30 Ocak 2010 Cumartesi

ASKER

31.01.2010 Pazar 14.30’da ülkemizde her erkeğin yapmak zorunda olduğu askerlik görevimi yapmaya gidiyorum. 30 günlük acemi birliğinde alıştığım hayattan uzak kalacağım ama sonrasında daha doktor gibi geçirilen, daha rahat olmasını ümit ettiğim 11 ayım olacak. Bu sırada Lost’un son sezonu, yeni filmler, Oscar töreni, arkadaşlarımın doğum günleri dâhil kendimi çevrelediğim rutinlerden kopacağım. Cehenneme gidiyorum sanıp yeryüzünde cenneti yaşadığım Kolukısa deneyimim askerlik macerasına iyimser yaklaşmamı sağlıyor. Kendimle ve hayatla ilgili yığınla yeni şeye bulanacağımı düşünüyorum. Bana ulaşmak isterseniz flashland@hotmail.com’a ya da basitçe bu yazının altındaki yorum bölümüne yazın. Yorumlar sitede yayınlanmıyor, sadece ben görüyorum. Her istediğimde arayamayacağım bazılarınızı çok özleyeceğim.

27 Ocak 2010 Çarşamba

THE PRISONER (2009) *


1967 tarihli orijinal The Prisoner’ın Fantastic Four adlı çizgi romanın dört cildinin geçtiği köye, Iron Maiden’in bir şarkısına, Watchmen’de bir karakterin sözlerine, Twin Peaks’in kurgusuna, The Truman Show’un çıkış noktasına, The Matrix’in siyah kedisine, Alias’ın olay örgüsüne, Lost’un adasına, Battlestar Galactica’da bir Saylon ismine ilham olduğu bilinen bir gerçek. Yayınlandığı dönem için devrim sayıldığı da yadsınamaz. Dizinin Josef Rusnak’ın büyüleyici filmi The Thirteenth Floor(1999) ve M.Night Shyamalan’ın olağanüstü fikri The Village(2004)’e de referans olduğu söylenebilir. Saydığım onca beğenilmiş yapımın atasının altı bölüme indirgenmiş bu ucuz yeniden çevrimi ise yine aynı nedenle ölü doğum. 40 yıl önce insanları hayrete düşürmüş yapım, ne kadar güncellendiği söylense de çıkış noktası ve ulaştığı son bakımından orijinaline sadık olduğundan bayat bir tat vermekten kurtulamıyor. Günümüz izleyicisi için artık heyecan vermeyi bir yana bırakın kolaylıkla tahmin edilebilir ve eski görünen bu hikâye ne yazık ki izlenebilir bir şekilde de sunulamamış.

26 Ocak 2010 Salı

10:29


Bir diğer “everything. everyone. everywhere. ends.” zamanıydı. Ellerden gelenler yapılmış, gönüllerden geçenler söylenmişti. Sevgi için yine onca emek harcanmış, maddi manevi hissettirilmişti. Mutlu da olundu, mutsuz da. Gülündü de, ağlandı da. Nadir de olsa sarılıp öpüldü de, hani kimi zaman. Yolları da gözlendi, camlarda da sabahlandı. Mum ışıkları, şaraplar, dizler, sesler. Hayat ya da kader verdi. Ne güzel yaptı, al sev dedi. Bize ayrılan sürenin yine sonuna gelindi. Nasıl zor şimdi demeden Mete Özgencil gibi, konuşuldu aynı şeyler. Hissedildi. Sımsıkı bağlandı ruhlar ve bir sabah kalk git dedi zaman. İtildi, büküldü, zorlandı ama bir yere değin fayda etti. Takvimler bir taraftan sekizi, bir taraftan biri ve yirmiyi, onu gösterdi. Çirkin adam biliyordu. “her şey. herkes. her yer. biter.” idi. Arabalara binildi. Toz dumana katıldı. Biraz gülümsemek için soytarıya yatıldı ama köpekler bile saldıramayacak kadar tutuktu o sabah. On üç kilometre yol gidildi. Sağa çekildi. En sevdiği yan koltuğa oturdu çirkin adam. Hayatı boyunca içmeyi planladığı son sigarayı aldı sevdiğinin ağzından. Bir yıl çabuk geçer diyen sesi dinledi. Bir yıl bu koltuklarda oturabiliriz diye seslendi. Ayrılıklar zor olur, hiç sevmem, beceremem diyeni duydu. Dik durmaya çalıştı. Gökyüzünü çatı yaptığı anda kolları duvar oldu. Çirkin adam güvende ve mutluydu. Beş saniyeliğine. Beş saniye güvende oldu. Daha azı kadar mutlu. Ardından hem yalnız kaldı, hem savunmasız. Arabasına döndü çirkin adam. Yola koyuldu. Dikiz aynasından gördüğü dimdik bir aşktı. Başarısız gözlerini seçebildiği yere kadar kırpmadı. Düğmeye dokundu. Hazırladığı parça söylemeye koyuldu. Güneş batınca fark mı etmiş, bütün hayalleri caddeye mi uzanmış, hepsi serap mıymış. Ne şarkıyı duydu ondan sonra, ne yolu gördü. Ne nefes aldı ne de tuttu içinde. Sesi kısıldı. Nerede olduğunu bilmeden devam etti yola. Anlamı da yoktu zaten. Saat 10:29’dan sonra. Anlamı yoktu hiçbir şeyin. Döngü bir kez daha tamamlanmıştı. Başlayan şey bitmişti. Her şey gibi. Herkes gibi. Her yer gibi. Bitmişti. Verilen emekler, harcanan günler ve geceler. Telefonun diğer ucundan hasretle sevilecek bir diğer hayalet kalmıştı elinde çirkin adamın. Milyonluk bir şehirde en sevdiği iki dostunun yanında ama çok yalnız geçirdi geri kalan saatlerini günün. Kimse anlayamazdı bu yalnızlığı ne de olsa. Kimse böyle yalnız kalamaz diyen bir şarkıyı herkes anlayamazdı. Gece yarısına yakın bir telefon geldi çirkin adama. Evinin ışığının yanmadığını bildirdi sevdiği, bıraktığı yerdeki. Seni seviyorum dedi sonra telefondaki ses. Her şey daha ağlamaklı göründü Ankara’dan. Sözleri uymasa da güzel bir melodiye sarıldı çirkin adam soğukta. Uyuttu güldürdüklerini. Çekildi odasına. Bunları yazdı. Yok, ağlayamadı dışına. Kanında gezen alkolü buharlaştırıp ona tutunarak uçup gitmek gibi fikirlerle oynaştı, yanına. Nafile. Saat 10:29’u geçmişti. Her şey. Herkes. Her yer. Bitmişti.

25 Ocak 2010 Pazartesi

KISKANMAK (2009) by ZEKİ DEMİRKUBUZ ***-


Günümüz Türk sinemasının en ilgi çekici yönetmenlerinden Zeki Demirkubuz’un Nahid Sırrı Örik’in henüz okumadığım aynı adlı romanından epey farklı uyarladığı yazılıp çizilen Kıskanmak’ta, kimin kimi ne için kıskandığını başkarakter Seniha’nın son karede yaptığı açıklamaya dek anlayamıyoruz. Romanı okuyanların belki haklı olarak eksik buldukları hatta özünü yansıtamamakla suçladıkları film, romanı okumadan filmi gören kitle için nefis bir seyir şansı sunuyor. Demirkubuz’un senaryosu baştan sona kendi içinde tutarlı, akıcı ve lezzetli. 1930’lu yılların dilini canlandırma çabası birkaç sahnede izleyeni üzse ve atmosferi bozsa da, buna takılmama konusunda kendinizi ikna ederseniz Kader’den beri beklediğiniz yeni Demirkubuz filminden zevk alabilirsiniz. Birçok eksiği ve başarısız yanı olan filmi garip bir şekilde sevdim. Bu da filmleri iyi-kötü ve sevdiğim-sevmediğim şeklinde iki farklı başlıkta değerlendirme seçimimden gelen bir sonuç.
Kıskanmak, başarılmış dönem filmi atmosferi ve temiz yönetmenliği ile teknik ve sanatsal anlamda tartışmalara gebe bir film değil. Daha çok içeriğini, geçtiği dönemi ve özellikle Seniha’nın çirkinliğinin farklı tezahürlerini konuşturan bir yapım. Bu da benim eleştiri yazma tercihim değil.

UP IN THE AIR (2009) by JASON REITMAN **-


İlgi görmüş altı kısa filmin ardından uzun metraja yönelen ve özellikle Diablo Cody’nin Oscar’lı senaryosu Juno ile adını duyduğumuz Jason Reitman, Walter Kirn’in romanından uyarladığı üçüncü sinema filmi Aklı Havada ile bu yıl çoğu festival ve ödül töreninin gözdesi oldu. Bağımsız film yapısını ana akım sinemayla aynı potada eriten yönetmen iki tarafı da memnun etmeye çalışıyor. Mesela ufak bir insan hikâyesini A sınıfı bir yıldız kullanarak anlatıyor ya da genellikle sınırlı mekânlarda geçen bağımsızların coğrafyasını genişletip büyük görünüyor.
İşi insanları kovmak olan ve bunun için yılın yaklaşık 300 gününü uçak ve otellerde geçiren, en büyük hayali 10 milyon mil yapan yolcuların girdiği özel kulübe dâhil olmak olan, aşkı, aileyi, çocuk sahibi olmayı kısaca her türlü bağlılığı anlamsız bulan hatta boş sırt çantası metaforu üzerinden bu felsefesini güzellediği bir seminerler zinciri düzenleyen ana karakterinin yanına bir aynısından bir de iflah olmaz romantik dişi koyan senaryo uzun süre onların tanışmalarını ve günlük hayatlarını sunuyor. Yönetmenin uçakları, havaalanlarını, otelleri, gökyüzünden şehirleri, girişleri ve yürüyüşleri uzun uzadıya gösterme sevdası filmi uzatıp öykünün akışkanlığını azaltıyor. Son on beş dakikaya kadar günlük hayatlar izlediğimiz film seyirciyi eve boş göndermemek niyetiyle sıradan romantik komedi manevralarından birini yapıyor. O ana kadarki orijinaliteyi bozan ama boş bakan sıkılmış izleyiciye özdeşleşebileceği davranışlar ve duygular sunan bu son perde filmi bakış açınıza göre ya kurtarıyor ya da batırıyor.
Ölçülü ama özel olmayan oyunculuklar sunan kadro, jüri üyelerini etkilemek adına yapılmış bu fazlasıyla formül filmi müziklerin aksine bir adım öteye taşıyamıyor. Sadece mutsuz sonu ile diğerlerinden ayrılmayı başaran yapım kesinlikle yılın en abartılmış filmi.

GAMER (2009) by MARK NEVELDINE-BRIAN TAYLOR *-


Neveldine/Taylor ikilisinin üçüncü işbirliği Oyuncu; yönetmenlerin her türlü ahlaksızlık ve saçmalıklarını özgür ve özgün şekilde video klip estetiğiyle sundukları Crank(2006) ve Crank: High Voltage(2009)’a göre daha az deli ve ne yazık ki daha sıkıcı bir film.
İlginç sayılabilecek bir çıkış noktasına ve çıplak kızlardan yapılma Newton’s Cradle gibi özgün tasarımlara sahip filmin Slayers adlı oyunu gösteren sahnelerinin görsel yetkinliği en üst seviyede. Gerard Butler sadece fiziğiyle yapması gereken işi yapma konusunda yeterli, Altın Küre’li Dexter Michael C. Hall ise kötü adam rolünde yarı-taze bir nefes. Hızlı kurgu baş döndürüp mide bulandıran Crank’lere göre dozunda azaltılmış ve yine bolca 18+ imaj var. Peki, neden Crank’lerden daha kötü ve sıkıcı? Çünkü onlardaki mizaha sahip değil. Her şey fazlasıyla ciddi görünmeye çalışıyor ama ciddiyet başka yönetmen ikililerin işi. Törpülenmiş ahlaksızlık, CNBC-e’den izlenmiş Nip/Tuck gibi israftır.

24 Ocak 2010 Pazar

SAW VI (2009) by KEVIN GREUTERT ***


Her yıl yenisini ve daha kötüsünü görmenin şaşırtmadığı Testere serisi altıncı filmine ulaştı. Sinema koltuğuna kurulup sonunu getirmekte hayli zorlandığım üç, dört ve beşinci bölümlerden sonra altıya şans vermeyi reddetmiştim. Sıfır beklentiyle izlediğim yeni bölüm beni hayli şaşırttı. Kalınan yerden devam etme hastalığına tutuldukları için bir türlü toparlanamayan son iki filmin aksine bu kez sıfırdan hikâye inşa edilmiş. İlk dakikalarda ortalığı feci dağıtan dört ve beşin arkasını toplayıp yeni izlediğimiz Drag Me to Hell(2009)’in konusunu aynen Jigsaw’a adapte eden yapım, ilk filmden beri gördüğümüz en derli toplu senaryo ve heyecanlı Jigsaw oyunlarını sunarak Testere serisini diriltmeyi başarıyor. Elbette karşımızda iyi bir film olduğunu iddia etmiyorum ancak ilk filmi sevdiyseniz sonrasında görmeniz gereken tek bölümün bu olduğu da yadsınamaz. Birinci sınıf afiş tasarımlarının da internetten bulunup incelenmesini tavsiye ederim.

23 Ocak 2010 Cumartesi

THE HURT LOCKER (2008) by KATHRYN BIGELOW ***


In the Valley of Elah(2007) adlı Irak temalı 9/11 sonrası Paul Haggis filminin de hikâyesini yazan Mark Boal’ın filme alınmış ilk uzun metraj senaryosu ona aralarında Altın Küre, BAFTA, Chicago Film Critics, Venedik, Writers Guild of America’nın da bulunduğu birçok seçkide en iyi uyarlama senaryo dalında adaylık ya da ödül getirdi. Bunda şüphesiz metnin acelesizliğine ihanet etmeyen, gösterişten kaçınan rejinin de büyük etkisi var. Cilalı Irak filmlerinden bu yavaşlığı ve kahramansızlığı ile ayrılan The Hurt Locker, izlerken zorlasa da tavrıyla alkışı hak ediyor. “Bomba Günlükleri” adıyla da anılabilecek film zamanının çoğunu Irak’ta evlerine dönmek için gün sayan Amerikan askerlerinin ortalıkta gezen canlı-cansız bombaları etkisiz hale getirme çabalarını altı kısık bir heyecanla sunmaya adıyor. Film; birkaç cümlelik karakter tahlilleri, kimseyi kahraman ya da mağdur yapmayan dengesi, olaylara gerçekte ne kadar sürüyorlarsa o kadar vakit ayıran tavrıyla Ridley Scott ve şürekâsının bütün doğu medeniyetlerini dize getiren CIA ajanı güzellemelerinden oldukça uzak bir noktada duruyor. Törenlerde eski eşi James Cameron’un Avatar’ı ile çarpıştırılacak kadar güçlü bulunan bağımsız filmini çok az salonda kısıtlı süre gösterebilen Bigelow toplamda Avatar’ın bir günlük hâsılatına bile ulaşamadıysa da, övgüde ondan geri kalmıyor. Bahsettiğimiz ana akım stüdyo filmlerinin nasıl ki bilet parasına kıyıp izleyen kalabalık seyircisi hazırsa ve bu hesaplanarak yapılıyorlarsa, bu tarz filmlerin de beğenmeye hazır entelektüel kesime ve eleştirmenlere yönelik yine aynı hesapçılıkla yapıldığını düşünüyorum. O yüzden uygulamadaki başarısı dışında beni etkileyen bir film olmadı karşımdaki.

EJDER KAPANI (2010) by UĞUR YÜCEL *-


Sürekli yağmur yağan karanlık bir şehirde siyah arabalarla gezip siyah gözlükler ardından bakan ve emekliliğine bir ay kalmış, tek başına kaldığı penceresinden kırmızı neon ışıklarla dikey “OTEL” yazısı görünen odasında yaşayıp viski içen acar bir polisin, oğlu gibi sevdiği genç meslektaşıyla son bir iş için bir araya gelmesi gibi cümleler size Seven(1995) ve türevi onlarca filmden tanıdık gelmiyorsa Ejder Kapanı’nda yeni sözler duyabilirsiniz. Elbette bütün bunlar sinemamızda sık kullanılmamış öğeler ancak ikinci sınıf Hollywood yönetmenlerinin gözü kapalı çekebildikleri ve her yıl birden fazla örneği ülkemizde de gösterime giren seri katil temalı bu alt türü denemeye karar veren bir yönetmenin, taklit edebilmenin ötesinde bir başarı göstermesini bekleriz. Uğur Yücel taksiyle köprüden uçmak ya da başka bir araçla kovalamaya devam etme klişesini uygulamak adına kendi aracıyla takla atma sekanslarını çektirdiği yabancı ekibe para harcarken filmimi onlarca seri katil filminden nasıl ayırabilirim diye düşünmemiş görünüyor. İstanbul’u The International(2009)’ın gösterdiği gibi bol çatılı ve kiremitli sunan ve ülke sınırlarının ötesinde filmi satma şansı bulursak bu güzel şehrin reklamı da olsun diyen Yücel, fetiş oyuncusu Kenan İmirzalıoğlu’nun sırtına bir dövme çizse Red Dragon(2002)’a da daha bariz göndermeler yapabilirmiş.
Film, bütünle alakasız bir asker-terörist çatışması ile açılıyor. Yine yabancı ekiplerden destek alınarak gerçekleştirilmiş bu sahne alakasız fakat heyecan yükselten bir giriş yapılmasını sağlıyor. Hemen ardından karakterlerin dondurulup siyah beyaz yaklaştırılan portrelerini de içeren bir takım Hollywood numaraları izliyoruz. Ambulans tepesine yerleştirilmiş kamera mı istersiniz, masa başında olayı çözmeye çalışan memurun etrafında dönülen kareler mi yoksa dev haritanın üzerine yapıştırılan kurban fotoğraflarının arasına çizgiler çekildiğinde şekil oluşturması klişesini mi? Filmin her karesine sinmiş bu Hollywood kumaşından fistan dikme çabası son tahlilde çiğ, taklit ve yarım başarılmış bir bütüne varıyor. Karşımızdaki seri üretimi yapılan kafa boşlamalık sürpriz son vaatli bir okyanus ötesi yapım olsaydı “yine aynı şey” der evimize dönerdik. Peki, bu aynı şeyi aynı şekilde bir kez de Türk oyuncularla gerçekleştirmenin mantığı nedir?
Ceyda Düvenci’nin kurguda çıkarılsa kimsenin fark etmeyeceği rolü, Kenan İmirzalıoğlu’nun burun kanatlarını germek dışında mimik sergileyemediği Miroğlu-Ezel-Komiser tek’lemesi, Uğur Yücel’in polis amirliği ile The Godfather arasında gidip gelen tiplemesi, Berrak Tüzünataç’ın bir Uğur Yücel filminde oynuyorum heyecanıyla A ligine çıkma çabasının getirdiği tırmalaması ilginç seyirlikler sunuyor.
Filmlerini Beyza’nın Kadınları(2005) gibi oldukça yeni tarihli bir yapımı unutup “Türkiye’nin ilk seri katil filmi” diye pazarlama hafızasızlığına düşen ekip, onca yabancı temayı sadece yaşlı polisi pavyon şarkıcısına sevdalandırıp, emniyet müdürüne doğu şivesi vererek yerelleştiremeyeceğini de fark etmemiş gibi duruyor.
Bu alt türün olmazsa olmazı sürpriz finali daha ilk perdenin sonunda çözen gruptaysanız “Yönetmen: Uğur Yücel” yazısına giden yol sizin için daha ıstıraplı geçecektir. Filmin tek Türk yanı da işte bu sürpriz finali zaten. Hatta o kadar Türk ki; bir Temel fıkrası, bir Reha Muhtar haberi tadında. Seven(1995)’da bulamayacağınız camili son kare de cabası.
Pataklamak isteyene karnı çok yumuşak bir film yapmış Uğur Yücel. Eksikleri, yanlışları ve taklit ettiği unsurlar saymakla bitmez. Yazı-Tura(2004) ile oyunculuğunun ardından yönetmenliğiyle de başarılı işlere imza atacağını düşündürse de Hayatımın Kadınısın(2006)’da tökezlediği kamera arkası döneminin dibe vurduğu filmdir Ejder Kapanı.

NEFES: VATAN SAĞOLSUN (2009) by LEVENT SEMERCİ **


Bir yılı aşkın süredir Türk sineması için başarılı sayılabilecek ve filmde yer almayan sahneler içeren fragmanları ile salonları şenlendiren(ben 6 tane saydım) Nefes filmi, iki saatlik süresinin yarısını bu fragman-sever durumunu fetiş konumuna taşıyarak harcıyor. Bir fragmanın başarısı nasıl ki asıl ürünü hile hurdayla da olsa merak ettirebilme becerisi ile ölçülüyorsa, Nefes; gerek sürekli geciken gösterime girme tarihine dek olsun, gerek oturup izlemeye başladığınız ilk saatinde, amacına ulaşmış görünüyor.
Her daim güzel çerçeveler peşinde, dağların dumanını da güneşini de en ufak taşını da başarıyla kullanan sinematografiye eklenen ve herkesi her şeyi ezip geçen baskın ses efektleri sayesinde iyi bir atmosfer yaratılmış.
İkinci yarıda ufak da olsa bir hikâye sunmak zorunda olduğunu düşünen yönetmen; ise, sise, dumana, buluta, doğa olaylarına âşık kamerasını vatan meselesini kişisel hesaplaşmaya indirgemek için kullanıyor.
Duygusal ve içli tiratlar düzen, şair ruhlu erkek karakterler çizen, “nefes” kelimesini milyon kere cümle içinde kullanan, militarist mi anti’si mi belli olmayan nazım şeklindeki senaryo, finalde Atatürk büstü ile ne yapacağını şaşıran asker misali aklındaki askeriye filmi yapma isteği dışında ne yapacağını bilememiş görünüyor.
Nefes; son yarım saatine yayılan ve baştan beri öngördüğümüz karakol baskını sahnelerinde Full Metal Jacket(1987)’ın bütün süresini ayırdığı “askerlerin psikolojisindeki değişmeler” meselesini saniyelere sıkıştırıp tıp dünyasını hayrete düşürecek saçmalıklar sunuyor.
Asker temalı bir film izleyip ona gönülden bağlanmak isteyen seyirciye “Sen uyursan herkes ölür” şeklinde unutulmaz bir replik ve “Benim meskenim dağlardır dağlar” tarzı yürekleri avucuna alıp asla bırakmayacak asker şarkıları dinletmekten başka meziyeti olmayan bu konusuz-meselesiz film şık bir paketin içinden çıkan kokulu tuvalet kâğıdı gibi. Hemen kullanmazsanız özelliği bitecek, kullanırsanız suda eriyip gidecek.

21 Ocak 2010 Perşembe

KOLUKISA VE ÖLÜM YADİGÂRLARI

Kısa süre içinde birden fazla şehirde ve mekânda yaşamak başımı fena döndürdü. Günübirlik gidip gelmelerden söz etmiyorum. Senin olmayan bir yerde nefes almak benim söylediğim.
İlk görüşte sevdiğim Diyarbakırlı insanların iki yıl sonra topraklarını görmek, orada yaptıklarından birazını deneyimleme şansı ve içinde bulundukları durumu anlayabildiğim kadarıyla anlamak…
Ankara’da bu blogda yazanların onlarca kat fazlasını korkmadan, sansüre ihtiyaç duymadan paylaşabildiğim dost etiketli iki insanın yaşadığı ve sürmekte olan bir hayat var. 2009 boyunca defalarca kısalı uzunlu tanıklık ettiğim, bazen parçası bazen yanından geçen olduğum bir rutin. İlerleyen kariyerler, insana çizilen yolda atılması gerektikçe atılan adımlar ve benim hepsinin dışında kalışım. Çok zor.
İstanbul’dan sürekli gel diyen, hiç bilmediğim bir hayat. Bilmediğim sokaklarda gezerken arayan, bazen birkaç günlük eğlence bazen ev arkadaşlığı ve bazen bir yüksek öğrenim programı, yeni bir meslek öneren sesler. Merak ettiğim, hayal ettiğim, imrendiğim bir şehir ve hayaller dünyası.
Artık ne sığınacak bir liman ne de evim gibi hissettiğim Kahramanmaraş. Sokağa çıkmaktan kaçındığım, zamanın nasıl geçtiğini bilmediğim, dostlarımın elimi uzatsam tutabileceğim mesafede olduğu ama yalnız günler geçirdiğim yakamı bırakmayan bu şehir. Sorumun cevabı çok kolay. Hayatınız boyunca tartışmasız en çok sevdiğiniz ama artık sizi görmek istemeyen insanın kapısının önünden geçecek olsanız, siz sokağa çıkmaya cesaret edebilir misiniz?
Ve yeryüzü cennetim Kolukısa kasabası. Her bakımdan güçlü olduğum Hogwarts’ım. Havandaki uyuşturucunun müptelası olduğum her gün bir öncekinden daha güzeldi. Silah zoru olmasa seni bırakmam imkânsızdı, öyle yaptım. Dönme ümitli gidişimle birlikte kara haber geldi. Seni bıraktıktan sekiz gün sonra, yaklaşık üç yıldır uygulamaya geçirilemeyen Aile Hekimliği ile ilgili problemleri çözdü Konya. Müsteşar imzaladı, 14 Haziran 2010 Pazartesi’ne tarih belirlendi. Ben dört aylık askerken koltuğuma yeni bir doktor oturacak. Evimde, cennetimde, oranın ne kadar özel olduğu ile ilgili en ufak fikri olmayan yaşlı bir adam gezecek. O benim âşık olduğum şeylere âşık olamayacak, tadamayacak ama bundan böyle ben de öyle. Bilseydim bir daha asla dönemeyeceğim sana, 13 Haziran’a kadar ayrılır mıydım dizinin dibinden, bırakır mıydım seni…
Dedim ya 2010 kötü başladı diye. Sonra düşündüm. Hangisi iyiydi diye, bulamadım.

AVATAR Real D 3D(2009) by JAMES CAMERON ****-


James Cameron’un sinemada ses ve rengin ardından üçüncü büyük devrimi gerçekleştireceği iddiası ile gösterime sokulan yeni filmi Avatar’ı XpanD 3D deneyimimden dokuz gün sonra Real D 3D teknolojisi ile yeniden izledim. Gördüğüm iki ürün arasındaki farklılıklar yeni bir yazıyı hak ediyor çünkü izlediğim iki Avatar kesinlikle farklı deneyimler yaşattı.
Türkiye’de iki farklı makarayı aynı anda iki projektörden perdeye yansıtarak gerçek üç boyutlu film gösteren iki salon var. Biri AFM IMAX Anka/Mall, diğeri AFM IMAX İstinye Park. Dünyanın her yerinde kendi sinema salonlarını işleten IMAX firması ülkemize Odeon Cineplex çatısı altında girdi ve daha sonra AFM tarafından bu kuruluşla birlikte satın alındı. AFM’nin düşük hizmet standartlarının kurbanı olarak da bir türlü randımanlı çalışamadı, çoğunlukla üç boyutlu filmler yerine yedi katlı bir bina yüksekliğinde ve basketbol sahası genişliğindeki perdesinin yarısını bile kaplamayan 35mm. standart filmlere ev sahipliği yapmak zorunda kaldı. IMAX için özel üretilmiş ilk üç boyutlu uzun metrajlı filmin sadece bir kopyasını ülkemize getirerek Türk sinemaseverlerine ihanet eden AFM bununla da kalmayıp İstinye Park IMAX’te düşük lümenli yansıtma, yarıda bozulan ya da hepten iptal edilen seanslar gibi aksiliklere izin vererek çok az kişinin gerçek Avatar’ı görmesini sağlayabildi. Konuyla ilgili şikâyetler Kanada merkezli şirkete iletilse de sonuç alınamadı.
Ülkenin geri kalanına yayılan onlarca 3D salon ise IMAX’in aksine film makarası yerine dijital depolama kullanarak filmleri perdeye bu kaynaklardan yansıtıyor. Cinebonus firmasının tekelindeki Real D 3D’nin aksine XpanD 3D her bağımsız salona uygulanabiliyor. XpanD 3D ile ilgili ayrıntıları bir önceki Avatar yazımda bulabilirsiniz.
Nispeten daha hafif ve pilsiz, aktivasyon ihtiyacı duymayan bir gözlük kullanılan Real D 3D teknolojisiyle ikinci kez izlediğim Avatar’ın perdeye XpanD 3D’den daha düşük lümenle yansıtılsa da gözlükler daha açık renkli olduğundan daha parlak şekilde izleyicilere ulaştığını gördüm. Buna rağmen filmin başlarında kurt benzeri yaratıkların Jake’e saldırdığı sahnede Real D 3D ayrıntı bakımından sınıfta kaldı. Yine filmin başlarında aksiyon içeren sekanslarda Real D 3D bulanık görüntüler sundu. XpanD 3D’de böyle bir problem yoktu. Ormandaki bitkilerin fosforlu parlak görüntüleri söz konusu olduğunda XpanD 3D’de fark etmediğim bir güzelliğe tanık olarak büyülendim. İlk yarının ortalarında ve finalde Eywa’nın etrafında toplanılan sahneler renk ve detay açısından sinemada daha önce görmediğim bir güzellik sundu. Karelerin donmasını ve saatlerce incelemeyi istedim. Biliyorsunuz Avatar’ın 3D özelliği objelerin perdeden dışarı fırlaması şeklinde değil, içe doğru uzanan bir derinlik hissi veriyor. XpanD 3D’de bütün film böyle olmasına rağmen Real D 3D’de ok ve kuyruk gibi sivri uçlu cisimler zaman zaman perdeden dışarı çıkar gibi görünüyor. Elbette IMAX versiyonunu görmeden hangisinin doğru olduğuna karar vermek güç.
Filme dönecek olursak; Türkçe dublajının hiç de kaçılacak kadar kötü olmadığını ve hatta inanılmaz görsel detayları yakalayabilmek adına belki ikinci izleyişte dublajlı izlenmesi gerektiğini söyleyebilirim.
Üç dört hayvanı geçmeyen tasarım kısırlığı ve bitkilerin çoğunun detaysızlığına rağmen Avatar bedenler ve Na’vi bedenleri arasındaki mimik, yürüyüş ve ses farkları harcanan yılları haklı çıkarıyor. Cameron’un yıllar süren çalışmasını bazı noktalarda ayrıntısız bırakmış olmasının arkasında yeni binyılın ilk sagasını yaratma arzusu olduğunu kolayca tahmin edebiliriz. Star Wars’un uçsuz bucaksız evrenleri ve birbirinden ilginç yüzlerce karakterinin mensubu olduğu ırklar misali önümüzdeki yıllarda Avatar yan ürünlerinde kullanılmak üzere kişi ve mekânlar genişletilebilir yapıda tasarlanmış.
XpanD 3D ile izlediğimde 4, Real D 3D ile izlediğimde 4,5 yıldızı hak ettiğini düşündüğüm yapım ile ilgili önceki yazımın başında sorduğum soruya ikinci yazımın sonunda bir cevap verebiliyorum artık. Karşımızda yeni bir filmden çok yeni bir teknoloji var. Değerlendirirken de sinemasal özelliklerinden çok teknolojik gelişmişliğine göre davranmalıyız. Cameron basit bir senaryo ile yeni bir film çekme şekli denedi ve başarılı oldu. İki yıl sonra izleyebileceğimiz Battle Angel(2011) Avatar adlı deneyle onaylanmış bu yeni film yapma şeklinin ilk gerçek meyvesi olacaktır.

18 Ocak 2010 Pazartesi

SHERLOCK HOLMES (2009) by GUY RITCHIE **-


Arthur Conan Doyle’nin yarattığı ve yüz yılı aşkın süredir görsel sanatlarda sayısız defa karşımıza çıkmış Sherlock Holmes ve Dr. John Watson karakterlerinin muazzam bütçelerin yapımcısı Joel Silver ile ilk gişe kaygılı Hollywood filmini çekmeye girişmiş Guy Ritchie’nin eline düşmeleri sonucu; bir serbest uyarlamanın uyarlaması yapılarak garip bir sonuca ulaşılmış. Ünlü karakterlerden esinlenerek beyazcama getirilen Fox dizisi House(2004)’un ritmini ve sihrini kullanarak orijinal karakterlerin yaşadığı yüzyılda ve atmosferde bir film yapma fikri kısmen başarıyla uygulanmış. Bu tersine mühendislik çalışmasında Holmes’un dizideki sureti olan House’un dizinin yaratıcıları tarafından elden geçirilip günümüze uyarlanmış ilginç karakteri 19.yüzyılda yaşayan Holmes’a, Dr. Watson’dan uyarlanan Dr. Wilson’ın kişiliği ve hikâyedeki duruşu da yine aynı yüzyılın Dr. Watson’ına yapıştırılmış.

Senaryoyu xXx: State of the Union(2005), Mr. & Mrs. Smith(2005), Jumper(2008), Invictus(2009) gibi filmlerin senaristlerinin bir araya gelerek yazdığını söylersek sanırım bir ilk fikriniz olur. Filmde Avatar(2009)’ın talihsiz bir şekilde takipçisi olduğu standart blockbuster şablonunun aksine bahsettiğimiz televizyon dizisinin şablonu tercih edilmiş. House dizisinin birçok bölümünde kullanılan “doğaüstü olaylar oluyor galiba-başlarda açıklaması olduğunu düşünüyoruz-zaman geçtikçe gördüklerimiz kesin doğaüstü gibi duruyor-sadece House hala mantıkla açıklanabileceğini düşünüyor ve sonunda House tek tek her şeyin rasyonel açıklamasını yapıyor” kalıbı 2009 model Sherlock Holmes filminin omurgasını oluşturuyor. Filmin yazar takımı bunu yaparken en az dizinin yazarları kadar ustalıkla gizem yaratmayı ve zekice komik ayrıntılar serpiştirmeyi biliyorlar.

Bu satırlar yazılırken Altın Küre alan Robert Downey Jr.’ın ödülü hak ettiğini söylemek mümkün. Guy Ritchie’nin de Hollywood’a yaranma pahasına bütün kişisel tercihlerinden vazgeçmediğini bazı sahnelerdeki imzasından görebilirsiniz. Yapımla ilgili en olumsuz eleştirim görsel efektlere. Mavi ya da yeşil perde önünde oynanmış birçok film izledik ama bu, arka planı en yapay olanlardan biri. Günümüzde görsel efektler ya CGI denen teknolojiyle ya da mekanik olarak tasarlanıyor. Uygulama güçlüğü ve maliyet nedeniyle CGI daha fazla tercih edilse de sahneye göre seçim yapmakta fayda var. Bu film aksiyonunu mekanik hadiseler ve 19.yüzyılda kullanılan cisimler üzerinden yaratmaya çalışırken başarısız CGI kullanarak çirkin bir görüntü oluşturuyor. Bu da filmin yapım yılına ve bütçesine ihanet gibi görünüyor.

Devam filmi “Sherlock Holmes: A Game of Shadows/Sherlock Holmes: Gölge Oyunları”nın eleştirisi için tıklayın.

12 Ocak 2010 Salı

SOUL KITCHEN (2009) by FATİH AKIN ***


2004 yılında Duvara Karşı ile gönlümüzü fetheden ve dünya çapında tanınan Fatih Akın, yedinci uzun metraj çalışması Soul Kitchen’da fetiş oyuncuları Moritz Beibtreu ve Birol Ünel’i de yanına alarak eğlencelik bir işe imza atıyor. Kurz und schmerzlos(1998) ile hızlı ve sert bir giriş yaptığı sinema dünyasına Im juli.(2000) ve Solino(2002) gibi kişilikli ve duygusal iki film kazandırdıktan sonra Gegen die Wand(2004) ile zirve yapan yönetmen, eksik gedik belgeseli Crossing the Bridge: The Sound of İstanbul(2005) ve yarım başarısı Auf der anderen Seite(2007) ile ağızlarda buruk bir tat bırakmıştı. Biz onun yeteneklerini sergileyebileceği yeni filmini beklerken ciddi işlerden sıkıldığını beyan edip eğlenceli bir film yapmak istediğini duyurdu. Arkadaşı Adam Bousdoukos’un öyküsünden yola çıktığı ve Aşka Ruhunu Kat ismiyle gösterime giren film bu isteğin sonucu.
Film Moritz Bleibtreu’nun onlarca filmde izlemiş olmamıza rağmen Zinos’un abisi olduğuna bizi tamamen inandırmayı başaran büyüleyici oyunculuğundan Uğur Yücel’in sürpriz kısa performansına değin kalburüstü bir kadroya sahip. Ses kuşağını durgun bırakmamaya ant içmiş zevk sahibi müzikler ve birinci sınıf atmosfere ne yazık ki senaryo ayak uyduramıyor. Her hamlesi tahmin edilebilir ve klişe dönemeçlere sahip senaryo, işlerini hakkıyla yapan onlarca insanın çabasını ortada bırakıyor. Zeka pırıltısı içermeyen ve prototip karakterler çizen metnin arkasında Fatih Akın ayarında biri olmasa, dayanmak zor.
Tek işi film yapmak olan bir adamın dinlenmek için böyle bir çalışma yapması anlaşılır, bunu yaparken kaliteyi düşürmemesi takdir edilebilir. Ama biz yine de Fatih Akın’dan daha büyük, daha çarpıcı ve üzerine yazılıp çizilebilir işler bekliyoruz.

11 Ocak 2010 Pazartesi

AVATAR XpanD 3D(2009) by JAMES CAMERON ****


Piranha Part Two: The Spawning(1981)’i saymazsak James Cameron’ın 30 yıl içerisinde çektiği yedinci kurmaca sinema filmi olan Avatar gösterimde. Bizzat filmin yönetmeni tarafından icat edilmiş kamerayı mı eleştirmem gerekiyor yoksa rejiyi mi, performansların ne kadar iyi yakalanmaya başlandığı konusunda mı yazmalıyım yoksa mizansenler mi, karar veremedim. Önümüzde yeni bir film mi var yoksa bilgisayar, cep telefonu gibi çığır açan bir teknoloji ürünü mü? Filmin bu şekilde iki boyutlu değerlendirilmesini isteyen Cameron’un bizzat kendisi. Peki bu Titanic’in altında ezilmesi kesin olan yeni filmine bulduğu kılıf mı, gerçeğin ta kendisi mi?
Ülkemizde üç farklı 3D teknolojisi ve ayrıca 2D olarak toplam dört farklı şekilde deneyimlenebilecek yeni James Cameron ürünü Avatar’ı XpanD 3D’de izleme fırsatı buldum. Güneş gözlüğü camı benzeri karartılmış ince plastik tabakayı çok ama çok ağır bir çerçeve ile birleştirip bilet parası dışında 1,5 TL gözlük kira bedeli isteyen bu yöntem kesinlikle tavsiye edebileceğim bir film izleme şekli sunmuyor. Gözlüğü çıkardığınız anda perdede canlı renkler ve sabah olmuş gibi bir aydınlık görüyorsunuz. Gözlük ise renkli bir filtre kullanıldığından ışığı neredeyse yarı yarıya azaltıyor. O halde perdeye neden daha yüksek lümenli bir projeksiyon yapılmıyor sorusunu ise sanırım sadece tekniğin yaratıcıları cevaplayabilir. Bu gözlüğün camları diğerlerinin aksine aktif polarize adıyla anılıyor ve pille çalışıyor. Projektörden perdeye oradan da gözlüklere yansıyan kızılötesi ışınlar polarize camları aktive edip önce sol sonra sağ tarafı saniyede toplam 144 kez açıp kapatıyor. Bu kadar zahmetin daha önce izlediğim ona yakın standart IMAX filminden en başarısızının yaşattığı deneyimin bile yanına yaklaşmaya yetmediğini belirtmem gerek.
Filmi ele alacak olursak Hollywood fabrikasının artık bini bir para olan blockbuster kalıplarına döküldüğünü üzülerek söyleyebiliriz. Klasik Pocahontas hikâyesini farklı bir evrende anlatan Cameron senarist olarak bu kez sınıfta kalıyor. O sihirli dokunuşunu kullanmayı unutup filmin görselliğine ve teknolojisine o denli kafa yormuş ki; IMAX için üretilen 40-45 dakikalık görsel malzemelerden daha fazla derinlik ya da heyecan sunamıyor. Filmin büyük kısmı zaten finaldeki savaş sahnelerine hazırlık yapıyor. Bu sırada seyirci sıkılmasın diye ufak heyecanlar yaratılmaya çalışılıyor ancak bunlar ne yazık ki ormanda dost hayvanlardan korktuktan hemen sonra vahşi bir hayvana denk gelmek suretiyle kaçma sekansı (bkz. Jurassic Park ve onlarcası) vahşi bir yaratığa binme-ehlileştirme çabası-sizi sırtından atması (bkz. Shrek, Harry Potter and the Goblet of Fire ve niceleri) gibi ortak ezberlerin tekrarından oluşuyor.
İlk yarısı “bakın nasıl bir gezegen tasarladık, George Lucas mıyız neyiz, bitki örtüsü ne kadar değişik, hayvanlar ne ilginç ve üç boyutlu olarak nasıl gerçek görünüyor” gösterisi olan ve bunu “yeni dünyayı seyirciyle birlikte ilk kez gören, duyan, inceleyen başkarakter” kalıbıyla (bkz. The Matrix ve onlarcası) veren film bu bilindik haliyle zaten 1-0 yenik başlıyor. Eğer gördüklerinden etkilenmeyen, üzerinde oynanmış ejderha ve böceklerden fazlası olmadığını düşünen gruptaysanız sıkılmanız işten değil. Sadece Na’vi ırkının gelişmiş performans yakalama tekniği sayesinde, standart kameraya alınmış herhangi bir insandan daha az gerçek görünmemesini ayakta alkışlayabiliriz.
İkinci yarının büyük kısmına yayılan aksiyon sekanslarına gelirsek eleştirirken yine bir kişilik bölünmesi yaşayabiliriz. Harry Potter and the Half-Blood Prince(2009) filminde Dumbledore’un asasından çıkan bir dakikalık ateş görüntüsü için aylarca çalışıldığını bilip de onlarca kat ateş ve daha fazla yazılım ürünü aksiyon malzemesi özel efektten oluşan Avatar’a hakkını teslim etmemek olmaz. Böyle bir dünya yaratmak yeterince zorken orada aksiyon oluşturmak elbette diğer filmlerden daha zorlayıcı fakat sonuçla ilgilenen izleyicinin tatmin olması zor. Aksiyon yaratma becerisiyle sınıfta kalan yapım peş peşe izlediğimiz Transformers(2007), Quantum of Solace(2008), Star Trek(2009), G.I. Joe: The Rise of Cobra(2009) gibi filmlerin, filmleri kurtarmaya yetmese de nefes kesen sahnelerinin yanında yavaş ve heyecansız kalıyor.
Sinemadan çıkarken kulak misafiri olduğum biri “artık filmler The Matrix’in üzerine yapılıyor” dedi. Fazla iddialı olsa da gerçekçi tarafları olan bu cümle Avatar’ın 10 yaşındaki The Matrix(1999)’e benzerliğini açık ediyor. Neo gibi Jake de hakkında bir şeyler duyduğu Pandora-Matrix evrenine tam anlamıyla isteyerek değil ama şartların sonucu olarak ulaşıyor. İkisi için de “seçilmiş kişi” sözcükleri telaffuz ediliyor. Eğitim alma sırasında Trinity’nin görevini bu kez Neytiri üstleniyor. Neo’ya anlaşma önerip sonra düşman belleyen Agent Smith’in yerinde Quaritch var. Matrix’e-Pandora’ya bağlanma şekillerinin aynılığı aşikâr. İki dünya arasında Neo’nun-Jake’in her seferinde bir öncekinden daha hızlı koşabilmesinden, sonunda o dünyanın en güçlüsü olmalarına varan sayısız benzerlik var.

8 Ocak 2010 Cuma

LOS ABRAZOS ROTOS (2009) by PEDRO ALMODOVAR ****


Öznesini her daim perdenin ortasında tutan, gözlere, dudaklara, yüzlere, mahrem yerlere, bazen de bir daktilonun içine odaklanan makro detaycı kamerasıyla, sinemaya âşık film içinde film çeken yapısıyla, melodramdan vazgeçmeyen tavrı, kırmızısı ve mavisiyle, Penelope Cruz’un güzelliğiyle yoğrulmuş yeni Almodóvar filmi Kırık Kucaklaşmalar gösterimde. Yönetmen Laberinto de pasiones(1982)’den saplantılı aşkı, kısa süre için de olsa Entre Tinieblas(1983) filminden Chus Lampreave’yi, Qué he hecho yo para merecer esto!!(1984)’dan diyalog hızını ve Matador(1986)’dan muhteşem renklerini ödünç alıp önümüze hepsinden daha sade, hem yeni gibi duran hem de eski tatlar barındıran bir sinema ile çıkıyor. Filmin içinde çekilen “Bavullar ve Kadınlar” filmi son kurgusunda Mujeres al borde de un ataque de nervios(1988)’a benziyor. Carne trémula(1997)’daki kadar ateşli olmayan sevişme sahneleri bu kez sadece karakterlerin partnerleriyle ilişkilerini yansıtan kılavuzlar olarak görev yapıyor. Todo sobre mi madre(1999)’nin aksine sıra dışı karakterlere yer vermeyen öyküsü öncekiler kadar şaşırtıcı olmasa da sıkıcılığa düşmüyor. Almodóvar’ın baştan beri her filminde bir öncekinden daha fazla kullandığı ve La mala educacion(2004)’da had safhaya ulaşan cinsel yönelim, sapma ve sapkınlık temalarının Volver(2006) ile birlikte son iki filminde arka plana atılması; yönetmenin daha fazla şaşırtamama kaygısının değil, bunlar olmadan da izlenesi filmler gerçekleştirebileceğinin sınavı gibi. Gerçekten de karşımızda klasik melodram kalıplarına bağlı, Almodóvar’ın defalarca ödüllendirilmiş yazma yeteneği sayesinde izlenebilen bir hikâye var. Filmin asıl başarısı rejisi. Perdede izlediğimiz birinci sınıf görsel sanat ürününde Almodóvar’ın en iyi filmlerindeki vuruculuk ve yaratıcılık, alabildiğine estetize, bale nezaketinde kamera hareketleri var. Öylesine çekilmiş tek kare yok. Her saniyesinde ne göstermesi gerektiğine karar vermiş, kişilikli bir sinema var.
Film bittiğinde yazılar akarken sonuna kadar oturdum. Bir daha perdede bir Almodóvar filmi görebilecek kadar şanslı olur muyum bilmiyordum, tadını sonuna dek çıkarmak istedim.

REQUIEM FOR A VILLAGE

Konya merkeze 95 kilometre
Ankara Kızılay’a 200 kilometre
Bir kasaba
Herkesin gülmeye eğlenmeye mutlu olmaya gayret ettiği
Sokaklarında melankoliye zor rastlanan
İnsanların sizi bağrına basacağı, her seferinde selam verip halinizi soracağı
Sizi severse karsız satış yapacak bakkalların olduğu
Her karşılaşmanızda yedirip içirmeye çalışan ama laf olsun diye değil bunu yürekten isteyen cömert insanların yaşadığı
Bir ramazan boyu akşamları sofranızı yalnız bırakmayacak komşularla dolu
Gördüğü anda yüzü tebessüme teslim olan, içebileceğiniz en güzel çayı demleyip birini bitirmeden diğerini önünüze koyan, bunu aylarca sıkılmadan yapıp tek kuruş almayan bir kahve sahibi ile tanışabileceğiniz
Masaya on bardak içecek getirdiği tepsiyi devirme pahasına tek eline alıp, içinden sizinkini diğer eliyle önünüze servis eden kibar işletmecilerin yaşadığı
Davetlerin, eğlencenin bitmediği
Görüşmekten, sizi gezdirmekten asla bıkmayacak bir halkın yaşadığı
Beğenilerini dillendirmeye erinmeyen, güzel dileklerini sevgilerini esirgemeyen teyzelerin olduğu
Bıkmadan usanmadan her sabah size kahvaltı taşıyan bir iş arkadaşınızın olabileceği
Özel işiniz için kendi işini gücünü bırakıp arabasıyla size 500 kilometre şoförlük yapan, yolda yemek ve tatlı yedirip bir kuruş almadan sağ salim kapınızın önüne geri bırakan dostlar edinebileceğiniz
Saydıklarım maddi görünse de maddeyi esirgememeyi başarabilen insanların hayret edilecek kadar azaldığı dünyamızda bozulmadan kalanların sanki bir araya toplandığı
Türkiye’nin genel duruşunun aksine eşcinselliği ayan beyan ortada, ilişkilerini herkesin gözü önünde yaşamış birini bile masasına oturtup ona arkadaşım demekten çekinmeyen, böyle insanların toplumdan dışlanmaması gerektiğini savunan erkeklerin egemenliğinde
Modifiyesiz, süssüz, entelektüel kaygılarla hamurlaşmamış, kırılmamış, bükülmemiş, unuttuğumuz erkek tanımının sözlük karşılığı adamların olduğu
Aşkı da sevgiyi de bulabileceğiniz
Gittiğiniz için üzüntüleri gözlerinden okunan duygusal insanlarla çevrili
Ve bana ne kadar güvendiğini, sevdiğini göstermek uğruna beş yüz bin TL civarındaki mal varlığını boş senede imza atarak ayağımın altına seren birinin yaşadığı
11 Eylül 2008’de mecburi hizmet için geldiğim Kolukısa kasabasından 08 Ocak 2010’da bir başka mecburi görev için ayrılmak zorunda kaldım.
Kesinlikle yeniden gideceğim.
Size de tavsiye ederim.
Ercan, Akın, Bülent, Yasin, Mehmet, Musa, Adil, Mustafa, Osman, Şükran, Kadir, Hüseyin, Bekir, Hasan, İrfan, Ali, Halil, Hasan, Mecit, Kadir, Fuat, Yusuf bey ve iş arkadaşlarım… Hepinize bu muhteşem 16 ay için teşekkür ediyorum…

7 Ocak 2010 Perşembe

KÖYDE SON GÜN

bütün acıklı şarkıları dinlemek, bağırarak söylemek, oynamıyorum demek, sarhoş olmak, ağlamak istiyorum. gitmek istemiyorum. gidiyorum. lanet olsun.

3 Ocak 2010 Pazar

HALLOWEEN II (2009) by ROB ZOMBIE **


Kişisel fantezileri House of 1000 Corpses(2003) ve özellikle The Devil’s Rejects(2005)’i sinemada izlerken kurdeşen döktüğüm Robert Bartleh Cummings adlı çılgın adam; önüne gelenin devam filmi çektiği Halloween serisine 2007 yılında kendini adayıp öyküyü en baştan ve daha tutarlı şekilde ele almaya çalışmıştı. Ortaya çıkan sonuç gerek sinematografisi, gerek oyunculuğu ve psikolojik tutarlılık gösteren senaryosu ile 1978 yapımı orijinal John Carpenter filminden bu yana yapılmış en iyi Michael Myers filmi olmayı başarmıştı. Özellikle ilk yarı boyunca izlediğimiz Myers’ın çocukluğu sinemanın en ürkütücü portrelerinden biriydi. Dünya çapında 80 milyon dolar gişe de getiren yapım, Jamie Lee Curtis olmadan da Halloween olacağını işaret etti. İki yıl sonra Rob Zombie’nin kendi başlangıcına devam filmi getireceği haberi de bu yüzden heyecan yarattı. Laurie Strode ve Myers’ı canlandıranlar dâhil ekibin büyük kısmı yerli yerindeydi. Yönetmenin filmini piyasadaki diğer korku filmlerinden ortalama 30 dakika daha uzun tutarak seriyi epikleştirme çabası aynen ikinci filmde de devam ediyordu. Ben de sinemadakinden 14 dakika uzun süren “unrated director’s cut” versiyonunu izlemeyi tercih ettim.
İlk filmden ödünç alınmış gibi duran, akıl hastanesinde eve dönmeyi bekleyen çocuk Myers’ın annesiyle yaşadığı sıradan bir anne-oğul anını göstererek başlayan film; on beş yıl sonrasına atlayıp rüya olduğunu anlayana kadar beğendiğimiz 25 dakikalık bir giriş yapıyor. Son dönem Fransız ve Amerikan şiddet pornolarına uygun sertlikte bol kanlı bu sahneler Halloween ruhunu yansıtmasa da hızlı bir açılış yaşatıyor. Yeni saç kesimi, temiz kıyafetleri, hızı ve cool duruşuyla alışık olduğumuzun biraz dışında duran Myers figürü, filme serpiştirilen eğreti medya eleştirisi, lezbiyen karakter ve “golden shower” gibi konularla günümüze uygun bir film zamanı yaratılmaya çalışılmış. Bu duruma gönül rahatlığı ile evet diyebilecek bir Myers hayranı olduğunu sanmıyorum. Michael Myers filmleri bütün teknik yetersizlikleri ve akıl dışılıklarına rağmen serinin takipçileri tarafından yüksek sesli sevinç gösterileri ile izlenir. Zombie’nin 2007’de çıktığı yenilikçi yolu 2009’da fazla amacından saptırdığını düşünüyorum.
Bu filmin önceki dokuz Halloween filminden farklılıklarına gelelim. Seri boyunca konuşmayan Michael’ı önünde duran çocukluğu formundaki hayalet ile dile getiren yönetmen böyle radikal bir değişiklik yapsa da karakterine tek bir işe yarar replik verip efsaneyi derinleştiremiyor. Artık akıl sağlığının olmadığı sır olmayan Michael’ın çoğu sahnede yaptıklarına karar verme mekanizması olarak annesinin hayalinin-hayaletinin gösterilmesi-konuşturulması ise No Country for Old Men(2007)’de “motivasyonsuz kötülük” temasını suç filmlerine yedirdikleri için yere göğe koyulamayan Coen kardeşlerin yaptığının aksine korku filmlerinde zaten olan bu durumun tersini yaratma çabası olarak filmin en çok kan kaybettiren yarasına dönüşüyor. Dr.Samuel Loomis karakterinin de bugüne dek en işlevsiz kaldığı ve hatta özünün çarpıtıldığı filmin bu olması artık affedilecek bir yan bırakmıyor. Finalde maskenin düşmesi ve Myers’ın sakallı, orta yaşlı sıradan bir Amerikalı şeklinde resmedilmesi ise mide bulandırıcı. Peki, neden iki yıldız derseniz, bir Michael Myers filmi izlemek her zaman güzel derim.
Son olarak yeni serinin Zombie’nin karakterleri ile başka bir senarist ve yönetmen tarafından 2011’de gelecek filmle devam edeceğini söyleyelim. Ancak bu sefer hiç ümit yok.

2010

Yeni yıla yaklaşık 200km/saat hızla giden kendi arabamın yan koltuğunda, bir dostumun telefonda sesini duymaya çalışırken, arabadaki diğer beş erkeğin yüksek ses ve coşkuyla 10,9,8,7,6,5,4,3,2,1,0 diye saymasını dinleyerek girdim. Öncesi daha berbattı, sonrası da hatalarla dolu.
31 Aralık akşamı Kolukısa’da işten çıkıp yaklaşık otuz saniye sonra evime girdim. Diyarbakır’da izleyemediğim Muhabbet Kralı 8.Bölüm’ü açtım. Konu; pedofili ve çocuk istismarıydı. Üç buçuk saatlik programın ilk iki buçuk saatinde arayıp on küsur yıl önce tacize-tecavüze uğrayan çocuklarını-yakınlarını salya sümük ağlayarak anlatanları dinlerken kendi kendime ne yapıyorum diyerek evden çıktım. Arkadaş bolluğu yaşasam da o gece nasıl olduğumu merak eden yalnızca bir kişi vardı, onunla da hatların azizliğinden uzun konuşamadık. Köyün en sevdiğim bakkalında yarım saat geçirdikten sonra davetli olduğum bir köy odasına uğradım. Her zaman içki içen ahali yılbaşı gecesi diye içmiyor, zararın neresinden dönersek kar diyordu. Müzik dinlemek de istemeyen bu on kişilik grup internetten VCD formatında indirilmiş tamamı Türkçe, video piyasası için üretilmiş beşinci sınıf filmlerle dolu pazar poşetinden izleyecek karılı kızlı bir film bulmak uğruna yaklaşık bir buçuk saat harcadıklarında, yeni yıla bu odada gireceğime evimin tuvaletinde girerim daha iyi diye düşündüm. Saat 23’ü geçerken gelen pavyona gitme teklifine de bu yüzden düşünmeden atlamış olsam gerek. Oysaki artık beni açmayan gazino ortamını aylar önce bırakmıştım. Elbette ortamın açmaması bahane, gerçek gitmeme sebebim benim “saplantılı aşk” detoksumdu. Boş bulunup et yemiş vejetaryen gibi daha köyün çıkışında pişman oldum ama ne fayda. Bir adet hiç tanımadığım adam, bir adet sadece adını bildiğim adam, bir adet hapisten yeni çıkmış ve üç hafta sonra en az on yıllığına hapse girecek tecavüzcü-gaspçı-hırsız adam, bir dost ve dostumun arkadaşı ile son sürat giderken yeni yıla girdim. Gittiğimiz gazino yılbaşı gecesi sebebiyle olsa gerek, daha çok aile gazinosu kıvamındaydı. Etrafta koşturan çocuklar kesinlikle bizim her seferinde vurulma tehlikesi geçirdiğimiz mekânı yumuşatmıştı. Saat 03’te gelen polisler yüzünden eğlence bitti ve biz bir termal otelin müşterileri için yaptığı yılbaşı programına katılmak üzere yeniden yola çıktık. Gittiğimiz yerde bir daha rakılar açıldı, balık ve kavurmalar geldi, mezeler yendi. Tecavüzcü arkadaş içtikçe çocuklaştı ve Recep İvedik taklitleriyle ortamın en büyük eğlencesi oldu. Saatler sonra, daha önce birini vurduğu ruhsatsız tabancayı yanında taşıdığını görünce nedenini sordum. “Bu ilçenin en belalı ve büyük insanlarından ikisini bıçaklamıştım. Karşılaşırsak beni vururlar, kendimi korumak için getirdim” dedi. Özrü kabahatinden büyük. Neyse ki hayatını suça adamış bu adam da beni çok sevdi ve ilerleyen saatlerde kanka olduk. Hatta kendini bana fedai tayin etti, benim ilişki ağlarımı nasıl yönettiğimi bilmediğinden, sağ olsun. Yeni yılın ilk güneşi görünmeye başladığında altı sarhoş adam ve bir ruhsatsız-aranan tabanca, polis ve jandarma çevirmelerine takılmadan köyüne döndü. Bu sıra dışı gecenin diyeti ise ertesi sabah bana fena yazıldı. Altı ay hisler besleyip iki aydır kurtulduğum köylü çirkinine yeniden düştüm. Gece boyunca çeşitli yollarla birbirimize söylediklerimiz ikimizin de hala aynı şeyleri hissettiğinin ancak bastırdığımızın işaretçisiydi. Eve gelip ayıldıktan sonra ilk işim onu özlemek oldu. Görme isteği, acaba nerede merakı, aramaya dayanamama, beni neden aramıyor histerisi, sinir, öfke, üzüntü… Bir mutlu gece karşılığında büyük bir bedel oldu. İçki gerçekten bu kötülüğün anası oldu. Neyse ki aşktan ölmeden gideceğim buradan. Neyse ki aynadan geçmek için yaralanmayı göze alacak kadar vaktim kalmadı. Alın beni askere hadi. Bir daha dayanamam beni bu kadar çok seven ama iyiliğim için uzak duran çirkin ve pis birini sevmeye.

2 Ocak 2010 Cumartesi

THE CRYING GAME (1992) by NEIL JORDAN ***


Neil Jordan bu filmiyle 1993 yılında 6 dalda aday olduğu Oscar’lardan “En iyi film” ve “En iyi yönetmen” ödüllerini Unforgiven(1992) ile Clint Eastwood’a kaptırsa da benim için daha önemli olan “En iyi senaryo” ödülünü o yıllar için cesur sayılabilecek hikâyesiyle almayı başarmıştı. İlk yarım saatinde muhteşem bir rehine-rehin alan ilişkisi kuran film ne yazık ki günümüzden bakıldığından geri kalanıyla zamana yenilmiş görünüyor.

GÖLGESİZLER (2009) by ÜMİT ÜNAL **-


Hasan Ali Toptaş’ın filmin merak ettirme yetisi sayesinde en kısa sürede okumaya karar verdiğim kitabından uyarlanan Gölgesizler, Ümit Ünal’ın en büyük bütçeli ve iddialı projesi olarak karşımızda duruyor. Kitabın hayranlarına rağmen gişede başarı yakalayamayan ilginç bir film bu. Yazarlık müessesesi, devlet millet ilişkileri, insan doğası ve daha bir dolu meseleye metaforlar üzerinden ilerleyen bir metin ve masalsı bir tonla yaklaşan yapım, ilk saniyesinden itibaren büyük ilgiyle izlense de tespihtekinin aksine oturmamış taşların duyurduğu gıcırtının verdiği rahatsızlık sonucu toplamıyla alkışlanamıyor. Güvercin-ayı, muhtar-devlet, delirten olmak-deli demek, üzerini örtmek-sesini duymaya devam etmek, ne yapacağını bilememek-bölünmek, diyalog yazmak ve bunu görselleştirebilmek üzerine birkaç ehil ile tartışılması gereken filmin atmosferine süresi boyunca en büyük zararı para yatırdığı her sahnede radyodan şarkı söylemeye çalışan Candan Erçetin verse de, sanatçı aynı zamanda duyulmuş en güzel Türkçe özgün film şarkılarından birini yazdığı yapımın finalde coşkuyla huzurlarımızdan ayrılmasına yardımcı oluyor.

AŞK TUTULMASI (2008) by MURAT ŞEKER –


Yeni yılın ilk filmi bu olsun istemezdim ama akıl tutulması yaşayıp bir grup insanla birlikte televizyondan maruz kaldım. Elbette yorum yapacak bir sinema yok ortada.

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...