz bile yok , erkek ve 31 yaşındayım. farklımıyım ? hiç zannetmiyorum.
Ismail Korkmaz: nuro bende öyleyim ama kendimi 18 gibi hissediyorum
-----
Çakma Beypazarı kuruları: "Cihan" ve "Avcı". 04.03.2011 19.29
-----
Maraş'ta yapabileceğiniz en lüks aktiviteyi buldum, saçınızı kestirmek! Ankara Gordion Toni&Guy'da 30, Maraş iş merkezlerinde 15 TL. 04.03.2011 19.17
-----
Hıncal'ın en sevdiği sinema yazarı Ömür Gedik imiş. Ne olacaktı. 04.03.2011 07.03
-----
Evernote adlı uygulama çok iyi. 02.03.2011 15.42
-----
Bugün Şırnak yollarına düşen tüm askerlerimize kolaylıklar diliyorum. Adem Demir Murat Kayaarslan Omer Üskül ve niceleri.. 02.03.2011 13.20
-----
sosyal medyadan daha fazla faydalanabilmek adına twitter hesabım yeni bir döneme girdi. @flashland olarak ekleyebilirsiniz. 02.03.2011 13.08
-----
Yabancı dilde en iyi film: IN A BETTER WORLD. Hayır, bizim gönderdiğimiz New York'ta Beş Minare değil.
En iyi kısa belgesel: Strangers No More - Karen Goodman, Kirk Simon. İz TV için değil HBO için belgesel çekmek..
En iyi kısa film ödülünü alan Luke Matheny Boğaziçi mezunu mu?
Oscar alan herkesin karısı-kocası-sevgilisi var.
Yaşadığım en eğlenceli ve interaktif Oscar gecesiydi. Ayrıca blogum kendi rekorunu kırdı.
Sadece The King's Speech yazımı bir gecede 131 kişi görüntülemiş.
28.02.2011 04.28-05.16
-----
Oscar töreni mi izliyoruz Vodafone reklamı mı! 28.02.2011 04.09
-----
7 Şubattan beri günlüğüme tarihleri Ocak diye kaydettiğimi fark ettim bugün. Anlamı olmalı. 21.02.2011 11.34
-----
20 günlük askerlik sonrası sürecin ardından yarın yeni işime başlıyorum. 20.02.2011 12.07

Soyşan Büyükçıkrıkcı, Saban İsmail Gundes bunu beğendi.
Mevlüt Yurtcu: hayırlı uğurlu olsun komutanım
Mustafa Özmen: Komutanım hayırlı , uğurlu olsun.Başarılarınızın devamını diler , hayatınızda mutlu olmanızı temenni ederim . k.i.b
Caner Emiral: hayırlı olsun komutanım...
Recep İsmail Akın: hayde hayırlı ola watana millete maraş :)))
Ozlem Ince: tebrik ederim sonunda olmus hersey iyi olur inşallah
Hatice Tolu: hayırlı olsun:)
Ali Çınar: hayırlı olsun :) abi
Mahmut Çağer: hayırlısı olsun.. hoca...
-----
Funda Arar çok iyi bir yorumcu. Yeni albümünün kayıt kalitesi üst düzey. Ancak kocasının yazdığı şarkıları söylemek yerine "iyi" şarkıların peşine düşmeli. 20.02.2011 23.16
-----
Limango, Markafoni, Trendyol üyeliklerimi işe yaramadıkları için kapattım. 18.02.2011 11.24
-----
Biri Glee'ye konu versin. 18.02.2011 00.47
-----
Tam 1 saat boyunca Twitter'dan edepli gönderi ayıklamak için uğraştım. Orada kaybolup giden şeyleri "Komutanım Görüşünüz (eksi 18 tweetler)" adı altında bloga koyacaktım ama hiç in public-safe tweet bulamadım! 17.02.2011 20.50
-----
Star Wars: The Clone Wars 3-14 3-15 ve 3-16 muhteşem. Neredeyse filmler kadar heyecanlı. 14.02.2011
-----
Funda Arar'ın yeni şarkısı "Piyango-Pou Gyrnas" Rakkas olmak isteyen ancak Arar'ın soğuk dehlizlerinde üşümüş ruhsuz bir çaba. 12.02.2011
-----
Uğur Vardan çok sıkıcı.
-----
61 yaşındaki Kayahan'ın yeni şarkısında ısrarla "yapabilirim, yapabilirim, senin için ölebilirim" ve "düşebilirim, düşebilirim, hapislere düşebilirim" diye bağırmasına ne denir? O yaştan sonra zaten her an ölebilirsin. Sevgiliye büyük bir vaad yok bence ortada. 12.02.2011 11.57
-----
40" 720p Glee+Starbucks Guatemala+Çikolatalı muffin+Evde yalnız 2 saat=Son 1 haftanın tek güzel zamanı. 11.02.2011
-----
Vodafone benim için bitmiştir. Marka değeri sıfır. Önünden geçmem. 09.02.2011
-----
Migros, Askeri Gazino Aile Kantini ile mi yarışıyor? Yoksa kampanya düzenleyenlerin kafaları mı güzel? 156TL'lik alışveriş yaptım. Money Visa kullandım diye 71TL ödedim. 07.02.2011
-----
Kahramanmaraş'ta iki tane çağdaş mekan var. Biri NFK salonu, diğeri Migros. 07.02.2011
-----
3 haftada 2875 km gezdim. Döndüğüme sevinmedim. 07.02.2011
-----
14 ay sonra 3G'den kurtuldum. Her ay maaşımın dörtte birini veriyordum. Evde sınırsız wi-fi ADSL keyfi süper. 07.02.2011
-----
Evinize, bütün omuz destekli askılarınızı atıp tek tip olsun diye pazardan ucuz tel askı alma kafasında birini sokmayın. Ya da yanına gitmeyin. 05.02.2011 09.56
-----
Kazık çakmaya geldim. @Kahramanmaraş 05.02.2011 09.54
-----
Adana insanın özgüvenini yerle bir eder. 04.02.2011 16.05
-----
Bugün istifa etmeyi öğrendim. İhtiyacı olan bana gelsin. 02.02.2011 12.31
-----
Şu saniye itibariyle sonsuza dek sivilim. :( 31.01.2011 18.11
Faraç Göksu: gözünüz aydin komutanim
Mevlüt Yurtcu: komutanım boludan ayrıldınız mı??
Düzgün Sevgili: bu kötü birşey mi serkan? :)
Serkan Çellik: Teşekkür ederim Faraç. Ayrıldım Mevlüt. Evet, çok kötü birsey Düzgün.
Mevlüt Yurtcu: Sizin icin hayirlisi olur ınş komutanım
Serkan Çellik: İnşallah Mevlüt. Çok üzücü oldu ayrılmak.
Mevlüt Yurtcu: gönüller bir olsun komutanım
Recep İsmail Akın: hayırlı ola koçum darısı başımıza :))
-----
"Ölmüyorum" dedim. Sadece yer değiştiriyorum. 29.01.2011 23.26
-----
Askeriyedeki son akşam yemeğimi yedim. "Komutanım afiyet olsun" , "Komutanım ekmek almamışsınız, getireyim mi" , "Komutanım su getirdim" , "Komutanım tatlıyı yeni yaptım, ikram edebilir miyim" , "Komutanım bunu mutfak ekibi gönderdi" , "Komutanım gazete okur musunuz" , "Komutanım bir emriniz var mı" , "Komutanım sizin için ne yapabilirim" diye gelip gidenden yiyemedim tabi. Özleyeceğim. 29.01.2011 19.24
-----
Muhteşem bir final yapıyorum. 28.01.2011
-----
28.01.2011 saat 16.30 son askeri muayenemi yaptım. Rıdvan Altun'un terhis muayenesi. Bir devir de böyle kapandı.
Barış Levent: Hoşgeldin sivil hayat..:)
-----
Yarın 2.Komando Tugayı / Bolu'da olacağım ve bunun için o kadar o kadar o kadar mutluyum ki !!! Sevdiğim her şeyden uzakta yaşamak zorunda olmaktan bıktım. 20 OCAK 2011
-----
Bugün 35 telefon görüşmesi yapmışım ve tatildeyim güya. 11 OCAK 2011
-----
Üniversite diplomamı elime aldığım gün. 11 OCAK 2011
"Kültigin Kağan Akbulut sanırım ileride hayatını anlatan bi film yapılacağını düşünüyosun. o nedenle her şeyi not ediyosun"
"Serkan Çellik Atilla Dorsay'ın yaşına geldiğimizde sen dağınık ve oryantasyon sorunu yaşayan bir ihtiyar olacaksın, bense herşeyi tarihiyle hatırlayan ve kayıtlara bakıp kesin deliller sunabilen, deneyimlerinden ölene dek faydalanmayı başararak hiçbir anı boşa harcamamış bir ihtiyar."
-----
Spor salonundaki herkes anatomi profesörü. "vaay trapezlere bak helal" ya da "deltoidim iyi de lateraller kötü" gibi cümleler günlük hayatın vazgeçilmezi olmuş. Askeriyedeki salonu özledim.
-----
Aldığım bütün Beypazarı kurusunu bitirdim. Ben ne yapacagım şimdi kurusuz.
-----
2005 yılında yaptığım çok önemli bir telefon görüşmesini kameraya almışım. Şimdi onu izliyorum. Muhteşem!
-----
Son 6 yıldır ev sinemasında 4.5 verdiğim tek film: Enter The Void
-----
tumblr hesabımı hiçbir işe yaramadığı için kapattım.
-----
Türk sineması eleştirisi neden içerik eleştirisine dönüştü?
-----
Sıla ve Cece "Bekle" yi söylüyorlar. Ben ne düşünüyorum? Tugayda spor yaparken bu şarkıyı dinlediğimi. Ve hüzün.
-----
Everything. Everywhere. Everyone. Ends.
Her şey. Her yer. Herkes. Biter.
Askerlik. Bolu. Aşklar. Biter.
2008. 2009. 2010. Biter.
-----
Ev telefonu her çalısında "Tbp.Tğm.Serkan" diye açacak oluyorum, son anda durmayı başarıyorum. 219 gün, günde 25-30 kez telefonu böyle açınca kalıntı yaptı.
-----
Hamit Çimen'in çay getirmesini ve benim ona bok gibi olmuş dememi özledim.
-----
Sinema dergisi yazarlarının son 15 yılı değerlendirdikleri makalelerin ilk 7'sini okudum. Hiçbiri ufuk açıcı değil. Umarım kalan 15 tanesi daha iyidir.
-----
Tunca Arslan'ın Çin sineması üzerine yazdığı makale standart izleyici-okuyucu için yeni.
-----
Ankara'da iş bulup, 1+1 ev alıp içini de IKEA'dan döşersem mutlu olacağım, söz. Ama nasıl olacak bilmiyorum. Bir ilaç firmasının acilen beni görüşmeye çağırması lazım.
-----
Dexter 5.sezona başladım. Sanırım dijital kamera ile çekilmiş. Yakışmamış.
-----
Bozuk plak gibi tekrar ettiğimin farkındayım ama içim şişti, askeriyeyi özledim.
-----
Bankaların girişinde bekleyip numara almak isteyen herkesi zekasız kabul eden güvenlik görevlilerini sevmiyorum.
-----
Bana "çikolata ısırılmaz" diyen tatlı kişi. Şu an çooook uzaklardasın ve ben seni ısırmak istiyorum.
-----
Sinema dergisi okurları son 15 yılın en iyi 100 filmini seçmiş. İzlemedigim 2 tane var. The Notebook ve American History X.
-----
Bolçi yiyorum. Askerin yapmadığı kahvemi içiyorum. Önce Vatan'ı izliyorum. Gözlerim sürekli doluyor. Askerliği özlüyorum.
-----
Eski DVD'lerimi HDD'ye aktarmaya çalışıyorum. Türk malı DMS sorunsuz, bütün Phillips'ler arızalı.
-----
Kahramanmaraş Finansbank'ta kredi kartı başvurusu sırasında yedi sülalemin özel bilgilerini yazdırırken başımızda güya sıra bekleyen malları uyardım ama iki adım öteye gitmediler. Kucak kucağa başvurduk.
-----
Maraş görmeyeli yine değişmiş. 20 yıllık Butik Enes'in adı N'S Enes olmuş.
-----
Sinemada 13 yılda izlediğim 600 filmin 120'sinde yani her 5 filmden birinde yanımda Özgür Kazanıcı'nın olmasına ne demeli?
-----
Mersin çok çirkin bir şehir.
-----
Ablamın 3.çocuğunu 7 aylıkken ilk kez gördüm. Açıkcası beğenmedim.
-----
Bolu'da 219 gün geçirdim.
-----
Askeri vedalaşmalar başladı. Pek de sevmediğim iki kişiyle vedalaştım önce. Hönkürerek ağlayacaktım neredeyse!
-----
Askere gelme sebebimi askerliğimin 315. gününde gerçekleştirdim.
-----
Askerlerin fotoğraflarına bakıyorum da. Hepsinin sivil saçları ve amele t-shirtleri aynı. Bir pozlar, havalar. Bir de buradaki hallerine bakıyorum. İnsan ne şekillere girebiliyor yarabbim! En garibi de hepsi, askeri fotoğraflarında çok mutlu görünüyorlar. Fotoğraf denen şey ne kadar yalancı.
-----
Bursa’da üretilen Renault Fluence Z.E’nin Fransa satış fiyatı 42 bin, Türkiye satış fiyatı 89 bin TL. Bursa hangi ülkede?

20 Aralık 2010 Pazartesi

HARRY POTTER AND THE DEATHLY HALLOWS: PART 1 THE IMAX EXPERIENCE (2010) by DAVID YATES **



Harry Potter kitaplarının sonuncusundan uyarlanıp ikiye bölünerek gösterime sokulan ilk filmin yönetmeni; serinin beşinci ve altıncı parçaları olan Harry Potter and the Order of the Phoenix(2007) ve Harry Potter and the Half-Blood Prince(2009)’i yöneten kişi. Bu bilgi, filme temkinli yaklaşmak için yeterli.

Ne yazık ki Harry Potter filmleri milyar dolarlık kocaman bir şakaya dönüşmüş durumda. İlk filmden ve ilk kitaptan başlayarak size bütün Harry Potter evrenini sayfalarca anlatabilirim burada. Ancak gelinen içler acısı durum benim bu filmin eleştirisini yapmamı engelliyor. Şu an tek yapmak istediğim yakınmak.



Imax Deneyimi olsun, belki daha etkileyici olur diye gittiğim salonda filmi muhtemelen olabilecek en büyük ve berrak şekilde izledim. Ara verilmeden gösterildiği için ne dikkat dağıtıcı çocuklar vardı etrafta ne de laf olsun diye gelenler. Gayet kaliteli bir kitle ile izlediğim film bittiği anda yan tarafımda oturan çiftin kadın tarafı erkeğe şunu dedi: Hiçbir şey olmadı!

Harry Potter dünyasında son üç filmdir hiçbir şey olmuyor. Muhtemelen dünyanın en sıkıcı adamı olan David Yates filmleri yönettiği için bu böyle. Adamı hayal ettiğimde o kadar sıkıcı olmalı ki diyorum, yazılmış en heyecanlı hikâyelerden birini esneyerek izliyoruz. Bütün yıl beklediğimiz yeni Potter filminde gözlerimizi dinlendirmekte sakınca görmüyoruz sayesinde.



Voldemort’un aktif bir oyuncuya dönüştüğü heyecan ve hüzün dolu bu dur durak bilmez macerayı oradan oraya gidip çadır kuran üç ergenin sohbet akşamları filmine dönüştüren David Yates’e benim filmden çıkınca söylediğim ilk şey “Allah belanı versin” oldu. Benim gibi yıllarını sinemaya ve eleştirisine adamış birinin bir filmle ilgili söyleme ihtimali olan son cümle gibi durmuyor mu? İyi deriz, kötü deriz, belki aşağılarız ama yönetmene bela okumak? İşte Harry Potter ve Ölüm Yadigârları: Bölüm I bu kadar kötü.

17.12.2010 VEDA BUSESİ


219 gün kaldığım Bolu 2.Komando Tugayı’ndan ayrılırken düzenlediğim ve bir-iki saat sürer diye düşündüğüm ancak konukları zorla göndermek zorunda kaldığım veda geceme gelen bütün asker arkadaşlarıma, fahri devrelerime teşekkür ediyorum.

Daha çok isim uğradı ancak bunlar gecenin yıldızları!

Abdullah Uğureli-Adana
Adem Demir-Ordu
Ali Çınar
Baki Gedik
Caner Emiral-Adana
Emre Ünal-Amasya
Fikret Bulan-Adana
İlyas Peköz-Kırşehir
Mevlüt Yurtçu-Afyon
Murat Tekin-Kayseri
Murat Kayaarslan-Yozgat
İkmal Onbaşı Mustafa Özmen-Nevşehir :)
Orhan Aktı-Kırşehir
Ramazan Işık-Sivas
Rıdvan
Uğur Güngör-Kırıkkale
Uğur Şahin-Samsun
Zübeyir Aktaş-Mersin

13 Aralık 2010 Pazartesi

TOLGA ŞUBATLIOĞLU

Yaptığım araştırmalara göre 20 yaşındakiler Tom ve Jerry'i sadece görmüş, Pokemon'u izlemiş ve Tom-Jerry arasındaki olayın ana fikrini Tom'un aç olması sanıyorlar. Sanırım sorunun kaynağına iniyorum!

11 Aralık 2010 Cumartesi

UMUTLANDIRAN FİLMLER

Gaspar Noe-Enter The Void
Woody Allen-You Will Meet A Tall Dark Stranger
Danny Boyle-127 Hours
Casey Affleck-I'm Still Here
Doug Liman-Fair Game
Paul Haggis-The Next Three Days
Darren Aronofsky-Black Swan
Edward Zwick-Love and Other Drugs
Bored of multitasking.

ÖFKE

Öfke kontrolüm bozuldu. Baktım, garantisi de bitmiş.

KAFA

Eskiden kafa güzel olunca en sevdiğimiz kişiye mesaj atardık. Şimdi buraya yazıyoruz. "en sevdiğimiz kimse" kalmadığından değildir inşallah.

Esma Erdi
Merve Yapar Keçebaş
Ahmet Veysi Coşkun
Ali Çınar
Ezgi Ozerdem

bunu beğendi.

İÇİMİ GÖR

İçimi gör
Altına bak
Soruyu sor
Umudu kestirme senden

Yaşananlar hiç de kolay değildi sana gelene kadar
Yaşayanlar hiç de mutlu olmadı benimle bugüne kadar
Umudum var
Seninle olduğum zamanlarda
Ölümü sor
İnanmam o vakitlerde
Hakkımı ver
Bekledim ömrüm boyunca

Ah bu sır benden bile gizli
Ah bu sır senden bile ürker
Ah bu sır benden bile haksız

3 Aralık 2010 Cuma

AV MEVSİMİ (2010) by YAVUZ TURGUL ***



Gönül Yarası(2005) filminden iki yıl sonra Ömer Vargı’nın ellerine teslim ettiği Kabadayı(2007) senaryosu ile bekleyişimizi uzatan Türk sinemasının en usta yönetmenlerinden Yavuz Turgul’un yeni filmi Av Mevsimi; Türk polisiyesi nasıl olur sorusunu cevaplamaya çalışıyor.

Kısa süre önce sinemalarda dönmeye başlayan müzik ve görüntü yönetimi mucizesi heyecan verici teaserı ile merak uyandıran Av Mevsimi; söz konusu sahne ile açılış yaparken yine beklentiyi yükseltiyor. Tekinsizce ormanda gezinen kameranın ulaştığı kesik el; bizi cinayet masasının “Avcı” lakaplı eski kurt polisi Ferman (Şener Şen), oğlu gibi sevdiği sadık yardımcısı “Deli” İdris (Cem Yılmaz) ve kadro boşluğu nedeniyle yanlarına almak zorunda kaldıkları tez öğrencisi Hasan (Okan Yalabık) ile tanıştırıyor. Rakı sofrasında çenelerin açıldığını iyi bilen senarist Turgul, her daim başarılı olduğu matematik senaryolarına yeni bir denklem ekliyor. Son ana dek öğrenmemize lüzum görülmeyen bir hastalıktan mustarip eşiyle yalnız yaşayan çocuksuz aile reisi-hislerine güvenilir ekip amiri Ferman’ı, Laz kültürünün büyük bir temsilcisi ve babası gibi gördüğü Ferman uğruna her şeyi yapabilecek ancak öfke kontrolü bozuk olduğundan deli diye yaftalanmış İdris’i ve kesik ele değdikten sonra elinde kalan kokuyla kafayı bozmuş, iyi aile çocuğu çömez Hasan’ı işte bu rakı sofrasında hızlıca tanıyoruz.



Üçlünün, “Avcı” tavsiyesiyle ağır ağır araştırmaya başladıkları cinayet bizi bildik mekânlara götürüyor. Ölen kızın sevdiği bağımlı adam elbette ilk kuşkulu ve onu bulma çabası filmin yegâne hareketli anına ev sahipliği yapıyor. Soruşturma sırasında girdikleri evle ilgili gösterdiği ilk ayrıntı Lady Gaga posteri olan Yavuz Turgul, tek sahneyle de olsa eşcinsellere selam çakıyor.

Araştırma bir yandan sakince sürerken, Türk polisi gibi konuşan kahramanlarımızın ana hikâyeyle hiçbir bağlantısı olmayan hayatlarını izlemeye devam ediyoruz. Teşkilattan emekli olan birine yapılan veda gecesi, uzaktan izlenen eski eşin yanına yaklaşan adamın dövülmesi, normal bir hayata özenen yeni polisin iki dünya arasında kalışı gibi iyi yazılmış ayrıntılar karakterleri daha çok sevmemizi ve önemsememizi sağlasa da; bir polisiyenin olmazsa olmazı gizem bu filmde kendine yer bulamıyor.

Ecnebi örneklerinde sıkça rastladığımız aksiyon, gerilim ve akıl oyunları bilinçli ya da değil, dışarıda tutulurken; o filmlerin ıskaladıkları için topa tutuldukları karakter derinleştirme durumu Av Mevsimi’nin üzerindeki ölü toprağı oluyor.



Senaryo yazmayı düşünenlerin öğrendikleri ilk derslerden biri olan “karakteri yarat, sonra nereye gittiğini izle” taktiğinin en güzel örneklerinden biri Cem Yılmaz için yazılmış İdris karakteri. Tam bir Karadeniz erkeği. Ailesi, yaşantısı, öfkesi ve duruşuyla, arada kaçırdığı Lazca sözcüklerle Yavuz Turgul son yıllarda sadece komedi malzemesi olarak kullanılan Lazları çok doğru değerlendiriyor. Fetiş oyuncusu Şener Şen üzerine kurduğu filmlerin aksine başlayan ve biten bir öyküsü olan, en sağlam yazılmış kişiliği bu kez Cem Yılmaz’a giydiriyor. Peki, ünlü komedyen bu yükün altından kalkabiliyor mu? Film arasında gösterilen telefon şirketi reklamında canlandırmaya çalıştığı birden fazla karaktere bakmak bu sorunun cevabını bize vermesi açısından önemli. Cem Yılmaz her yerde görünüyor. Canlandıracağı karakter üzerinde pek fazla düşünmüyor. Mimiklerine güveniyor ancak sınırlı yüz ifadesi nedeniyle birkaç dakika içinde tekrara yeniliyor. Haşin polisi oynamaya çalıştığı için sert bakıyor başlarda, evet, ama ilk konuştuğu anda sesi stand-up gösterilerini hatırlatıyor. Gülmesi gereken ilk sahnede, sahnedeki gülüşü gibi, kendisi gibi gülüyor.

Yurt dışındaki örneklerden de gördüğümüz üzere her büyük komedyen oyunculuğunu ispat amacıyla ciddi bir rol bekler. Cem Yılmaz ona bahşedilen bu fırsatın altından kalkamıyor.

Yıllar önce Gönül Yarası’nın bir köy okulu sınıfında Şener Şen’in ayaklarını takip eden açılışı; ustanın sesinin ardından yüzünün gelişiyle bu büyük aktörün yeni filmini izlemek üzere olduğumuzu müjdeliyor, heyecan yaratıyordu. Av Mevsimi de benzer şekilde Şener Şen’in bir sınıfa, bu kez polis adaylarına anlattığı dersle başlıyor. Fakat karizması, ona verilen ışık ve ihtimam önceki örneğin oldukça altında kalıyor. Zaten bütün film Şen’in ortalıkta sakince gezdiği, zorlamadığı, yorulmadığı performansıyla sürüyor.

Filmin oyunculuk açısından en büyük başarısı ise oldukça klişe yazılmış karakterine değer katan Okan Yalabık. Oyuncu, ustalarla çalışma fırsatını bulmuşken elinden geleni yapıp ismini bir üst sınıfa yazdırmayı başarıyor. Göründüğü her sahnenin altından başarıyla kalkıyor.

Çetin Tekindor’un Adanalı iş adamı portresi ise oyuncunun her zamanki performanslarından biri olarak hatırlanacak gibi duruyor.



Av Mevsimi yer yer doğru kullanılmasa da muhteşem müziklere sahip. Uğur İçbak birinci sınıf bir atmosfere imza atmış. Beklentileri düşük tutarsak Cem Yılmaz dışında aksayan oyuncu yok. Diyaloglar beklendiği gibi çok iyi. Ağır kamera estetik hareketlerle sürekli geziniyor. Kalite üst düzey ancak büyük bir eksiklik var. Yavuz Turgul polisiyenin ruhunu yansıtamıyor. Yakın zamanda izlediğimiz iki Avrupalı örnek El Secreto De Sus Ojos(2009) ve Män Som Hatar Kvınnor(2009) gibi sakin ama heyecanlı filmlerin aksine tek cümleyle özetlenmek gerekirse sıkıcı olmaktan kurtulamıyor.

30 Kasım 2010 Salı

SAW 3D (2010) by KEVIN GREUTERT **



Modaya uyup 3D çekilen yeni ve son Testere filmi; Testere VI’nın yönetmeni Kevin Greutert imzasıyla seriyi noktalıyor. Hepten karabasana dönüşen, akılda kalıcılığı oldukça düşük kahramanlarıyla ilgili her şeyi hatırladığımızı varsayıp önceki filmin kaldığı saniyeden devam eden devam filmleriyle takibi zor ve sıkıcı bir seriye dönüşen Testere; son parçasında nispeten temiz bir işle karşımıza geliyor.

Filmin gerçekten üç boyutlu sayılabilecek tek parçası olan jeneriğinin öncesinde ve sonrasında Testere hayranları tarafından yazılıp yönetilmiş gibi duran ana hikâyeden ve bu filmden tamamen ayrı birkaç oyun-dehşet sahnesi izliyoruz.

Sonrasında; eski filmlerin yaptığı hataya düşecek gibi görünüp bilmem kaçıncı filmden bir sahnenin devamındaki bir dakikalık durumu gösteren yapım, tam kopacağınız anda yeni ve 60 dakikalık bir oyuna başlıyor.



Jigsaw’dan kurtulduğunu iddia edip bu deneyimin kendine nasıl iyi geldiği üzerine bir kitap yazan, televizyon programlarına çıkan sahte umut taciri Bobby’nin; kandırdığı karısı, şeytani avukatı, basın sözcüsü ve en iyi arkadaşı ile yalandan anlattığı bu deneyimi gerçekten yaşamak zorunda kaldığı filmde akan ikinci hikâye ise Jigsaw’un dul eşi ile mirasını sürdüren Hoffman arasındaki intikam davası. Bu çerçevede takibi oldukça kolay, üç boyutlu gözlükler ardında hepten karanlığa gömülmesin diye bariz parlak çekilmiş ve artık devamı gelmeyecek hissi nedeniyle esneyerek değil de hafiften ilgiyle izlenen bir film var karşımızda.



Oyunlar aşağı yukarı aynı, motivasyon düşük ve oldukça başarılı-orijinal ilk filme göndermelerle dolu son yirmi dakikası da zorlama ve anlamsız.

21 Kasım 2010 Pazar

IRON MAN 2 (2010) by JON FAVREAU *



2008 yılında, çizgi roman uyarlaması bolluğunda, kimilerince taze bir nefes olarak görülüp baş tacı edilen ilk Iron Man filmi; hak ettiğinden fazla kredilendirilmiş, çok iyi gişe yapmış ve iki dalda Oscar adayı olmuştu. Devamının gelmesi için fazlasıyla sebep teşkil eden bu unsurlar sonucu iki yılın ardından Iron Man 2 gösterime girdi. İlkinden daha büyük bir bütçe ile çekilen ve Sam Rockwell, Gwyneth Paltrow, Mickey Rourke, Samuel L. Jackson, Scarlett Johansson ve sesiyle de olsa Paul Bettany gibi yıldızları bir araya getiren yapım devasa reklam kampanyalarının da etkisiyle gişeden istediğini alıp üçüncü filmi garantiledi ancak filmi beğenenlerin sayısı oldukça azda kaldı.

Baştan sona Spider Man 2(2004) filmini kendine örnek alan ve aksiyonu ıskalama pahasına karakterini derinleştirme çabasına giren film ne yazık ki klişelerden klişe beğeniyor.



Tony Stark’ın sınırsız kaynak ile son derece gelişmiş tesislerde ürettiği güç kaynağını Moskova’daki evinde demir çubuklarla yapabilen ilk düşman Ivan Vanko’nun ikinci sınıf intikam öyküsü ile açılış yapıyor film. Hemen ardından gelen abartılı ve içi boş Stark Expro fuarı keynote sahnesi aslında filmin özeti. Gösterişli, büyük ve boş. İşe yeni başlayan fettan stajyer Scarlett Johansson’un gizli ajan çıkmasına şaşıracak haldeyseniz finalde kızımızın Resident Evil(2002)’den Milla Jovovich takliti ile de eğlenebilirsiniz.

Seyirciyi cezbedebilme ihtimali olan ilk aksiyon sahnesinin gelmesi bu tarz filmlerden beklenmeyecek kadar geciktiği ve 30 dakika süren bu gelişin kısa sürede hayal kırıklığı yaratarak bitişinin ardından bir saati aşkın süre boyunca ikinci aksiyon sahnesi gelmiyor. Aradaki “boşluklarda” ise Demir Adam’ın alkol problemini, yalnızlığını, baba problemlerini, uydurma icatlarını izlerken; zehirleniyor diye üzülmeye çalışıyoruz.



Yine ikinci Örümcek Adam filminden yola çıkarak birden fazla düşman bulalım, bunlardan biri de Venom gibi olsun diye düşündüklerinden midir bilmem, Demir Adam’ın en yakın arkadaşlarından birine ikinci kostümü çaldırıp kahramanımızla savaştırıyor senaristler. Artık ne kadar derinlik bulabilirseniz, sizin başarınız.

Filmin yüksek teknolojik kahramanının bir düğmeye basarak saldığı ışınla onlarca dev robotu ortadan ikiye kesme gibi özellikleri olduğundan, filmin herhangi bir yerinde heyecanlanmamız mümkün olmuyor. Kimin kazanacağı her daim belli. Terminatörlerin kavgasına öykünen sahnede bile.



Bu ruhsuz filmin sonuna eklenen Spidey-Mary Jane öpüşmesi de en fazla yerinizden kaykılmanızı sağlayacak güçte.

SON 30 GÜN

Askerliğimin bitmesine otuz gün kaldı.

Samsun Sahra Sıhhiye Okulu’nda başlayan eğitimim, Isparta Eğirdir Dağ Komando Okulu’nda aldığım İç Güvenlik Kursu ile devam etti ve 2.Komando Tugayı İkizce yerleşkesinde 4.Komando Taburu Sıhhiye Takım Komutanı olarak Cudi ile Gabar dağları arasında görev yaptım. Derken talih yüzüme güldü ve geri kalan yedi ayı Bolu garnizonunda geçirdim. 2.Komando Tugayı Bolu Kışlası’nın, Bolu Jandarma Alayı’nın, İlçe jandarma karakollarının, Bolu Askerlik Şubesi’nin ve asker ailelerinin tek doktoru olarak aylarca gece gündüz çalıştım. Asteğmen olmama rağmen verilen bu büyük yükün altından da mükemmel bir şekilde kalktım. Her sabah erkenden başlayıp öğlene kadar asker eşlerine, çocuklarına, Bolu dışında görev yapıp o gün için burada bulunan askerlere, son askerlik yoklamaları için sivillere, Askeri Gazino Müdürlüğü ve Askeri İnzibat Komutanlığı askerlerine sağlık hizmeti verdim. Bittiği anda kendi imkânlarımla Tugay Revirine gidip beş dakikalık yemeğin ardından sabahtan beri kuyruk olmuş rütbeli personele, sivil memura ve sabahtan adını yazdırmış günlük yüzün üzerinde askere baktım. Cezaevi giriş ve çıkışlarına, kavgalara, “askerde dayağa” adli raporlar tuttum. İki ayda bir gelen asker sevkiyatı sırasında bütün bu işlerin yanında beş iş günü içinde 700 küsur yeni er-erbaşın altışar noktadan kalp ve akciğerlerini dinleyip detaylı özgeçmiş ve soy geçmiş sorgulamalarını yaparak spor yapar-yapamaz raporu verdim.

Mesai kavramım olmasa da işim bittiğinde –ki herkesten sonra demek oluyor- odama gidip bayılır tarzda uydum. İlk telefon gelene kadar. Ertesi sabah güneş doğup revirlerden birine gidene kadar da telefonla iki ayrı revire gelen hastalara bakmaya devam ettim. İki telefon arasında uyudum. Evlere iğneye gitmediğim mi kaldı, intikale çıkmadığım mı. İlkyardım kursları verdim, her çağırana koştum, ambulans görevleri yaptım, özel gezilerinde yanlarına doktor isteyen kaprisli hanımlara eşlik ettim. Bütün bunları tek başıma, bütün sorumluluğu üzerime alarak, üç kaşemin bütün gün yüzlerce kâğıda basılmasına izin verip durarak yaptım. Aldığım sorumluluk inanılmazdı. Ama sevdim. Bu gücü, bana duyulan güveni ve başarabilmeyi sevdim. Aksatmamayı. Kimseyi bekletmemeyi başarmayı ve sonuç almayı. Mesleğimi bile daha çok sevdirdi bana askerlik.

Komutan olmak için doğduğumu anladım.

Hem şefkatli hem despot, bazılarınca tapılan bazılarınca nefret edilen ama illa ki saygı duyulan, el üstünde tutulan ve birçoklarının deyimiyle “Tugayın en kilit adamı” oldum. Bu rütbedeki tek insan benmişim gibi rütbemin kısaltması ismim oldu. “Asteg” denince tek akla gelen ve en çok ürkülen komutan oldum. Albaylara yapılmayan muameleler gördüm, kıçım yalandı da yalandı. İstirahat verme yetkim, dört ay süren çarşıya çıkma yasağında erlerin kapının önünü görmelerinin tek yolunun benim hastane sevkim olması, sivil hastanelerde yazılan istirahatlerin benim onayım olmadan geçersiz sayılması ve hatta lojmanlarda ve kışlada kaloriferlerin planlı tarihten erken yanmasının tek yolunun benim imzam olması gibi yetkilerin getirdiği güç ve insanların bundan faydalanma çabaları işleri karıştırdı durdu.

Ama güzeldi. Hem de çok.

9 Kasım 2010 Salı

PERCY JACKSON&THE OLYMPIANS: THE LIGHTNING THIEF



Home Alone(1990) filmlerinin yönetmeni olarak kendini tanıtan ve dünya çapındaki Harry Potter hayranlarını kızdırmamak adına ilk iki Potter filmini her türlü yaratıcı düşünceden imtina ederek çeken Chris Columbus, bu seriden ayrıldıktan sonra Rick Riordan’ın popüler Percy Jackson kitaplarını sinemaya uyarlamayı denedi.

Bu çapta bir uyarlama için nispeten düşük sayılabilecek 90 milyon dolarlık bütçesini ülkesinden toparlayamayan bu mayası tutmamış film, Harry Potter ya da The Lord of the Rings benzeri sıfırdan kurulmuş bir fantezi dünyası bekleyenleri günümüz mekânlarında geçen hikâyesiyle hayal kırıklığına uğratıyor.

Düzeysiz esprileriyle zamana kolayca yenik düşmesi muhtemel diyaloglar içeren yapım, bir gün özel olduğunu öğrenen bir çocuğun hikâyesi şablonundan türüyor.



Mitolojide tanrıların dünyaya inip ölümlülerle çiftleşmelerinden doğan yarı tanrı çocuklardan biri olan Percy Jackson, Zeus’tan çalınan Şimşek adlı silahın hırsızı olduğu şüphesiyle bir müze gezisi sırasında saldırıya uğrar. Tekerlekli sandalyeye mahkûm görünen öğretmeninin vücudunun at, yanında koltuk değneğiyle yıllardır gezen en iyi arkadaşının da bacaklarının eşek bacağı olduğu bilgisini o an alan Percy; annesinin Hades tarafından kaçırılması sonucu zorlu bir yolculuğa çıkar. Ne yazık ki bu yolculuğun en ilginç mekânı Las Vegas, öncesinde aldığı eğitim de ilköğretim düzeyindeki çocuklar için hazırlanan bir kamptır.

Filmi izlerken karakterlerin sıkıntılı durumlardan kurtulmak için buldukları her çözümde “Clash of the Titans(2010)’ı izlemişler” dedirtmesinin sebebi; iki filmin yazarlarının da uçsuz bucaksız mitolojik dünyanın aynı kılcal damarından kan emmeleri. Elbette aralarında iki ay olan bu filmlerin ikisi de özgün senaryolardan çekilmedi, kaynakları eski ve bu yorum güncel sinema izleyicisi için hangisini önce izledilerse onun ismiyle tersine dönebilir. Buradaki esas problem, temaların tamamıyla aynı yorumlanması.



Karakterlerini sevdiremeyen, aksiyonuyla heyecanlandıramayan ilk film sonrası Percy Jackson serisinin bir başka filme kavuşması şimdilik imkânsız görünüyor.

7 Kasım 2010 Pazar

FRONTIéRE(S) (2007) by XAVIER GENS *



Fransa sınırında bir arazide yaşlı bir Nazi’nin sağdan soldan topladığı insanlarla kurduğu ailesinden üstün ırk yaratma çabasının engelli çocuklar doğması nedeniyle sekteye uğraması sonucu iyiden iyiye aklını yitirmesi şeklinde bir çıkış noktası olan film, Fransa’nın şiddet pornosu türündeki Hostel(2005)’e cevabı.

Xavier Gens’in ilk sinema filmi olan yapım; La Haine(1995) gibi başlayıp soygun filmi gibi devam edeceğini ima etse de, ilk seks yapanın 30.dakikada şiddet görmeye başlaması ile istismar sinemasına göz kırpıyor.

Sinema dergisinin sevilen köşelerinden Gömülü Hazineler’e konu olan ev yapımı efektli kan banyosu filmlerine benzeyen Sınır(da); herkesin deliliğin sınırlarında gezdiği, herkesin durmadan bağırdığı şiddet ve kan dolu bir film.



Oldukça düşük maliyetine rağmen yönetmeninin becerileri sayesinde Hollywood yapımı pahalı benzerlerinden eksiği olmayan filmin, fazlası da yok. Benzerleri gibi kurdukları setleri ve yaptıkları makyajları seyirciye uzun uzun gösterme amacı güden ürkütücü mekânda yürüme sahneleriyle dolu olan film, Vacancy(2007) ve Eden Lake(2008) adlı türdeşlerinde olduğu gibi bütün yükü baş kadın karakterine bırakıp ikinci perdesini tamamen bunun üzerine kuruyor.

Çamurda kadın dövüşünden tragedyalara özenen sahnelere savrulan ve elinden geleni peliküle aktaran yapım gösterime girdiği yıl ardına aldığı rüzgârda uçmayı başardıysa da, geriye dönük izlenip zevk alınması mümkün görünmüyor.

6 Kasım 2010 Cumartesi

TOY STORY 3 (2010) by LEE UNKRICH ***-



1995 yılında John Lasseter’in “oyuncaklarımız biz onları yalnız bıraktığımızda ne yapar” sorusundan yola çıkarak Pixar çatısı altında hikâyesini yazıp yönettiği ilk “Oyuncak Hikâyesi” filmi hem yaratıcısının hem de şirketin tüm dünyada tanınıp saygı görmesini sağladı. 3 dalda Oscar adayı olan yapımın dört yıl sonra gelen devam filmi ilki kadar beğenilmese de hayranları devamının gelmesine sevinmişti.

On beş yıl sonra gelen üçüncü ve planlanan son bölüm; üzerinde oldukça çalışılmış bir senaryoya sahip. Eski karakterlerine bolca vakit ayırmasının yanında 103 dakikalık süresini yeni karakterlerine de adilce paylaştırıyor. Örneğin; çocuk yuvasındaki tek gözü hasarlı ağlayan bebek, Chucky ile birlikte tüm zamanların en ürkütücü oyuncağı olmaya aday.

Film bildik renkleri içinde eski dostlarımızın sırayla arz-ı endam ettikleri beş dakikalık bir hayali oyun sahnesiyle açılıyor. Seyirciyi duygusal anlar başlamadan filme adapte etme amacı güden bu giriş belli ki Pixar’ın bir yaz filmine imza attığının farkında olmasından kaynaklanıyor.



Filmin öyküsü kısaca şöyle: Andy’nin büyüyüp üniversiteye gidecek olması nedeniyle oyuncaklara ne olacağı meçhuldür. Üniversiteye götürmek için sadece Woody seçilmiştir ve geriye kalanları tavan arası ya da yuvaya bağışlanma seçenekleri beklemektedir. Yanlış anlaşılma sonucu çöpe giden oyuncaklar Andy’e kırılır ve daha fazla oynanacaklarını düşündükleri bir kreşe kendileri atarlar. Oysa burada acımasız bir düzen vardır ve upuzun eve dönüş maceraları başlar.

Animasyon konusunda artık rakip tanımayan Pixar’ın yine ne kadar başarılı bir iş çıkardığı söylemeye lüzum yok. Ancak sahne tasarımındaki başarı bu filmde öncekilerin de ötesine geçmiş duruyor. Teneffüsten dönen bebeklerin kreşte yarattıkları kaosun kısacık zamanda verilişi, Prison Break(2005-2009) dizisini kıskandıracak hapishaneden kaçış sahneleri, palyaçonun sesinden dinlediğimiz flashback, cinselliği tartışmalı Ken’in Barbie ile yalnız kaldığı anlar ve şehir çöplüğünde geçen finalin tamamı alkışlık.

İlk iki filmi izleyenlerin fazladan zevk alacaklarını tahmin ettiğim film, Andy ile birlikte oyuncaklara veda ettiğimiz duygusal finaliyle üçlemeye oldukça başarılı bir nokta koyuyor diyebiliriz.

3 Kasım 2010 Çarşamba

12 ROUNDS by RENNY HARLIN (2009) –



1988 senesinde Elm Street serisinin dördüncü halkasını çeken yönetmen Renny Harlin; Die Hard 2(1990) ve Stallone filmi Cliffhanger(1993) ile aksiyon sinemasında isim edindi. Deep Blue Sea(1999), Driven(2001), Mindhunters(2004) ile adını ara sıra hatırlatıp ortalama eleştiriler aldıysa da; yaklaşık iki yılda bir film çeken yönetmenin artık kimse tarafından yeni işinin beklenmediği aşikâr.
Yalpalamamak için kendine basit bir formül bulan 12 Rounds senaristi Daniel Kunka, sonradan ilginçleştirmek istediği metnini bir dağıtınca bir daha toplayamamış. WWE starı John Cena ise ikinci ve son beyazperde macerasında aksiyon yıldızı olmak için gereken tek şeyin iri olmak olmadığını hatırlatıyor.



22 milyon dolarlık mütevazı bütçesini dünya çapındaki gösteriminden geri toplayamayan yapım, Renny Harlin’in adını görünce bir kez daha düşünülecek isimler arasına yazdırıyor.

30 Ekim 2010 Cumartesi

SURROGATES (2009) by JONATHAN MOSTOW *-



Facebook çökse, dışarı çıkıp düşündüklerimizi arkadaşlarımızın yüzüne söyler miydik? Twitter olmasaydı, aklımızdan her geçeni en yakınımızdakilerle paylaşmaz mıydık? Kalkıp gitmek varken neden her şeyi ekran başından hallediyoruz?

Robert Venditti ve Brett Weldele’nin grafik romanından The Game(1997), Terminator 3:Rise of the Machines(2003), Catwoman(2004) gibi filmlerin senaristleri tarafından uyarlanan senaryosu dökülen Suretler; Wall-E(2008)’nin bütün inceliklerinden uzak ancak benzer bir ekran başında yaşam fantezisi sunuyor. U-571(2000) ve Terminator 3:Rise of the Machines(2003)’in orta halli yönetmeni Jonathan Mostow’un ellerinin de kurtaramadığı film; benzer temalar etrafında dönen akrabalarından toparladığı numaraları 89 dakikalık hızlı bir kolajla perdeye getiriyor.



Evlerinden bağlandıkları sistemle istedikleri gibi genç, güzel, yakışıklı ya da başka cinste görünen robotları kontrol eden insanlar, suç oranının ve ölümlerin azaldığı bu yeni dünya düzeninde seks başta olmak üzere birçok zevki unutmuş ancak bu bağımlılıktan memnun görünmektedirler. Benzerini District 9(2009)’da gördüğümüz izole bölgelerde yaşayan suret robotu istemeyen insanlar(filmdeki tabirle et yığınları) ise bu durumdan hiç hoşlanmamaktadırlar. Düzen bir gün, robotların yaratıcısının oğlunun yeni bir teknolojik silah kullanılarak öldürülmesi ile değişir. Artık suretler teknolojisinin fikir babası yaşlı adamın tek amacı kurduğu sistemi yok etmektir. Üstelik başrol Bruce Willis de karşıt görüşte değildir.



Bruce Willis’i gençleştirmede problem yaşamayan ancak karısı rolündeki Rosamund Pike’yi yaşlandırmayı beceremeyen makyaj ekibi ve bu başarısızlığa eşlik eden fazla renkli yapım tasarımının içine girmeyi zorlaştırdığı film; aksiyon severleri de yok sayıyor. Ne yüzeysel cümlelerine felsefi alt metinler düzüyor film, ne de robotların canları isteyince Terminatör oluşlarındaki uçarılıktan gocunuyor. Yüzlerce tanıdık öğe; Oscar’lı kısa animasyon Logorama(2009)’da hicvedilen şekilde anlamsız bir heyecan dalgasında girdaplar çiziyor.

29 Ekim 2010 Cuma

MäN SOM HATAR KVINNOR (2009) by NIELS ARDEN OPLEV ***



İsveçli yazar Stieg Larsson’un “Kadınlardan Nefret Eden Erkekler” anlamına gelen ancak ülke dışına “Ejderha Dövmeli Kız” şeklinde pazarlanan üç kitaplık Millennium serisinin kendi ülkesinde orijinal adıyla çekilmiş ilk filmi; kitabın popülaritesi sayesinde dünya çapında gösterim imkânı buldu. Bir anda İsveç edebiyatına gözlerin çevrilmesini sağlayan seri, ardı ardına birçok dile çevrildi ve küçük çaplı fenomene dönüştü. Filmin gücünü görebilmek adına kitabı okumadan izlemeyi tercih ettim. Şunu söyleyebilirim ki; böyle bir kitabın varlığını bilmeyenler, filmin roman uyarlaması olduğu anlayamazlar. Bu da büyük bir övgü sayılabilir.

Hollywood’un popüler romanları vakit kaybetmeden sinemaya uyarlayıp daha çok para kazanmak istediğini biliyoruz. Son dönemin en bilinen örnekleri olan Dan Brown’ın The Da Vinci Code ve Angels&Demons romanlarını beyazperdeye taşıyan Ron Howard’ın başarısızlığı ortada. Yüzlerce ayrıntı içeren kitapları olduğu gibi filme almaya çalışan yönetmen hem kitabın heyecanını yok etmiş hem de sinemanın gereklerini yerine getirememişti. Sadece kitabı bilenlerin takip edebileceği hızda görselleştirdiği The Da Vinci Code(2006) filminde karakterlerin bırakın durup insani bir tepki vermeyi, şöyle bir kameranın önünde arz-ı endam edecek vakitleri yoktu. Angels&Demons(2009) denemesinde bu hatalarını azaltmış ancak bu kez de romanın iyi kısımlarını çöpe atmıştı.



Ejderha Dövmeli Kız’ın Niels Arden Oplev uyarlaması ise baştan perde için yazılmış gibi duruyor. Karakterlerin durup düşünecek, olayları araştıracak vakitleri var. Oyuncuların duygusal tepkiler verebilecekleri, karakterlerini ete kemiğe büründürebilecekleri uzun sahneleri var. Ve bunca sessiz geçen, gördüklerimizi sindirmemize izin veren sahneye rağmen hiçbir şeyi atlamış hissine kapılmıyoruz. Bu nasıl oldu demiyoruz. Film, kendi eksiksiz öyküsünü yaratabiliyor.

Romanın orijinal adının neden öyle olduğunu öykü ilerledikçe daha iyi anlıyoruz. Kadınlara sırf kadın oldukları için kötü davranan, aşağılayan, istediklerini yapabileceklerini düşünen ve öldüren erkeklerin dünyasını anlatan Larsson’un romanının belki de filmde en eksik kalmış duygusu bu.



İşin ilginç yanı, David Fincher’ın kariyerinin ilk yeniden çevrimi için bu filmi seçmiş olması. Zaten başarılı bir uyarlamaya sahip ünlü romanı, dolayısıyla filmi yeniden çeken Fincher’ın bunu neden yaptığını filmini görene kadar anlamlandırmamız mümkün olmayacak gibi. Başka kim çekiyor olsa sebep ortada olurdu ancak Michael Haneke’nin Funny Games(2007)’i kare kare yeniden çekmesiyle birlikte Hollywood’un son yirmi yılda yaptığı en nedeni bilinmez yeniden çevrimin bu olduğu kesin.

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...