24 Mayıs 2010 Pazartesi

A NIGHTMARE ON ELM STREET (2010) by SAMUEL BAYER *-


Yeni bir Elm Sokağı filmi geldiğini ve Jerry Bruckheimer’in yapımcı koltuğunda oturduğunu duyduğumda çeyrek asırlık serinin görmediği-ihtiyaç duymadığı görsel efektlerle dolu, sert ama boş bir film izleyeceğimizi düşünmüş, yine de vasatlığa erişebilen fragmandan sonra kendimi boş umutlara bırakmıştım. Gösterime girdiği ilk gün, sadık bir hayranın yapması gerektiği gibi biletimi alıp koltuğa kuruldum.
Sıçratmaya odaklanmayan, ölçülü olduğu için beğendiğim bir açılış yaptı film. Efekte ve kana bulanmamış, son dönem şiddet pornosuna yüz vermeyecek gibi duran 2010 model Freddy, hoş jeneriğinin ardından serinin 1984 tarihli Wes Craven imzalı ilk filminin yeniden çevrimi olarak, hikâyeyi baştan kurmaya yöneldi. Burada düşülen ölümcül hata; yapımcıların, DVD kopyaları her yerde bulunabilen muhteşem-orijinal ilk filmi yok sayıp seyirciyi de konudan habersiz zanneden bir yeniden çevrim yapmanın yersiz olduğunu fark etmemiş olmaları. Hiç kimse bu yeni filme Krueger’ın suçlu mu yoksa masum mu olduğu hakkındaki evrenin sırrı mertebesinde bulunan soruya cevap almak için gitmiyor. Film, tüm ayrıntıları bilinen efsanenin çıkış noktasını allayıp pullamak yerine yaratıcı rüya sahnelerine ve orijinal yapıtı başarılı kılan derinlikleri anlamaya yönelseydi, belki bir şansı olabilirdi.
45 yaşındaki klip yönetmeni Samuel Bayer’e teslim edilen film, yönetmenin ilk uzun metrajı. Todd Field filmi Little Children(2006) ile yeteneğini ilan eden ve sübyancı performansıyla Oscar adaylığı kapan Jackie Earle Haley ise bu filmde vazgeçilmez Krueger Robert Englund’a kıyasla başarısız. Yapılan Krueger makyajı, gerçekten yanmış bir deriye benzesin diye uğraşılmış ancak fazla iyi olmak, bu seriye kötü gelen bir şey. Haley’i seçerken “sübyancı rolünü kime oynatabiliriz, dur bakalım bu tarz bir rolü daha önce başarıyla oynamış kim var, tamam hadi bu olsun” mantıksızlığıyla hareket ettikleri belli olan yaratıcı ekibin karakteri hiç anlamamakla birlikte, perdede göründüğü 2-3 dakikalık makyajsız sürenin çoğunu da koşarak geçirdiği için performansı havada kalan aktörün kariyerine zarar verdiklerinden haberleri olmasa gerek.
Haley’in Freddy Krueger’ı ne orijinal filmdeki kadar korkutucu ne de takip eden filmlerdeki gibi şovmen. Arada, silik, herhangi bir figür gibi.
Filmin tek ele gelir yanı ise uykuya direnen gençlerin mikro-dalmalar yaşamaları fikri. Değerlendirilememiş olsa da.

ICE AGE: DAWN OF THE DINOSAURS (2009) by CARLOS SALDANHA-MIKE THURMEIER **


Hit serinin son filmi Dinozorların Şafağı; seriyi bilenler için yeni bir bölüm olmaktan, yeni bir macera sunmaktan öteye gidemiyor. Sevilmek için üretilmiş karakterlerine buzulların altında keşfettikleri dünyada yeni heyecanlar yaşatan ekip, eğlendirebilmiş olmayı umut ederek huzurlarımızdan ayrılıyor. Büyükleri de sıkmayacak, izlendikten sonra unutulacak, ortalama bir lunapark eğlencesi.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

GREEN ZONE (2010) by PAUL GREENGRASS *-


Doug Liman’dan enkaz devralıp şahlandırdığı serinin ikinci ve üçüncü filmleri The Bourne Supremacy(2004) ile The Bourne Ultimatum(2007)‘u izlemiş, Paul Greengrass’ın becerisine hayran kalmış, yönetmenin kullanışı sayesinde Matt Damon’u daha önce hiç hazzetmemenize rağmen sevmişseniz ve Green Zone’u bu tarz sebeplerle merak ediyorsanız, bırakın aklınızda kalsın.
Yeşil Bölge, ABD'nin Irak'a girmek için kimyasal silahlanmayı bahane ettiği ve gerçekte böyle bir şey olmadığı cümlelerine sırtını dayayan, ne yazık ki popülaritesini yitirmiş bu gerçekten fazlaca medet uman bir film. İlk saatini bu tezi daha önce hiç duymadığımızı varsayarak gerilim tırmandırma numaralarıyla harcayan senaryo, saatin sonunda bildik cümleyi büyük sürpriz gibi sununca, ara versek de karakterler şoku atlatsa diye geçiriyoruz içimizden. Ardından küflü gerçeği keşfeden Miller’in büyük haberi(!) diğer karakterlere iletme çabasını ve daha kötüsü her duyanın şaşırışını izliyoruz. Elbette film zamanı işgalin başlarına denk geldiğinden herkes vermesi gereken tepkiyi veriyor ancak filmi 2010 yılında izleyen seyirci için anlam ifade etmiyor.
Greengrass bol replik yüzünden kamerasını konuşturamıyor, sahneler uzadıkça sıkıcılaşıyor. Finale yakın gerçekleşen tek aksiyon sahnesinde gündüz vakti Londra'da Bourne ile yaptığı şeyi Bağdat kaosunda karanlıkta yapmaya çalışınca perdede ne olduğunu takip etmek iyice zorlaşıyor. Elinizde gayet iyi bir yöntem olsa da, her aksiyon sahnesinin aynı şekilde çekilemeyeceğini biri Greengrass’a anlatmalı. Büyük umutlarla başına oturmanıza rağmen bitse de gitsek dedirten, bahsettiğim ikiliye hayranlığınızı kaybetmemek adına uzak durmanız gereken, belki cesur ancak gecikmiş, nafile bir çaba.

A SERIOUS MAN (2009) by JOEL-ETHAN COEN ****


A Serious Man; Coen kardeşlerden Barton Fink(1991)’ten bu yana benzer sinemasal tatlara sahip bir film bekleyenler için mücevher değerinde.
Filmin, Inglourious Basteds(2009)’in açılış sahnesini öve öve bitiremeyenlerin bayılacaklarını düşündüğüm girişi; Coen’lerin bütünden bağımsız görünse de seyirciyi çok iyi bir film izleyecekleri konusunda ikna ettikleri sekiz dakikalık bir şölen sunuyor. Yalnızca bu sekans bile kardeşlerin neden dünya çapında saygı gördüklerini bir kez daha anlaşılır hale getiriyor.
No Country for Old Men(2007) ile Oscar aldıklarında hayretimi gizleyemediğim yönetmenlerin elbette bu ödüle layık olduklarını inkâr etmiyordum fakat nedense bol üretme hastalıkları sebebiyle, her filmleri aynı seviyede olmuyor. İhtiyarlara Yer Yok’u çektikleri sırada eski başarılarını göz önünde bulunduran Akademi filmi taçlandırmıştı ancak kesinlikle ödülü hak ettikleri film o değildi. İşte şimdi karşımızda Barton Fink(1991), Fargo(1996), The Big Lebowski(1998) düzeyinde iyi, yepyeni bir iş var.
Onlarcası gibi arızalı Amerikan banliyösünü anlatır şekilde dursa da, aslında film sadece seyirciye şov yapıyor. Bu şovun yıldızları ise Joel ve Ethan Coen. A Serious Man, giriş gelişme sonuç ya da dramatik yapı kurmak gibi teknik detaylarla ilgilenmiyor. Film, bir yerden başlayıp başka bir yere varmıyor. Geri dönmüyor, ileri sarmıyor, paralel kurgu ya da atlamalarla uğraşmıyor. Bir sahne açılıyor, atmosferini kuruyor, içindeki tüm karakterleri gerçek kılıyor, kusursuz repliklerini okutuyor ve kapanıyor. Sonra bir yenisi başlıyor, aynı başarıyla bitiyor. Birbirini tanıyan yığınla karakterin bu mükemmel başlayıp biten uç uca eklenmiş sahneleri filmi ne bütüne götürüyor ne de kopukluk hissi yaratıyor. Her milimetresi o denli iyi ki, seyirciyi hipnotize ediyor.
Aday olduğu en iyi film ve en iyi senaryo Oscar’larını sonuna dek hak eden, en iyi film heykelini Avatar(2009) ile paylaşıp, senaryo ödülünü tek başına evine götürmesi gereken, geçen yılki törenin en iyi iki filminden biri.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

THE SECRET OF KELLS (2009) by TOM MOORE-NORA TWOMEY ***


Yıl içinde pek ismi geçmese de Akademi’nin kayıtsız kalmadığı İrlanda animasyonu The Secret of Kells, iki boyutlu animasyonla üç boyutlu arka planları birleştirerek yaratıcı çizimlerle dolu özel bir seyirlik sunuyor. Özellikle Brendan’ın Crom Cruach’ın kristal gözünü almaya çalıştığı bölüm, aşina olduğumuz bir imajdan, yaratıcı ve heyecanlı bir sahne çekilebileceğinin en güzel örneği. Konusu tarih bilgisine dayanan, eğlenceli olmaktan çok farkındalık yaratmaya çabalayan ve Oscar listesinde adı Fantastic Mr.Fox ve Coraline’ın altında, Up ve The Princess and the Frog’un üstünde yazması gereken bir film.

7 Mayıs 2010 Cuma

HİSSETTİM

Bugün, uzun zaman sonra ilk kez, hislerim var. Ocak ayının ortalarında kendi aptallığımla cennetimi terkimin ardından düştüğüm paralel evrende uyum ve hayatta kalma çabam, duygulanmamı sekteye uğratmıştı. Dünkü yeni bebek yazım, eskiden beri gelen hislerin yansımasıydı. O anda hissetmiyor, öyle olduğuna kanaat getirdiğim gerçekleri sıralıyordum. Bugün ise hislerim var. Nasıl hisler mi? İlgi çekememe. Parlayamama. Reddedilme korkusu. Yumuşama. Biri hakkında düşünme. Aynı odada gülümseme isteği. Köşe kapmacadan utanma.
Beni bir şey mutlu eder. O yoksa geri kalan her şeyin birleşimi bile işe yaramaz. Aylardır beni mutlu edecek o şey yoktu. Şimdi mutsuz edecek bir şeyim var.
Operasyon sonrası geçirdiğim rahatsızlık sonucu aldığım on günlük istirahatın tam orta yerinde can sıkıntısından, künt duygu durumumun hareketlenmesi anormal görünmüyor. Peki ya duygularımın boktanlığı. Salaklığım. Acizliğim?
Hayattan milyonlarca şey istiyorum. Bunların en büyüğü yönetmen olmak ve diğerleri aşağı doğru indikçe nispeten kolay ve ulaşılabilir maddeler. Ama bir şey var ki her geçen gün daha yüksek bir rafta görüyorum. İmkânsız gibi. Zor gibi. Olur gibi. Olmaz gibi. Zor gibi. İmkânsız gibi. Ben o rafa uzanamam, o benim başıma düşmez gibi. Zor bulunan bir şey değil, etrafta binlercesi var gibi. Ama bana yok gibi. Yok.
Bu yoksunluk delirtici. Rahatsızlık verici. On bir yıl önceki gibi.
Oyunlarım eskidi. Benim için eskidi. Kuralları tek bilen ben olduğum için, oynattığıma belki heyecan verici. Ama bilmez ki ne için bunca çaba. O eğleniyoruz sanırken benim amacım yola getirmek. Yolu yürümesi. Benimle gelmesi. Kazanması. Kazamam. Ama oyunum kısır. Sonunda kazanan yok. Oyunumun son aşaması gerçekliğe kapalı.
Oyuncu buluyor, hazırlıyor, oynatıyor, istediğim konuma getiriyorum. İstediğimi yalan beyan ettiğim konuma. O kazandık sanıyor. Ben mutsuz.
Dokuz harfli. Tek nefeste.

EVİMİN YENİ SAHİB(ES)İ (07.05.2010)

Kovulduğum cennetime benim yerime atanan doktorun bir hanım olduğu haberi şaşırtıcı. Birinin o kasabada duygusal anlamda benim yerimi alma ihtimali sıfıra indi. Benim kıskanacak bir odak bulma şansım da öyle. Gelen doktordan nefret edemem artık. Onu öldürmek isteyemem. Kulis yapamam. Zehrimi boşaltamam. Rahatlayamam. Çünkü o bir hanım. Orada beni mutlu eden hiçbir aktiviteye dâhil olamayacak. Sevilemeyecek benim kadar. Girip çıkamayacak. İçinde olamayacak. Bu benim için hem rahatlatıcı hem çıldırtıcı. Rakibim olamayacak. Bunu beklemiyordum.

6 Mayıs 2010 Perşembe

İBRAHİM


22 Ocak 1998’de bir İbrahim kaybettik. 12 yıl sonra, birazdan, yeni bir İbrahim’imiz olacak.
Eminim ki; zaten sahip olduğumuz İbrahim bizi bırakıp gitmeseydi, hayatımıza başka İbrahim giremezdi. Ablam, üçüncü oğlunu doğuruyor olmazdı. Annem bu doğuma tek başına şehirlerarası otobüs kullanarak gitmezdi. Çünkü babam onu kraliçe gibi yaşatmaya devam ederdi. Ben Şırnak’ın dağlarında tabip asteğmen olarak bulunmazdım. Çünkü doktor olmazdım. Bu yazıyı yazamazdım. Ya da buna benzer başkasını. Belki hiç yazı yazmamış olurdum ömrümce. Çünkü imkânsız bir sevginin peşinde sekiz yıl ağlamamış, evli ve çocuklu birine bu denli bel bağlamamış olurdum. Köylü çirkini sadece çirkin bir köylüden ibaret olurdu. Arkadaşlarımı bile farklı yöntemlerle seçerdim. Başka türlü olurdum. Ablam başka türlü olurdu. Annem başka türlü olurdu. Çevremiz, arabamız, evimiz başka olurdu. Daha kötü ya da iyi, ama başka. Bir erkeğin evinde büyümüş insanlar olurduk. Bir erkeğin hatalarının sonucu. Bir erkeğin koruduğu. Bu kadar küçük yaşta erkek olmaya zorlanmazdık. Ya da bu kadar çok erkeğin erkekliğine takılmazdık.
12 yıl önce babamızı kaybettik. Benim asla oğluma adını vermeyeceğimi söylediğim babamızı. Eski bir isim olduğu için, ölen babanın isminin toruna verilmesi gerekliliğine karşı çıktığım için ama gerçekte ona bizi bırakıp gitmesi nedeniyle çok ama çok kızgın olduğum için.
İbrahim geliyor. Kaybettiğimiz olmadığını biliyorum. Sevip sevmeyeceğimi bilmiyorum. Ama dışarıdaki fırtınaya-kurşunlara-bombalara-sefalete-saçmalığa rağmen içime huzur veriyor.
Bu yazı, anlayacak yaşa geldiğinde nasıl bir aileye doğduğunu anlamlandırabilmen için İbrahim. Eğer olamazsan, ihtimali büyük, neden normal olamadığına sebep bulman için bir başlangıç noktası. Babasının prenses kızıyken bir anda babasız kızlar balosuna gitmek zorunda kalan annenin, paramparça dünyasından sana dokunmaya yeltenmeyen anneannenin ve hiçbir hediyenin verilmediği dayının ve senin adının babasının öyküsünün üstü kapalı özeti.
İyi ki doğdun?

2 Mayıs 2010 Pazar

CORALINE (2009) by HENRY SELICK ***


Geçen yılın en iyi animasyon dalındaki beş Oscar adayından biri olan Henry Selick imzalı Coraline, listedeki diğer dört filmin aksine ürkütücü olma iddiasındaydı.
Tim Burton ile birlikte hayata geçirdikleri The Nightmare Before Christmas(1993) ile saygı görmeye başlayan Selick, kitap uyarlaması Coraline’da büyükleri bile germeyi başaran bir atmosfer yaratmış. Başkarakterin isminin Caroline değil Coraline olması ile başlayan “umduğunuz kadar tatlı bir animasyon değil bu” iddiasını ilk yarıda gerçekleyebilse de, bir yere varmayan ve ilginçliğini yitiren hikâye nedeniyle yarım başarılmış bir cesaret örneği olarak kalıyor yapım. Alice’in tavşan deliğinden geçip aksine karanlık bir evrene açılmaya çabalasa da; kedisini, geçidini, kötü kalpli cadısını ödünç aldığı ilham perisini özlemle yâd ettirmekten başka da pek işe yaramıyor.

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...