26 Temmuz 2010 Pazartesi

I LOVE YOU PHILLIP MORRIS (2009) by GLENN FICARRA-JOHN REQUA **-


Küçük yaşlarda evlatlık olduğunu öğrendikten sonra öz ailesini bulmak için polis olan ancak annesi ile ilk karşılaşmaları fiyaskoyla sonuçlanan Steven; evli, çocuklu ve eşcinseldir. Geçirdiği trafik kazasının ardından düzenli hayatı bırakıp geri kalan günlerini istediği gibi yaşamaya karar veren kahramanımız, her şeyin en pahalısına takıldığı yeni hayatını dolandırıcılık yaparak finanse etmeye başlar ve çok geçmeden hapse düşer. Jim Carrey’in hayat verdiği Steven, parmaklıklar ardında Ewan McGregor’un oynadığı Phillip Morris ile tanışır ve aralarında büyük bir aşk başlar.
Filmin rengi sarıdır. Hava hep güneşli, gökyüzü mavidir.
İkili hapisten çıkmanın yolunu bulur ve zengin hayatı yaşamaya başlar. Bunun yolu da elbette Steven’in akıl almaz kurnazlıkları ve dolandırıcılığından geçmektedir. Bir süre sonra sevdiği adamın gerçek kimliğini öğrenen Phillip, Steven’i terk eder. Sonrası trajikomik bir Catch Me If You Can(2002) öyküsüne dönüşür.
Senaryosu baştan sona zekice ayrıntılarla dolu, kurgusu hoş sürprizler içeren, eğlenceli müziklere ve yıldız oyunculara sahip bir filmin bunca iyi parçaya rağmen bütünde kalitesiz görünmesinin sebebi ise başarısız yönetmenlik. Gladiator(2000)’a varan seen-it-before sahneler, kendi içinde başarısız ve sonrakiyle de uyumsuz planlar gördüklerimizden ve duyduklarımızdan zevk almamızı engelliyor. Jim Carrey’e yazılan rol Liar Liar(1997)’dan Fun with Dick and Jane(200)’e uzanıyor. Carrey’in taviz vermediği yüzü Steven’i bir nebze kurtarsa da, Ewan McGregor gay karakter klişelerinin füzyonundan ibaret kalıyor.
Film gerçekte ne gay filmi ne de gay-friendly. Baştan sona Jim Carrey komedisi.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

AN EDUCATION (2009) by LONE SCHERIG *-


Oxford’a gitmek isteyen, sanatla ilgilenen 16 yaşındaki lise öğrencisi kızımızın evden çıkmayan ve sadece kızının eğitimi üzerine kafa yoruyormuş gibi görünen despot bir babası ve o babaya bel bağlamış ev hanımı bir annesi vardır. Yaşıtları daha sevgili kavramından habersizken bizim kızımız erkek arkadaşını ailesiyle tanışması için çay partisine çağırır ama elbette işler yolunda gitmez. Yağmurlu bir günde kızımızın çellosunun ıslanmasına dayanamayan orta yaşlı oldukça zengin ve iyi görünümlü bir adam, özel üretim arabasıyla ona yaklaşır. Kızı kendi imkânlarıyla asla gidemeyeceği bir konsere davet eder; kız yanlarındaki, adamın arkadaşı çiftin aptal sarışın kadın tarafına yaşına rağmen bildikleriyle müthiş bir tezat oluşturur. Elbette sarışınımızın da masum liseli kızımıza öğreteceği kadınlık dersleri vardır. Böylece her şeyin olması gerektiği gibi fakat olmaması gereken bir hızla gerçekleştiği inorganik senaryo yapısı tüm rahatsız ediciliği ile karşımızda kurulur. Kızımız lüks lokantadan 23.35’te eve döndüğünde 19.00’da biten yemeklerinin bulaşığını yıkamaya devam eden annesi elbette mutfakta hazır beklemektedir. Onun gibi olmamaya karar veren Jenny mutfaktan çıkarken aslında babasının ona inşa ettiği kutudan çıkmaktadır.
Yılın En İyi Filmi, En İyi Uyarlama Senaryosu ve En İyi Kadın Oyuncusu dallarında Oscar adayı olmayı başarmış ama çok şükür alamamış bu sıkıcı İngiliz dersi kızların okumalarının ve kendi ayakları üzerinde durmalarının önemi üzerine gibi duran, memur zihniyetini ve geri kafalı aileleri karikatürleştirirken karşısına konuşlandırdığı bohem hayatı fırsatçılıkla özdeşleştiren, ne anlatmaya çalışsa eline yüzüne bulaştıran kötü bir film.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

SİYAH-SİYAH

Yine birini gördüm. Hoşlandım. Yaklaşmanın yolunu buldum. Kendimi tanıttım. İlgisini çektim. Mesafeli durdum. Çevresindeki herkese kötü, ona iyi davrandım. Onu çevresinden üstün tuttum. Sonra kelimelere döktüm. Özelsin dedim. Güzelsin dedim. Gururunu okşadım. Gülümsedim. İlgilendim. Dile benden ne dilersen dedim. Çok az insan ilgimi çeker, sen onlardan birisin yaptım. İnandırdım. Bir hediye verdim. Hoşuna gittim. Beni hayal kırıklığına uğratmasını sağladım. Surat astım. Sitem ettim. Kendini kötü hissettirdim. Üzdüm. Kalbimi kazanmaya çalıştırdım. Ağzıma geleni söyledim. Kırdın beni, üzdün beni, seni böyle bilmezdim, nedir bu benim güvendiğim insanlardan çektiğim dedim. Affetmem için her şeyi yapacak duruma getirdim. Ama ne istediğimi söyleyemedim. Sen çok güzelsin, bugün benimle gelir misin, bir ömür beni çeker misin diyemedim. Diyemezdim. Dedirtmediniz. Bütün sevdiklerim. Ömür boyu mutsuz kalacak olmamın sebebi sizsiniz. Olan iki ayıma daha oldu. Olan, tutkumdan habersiz oyunuma alet olan o siyaha oldu. Kalbimden açamadığım o muhteşem tutkuya oldu. Sahi ben ne zaman mutlu olacağım?




El secreto de sus ojos(2009) filminin yıldızı Soledad Villamil, Tuğba Ekinci'nin ikizi değil mi?

11 Temmuz 2010 Pazar

EL SECRETO DE SUS OJOS (2009) by JUAN JOSE CAMPANELLA ***-


Tren istasyondan ayrılırken belli belirsiz bir kadın silueti peronda koşmaktadır. Yıllardır açıklayamadığı aşkını haykırırcasına koşarken raylara düşecek gibi olur. Ne kadar koşsa da nafile, tren uzaklaşır gider.
Emekli bir kâtip yazmaya çalıştığı roman için anılarını yoklamaktadır. Gözünün önüne belli belirsiz, bu görüntüler gelir. Zaten anı dediğin nedir ki. Hafızamız onları netleştirirken yeniden şekillendirir.
Emekli kâtip Benjamin’in 25 yıldır tutku haline getirdiği davayı kitaplaştırmak için yeterince sebebi vardır. Bu davanın kahramanlarından ikisi, hayatı boyunca gördüğü en büyük aşkı yaşamıştır. Tecavüze uğrayıp öldürülen genç öğretmenin kocası; merhum eşini asla unutmaz, yerine başkasını koymaya çalışmaz, hayatına devam edemez.
Gençken aşkına bir türlü açılamayan, evlenmesine, çocuk sahibi olmasına öylece bakan ve duygularını bakışları dışında ifade edemeyen kâtip, boşa yaşanmış saydığı ömrünü yazıya dökerken; biz de hafıza ve anılarla ilgili bir polisiye film izleriz.
2009’un Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ını alan Arjantin yapımı Gözlerindeki Sır; tertemiz çekilmiş, klasik bir polisiye. Nasıl yapıldığı düşündürücü tek planlık stadyum sahnesi dışında sade ve cazibesiz. Onu yılın en iyisi yapan ise şüphesiz barındırdığı tutku.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

WATCHMEN ULTIMATE CUT(2009) by ZACK SNYDER **-


Watchmen; karakterlerini tarihin önemli anlarına konuşlandıran açılış jeneriğinin ardından başkarakterlerinden Komedyen-Ed Blake’in cinayetini izletiyor. Oldukça estetik kaydedilen bu sahnenin ardından ne süperlikleri olduğu bile muğlâk bırakılan kahramanları tanımaya başlıyoruz. 215 dakikalık bu kurgunun acelesinin olmadığı ortada. Yine de sıkıcı ayrıntılara girilmiyor.
300(2006)‘da yaptığı iş ile estetikten başka kaygısı yokmuş gibi duran Snyder bu sefer dünyanın büyük kısmında neredeyse hiç tanınmayan Watchmen ile ilgili bilinç yaratmaya çalışıyor. Anlamsız aksiyona, cilaya, görülmemiş teknolojilere ya da afili sözlere yer vermiyor. Bu yönleriyle diğer süper- filmlerinden ayrılan Watchmen ne yazık ki elindekiler ile de özgün ya da özel olamıyor. Kahramanlarının icraatlarından çok kahraman olma ve kahramana ihtiyaç duyul(ma)ma, unutul(ma)ma mevzularına dalan film, perdede akıp gidiyor ve sessizce bitiyor.

3 Temmuz 2010 Cumartesi

SEX AND THE CITY 2 (2010) by MICHAEL PATRICK KING ****


HBO’nun dünyaya armağanı muhteşem serilerden 1998 tarihli Sex and the City; Candace Bushnell’in aynı adlı kitabından Darren Star tarafından beyazcama uyarlanmış, ufak tefek tökezlemeleri olsa da yaratıcı kadrosunun istikrarı sayesinde ismini en iyiler arasına yazdırmıştı. 94 bölümlük serinin 10 bölümünü çekerek en çok yönetmenlik yapan isim olan Michael Patrick King, dizinin son arzından dört yıl sonra aynı adlı sinema filmini yazıp yönetmişti. Televizyonun havasını çoğunlukla yakalamış ve 65 milyon dolarlık bütçesine karşın dünya çapında 415 milyon dolar gelir elde ederek serinin sinemada yaşamasını garantilemişti. Öyle de oldu ve iki yıl sonra iki saat daha Sex and the City dünyasında gezme şansı verdi bize King. İflah olmaz fanatiklerin o özel müziği bir kez daha duymak için dahi sinemalara koşma sebebi olan filmin varlığı bazılarını nedense rahatsız etti ve yapım bu kez yerden yere vuruldu. Beğenilmemesinin en büyük nedeni salona koşarak gidenlerin perdede özgür seksi savunan güçlü bekâr kadınları bulamaması, geri kalan izleyicinin ise seriye hâkim olmadıkları ve karakterleri bütün ayrıntılarıyla tanımadıkları için sıkılmaları. İkinci grup için yapılacak pek fazla şey yok. On iki yıllık SATC tarihini filmde yeniden anlatmak mümkün değil ve/ya herkesi habersiz sanıp öyküyü sıfırdan kurmak ölümcül hata.

İlk grubun beğenmeyenlerinin sorunu bence seriyi yalnız ana hatlarıyla hatırlıyor olmaları. Bunun sorumlusu ise medya. Yıllardır diziyi izlemeyenlere “bekâr ve güzel kadınlar New York sokaklarında erkek gibi seks yaparlar” şeklinde özetlendi yapım. Diziyi baştan sona izleyip kabuğun altındakilere vakıf olan kemik kitle, bitişinin üzerinden altı yıl geçmesi ve hafıza süzgeçlerimizin yönlendirilmeye oldukça açık oluşu gibi sebeplerle ayrıntıları unutup SATC ruhunu izlemeyenler gibi yukarıdaki cümleye indirgediler. Öyle olunca da Samantha dışında kimsenin sevişmediği bir SATC’yi beğenmediler. Oysa karakterler bütün otuzlu yaşları boyunca özgürce seks yaptılar. Âşık oldular, kör randevulara gittiler, eğlendiler, çılgınlıkta rakip tanımadılar. Sonra yaşları ilerlemeye başladı. Yalnızlıkları arttı. Eğlence artık o kadar da eğlenceli gelmemeye başladı. Çocuk hayali kuranlar oldu. Büyük güzel evler düşleyenler. Ve her biri kendi yolunu seçti. Carrie büyük aşkından asla vazgeçmedi. Miranda kariyerine bir çocuk ve mantıkla sevilen Steve’i ekledi. Charlotte hayallerindeki ideal kocayı(eşi demiyorum) buldu ve anne oldu. Samantha ise seksten ve zevkten vazgeçmedi ve her şeyin yaşla ilgisi olmadığını gösterdi.

Bu bölümde Carrie büyük aşkıyla yaptığı düğünün ardından hayallerinin evini döşemeye iki yılını ayırmıştır. Bir kanepe için bir buçuk yıl bekleme listesinde olacak kadar özenmiş ve sonuçta oldukça zevkli bir yaşam alanına sahip olmuştur. Evliliğin ilk yılı üzerine yazdığı yeni kitabı çıkmak üzeredir. Bu sırada yüzyılın sorularından biri daha kapısını çalar. Büyük aşka kavuşunca yeni amaç ne olmalı? Elbette akla ilk gelen cevap çocuk olur ve sadece SATC’nin verebileceği bir cevap gelir karşımıza. Bu ruhun 1998 SATC ruhundan daha ev hanımı bir yanı yoktur, beğenmeyenler anlamamıştır o kadar. Carrie’nin yeni kitabının eleştirmenlerce beğenilmemesi bile filmin bazı hafızasızlarca beğenilmeyeceği ile ilgili senaristin olağanüstü öngörüsüdür. Anlayana.

Miranda işyerinde problem yaşamakta ve yoğun çalışma şartları nedeniyle ailesine vakit ayıramayan evin reisi konumundadır. İşinden mi vazgeçecektir yoksa ailesinin tüm dünyaca özel olduğu iddia edilen anlarını mı kaçıracaktır. Yine SATC ruhu devreye girer ve işten vazgeçilse de arkadaşlardan vazgeçilmeyeceğini gösterir. Üstelik işten vazgeçilmesinin tek sebebi daha iyi bir iş olabilir. Bunu söylemeye başka hangi sanat ürünü cesaret edebilir?

Charlotte tüm benliğini adadığı şeylere kavuşmuştur. Manhattan’da saray sayılabilecek bir ev, ideal koca ve iki çocuk. Vintage Cavalli elbisesiyle yemek yapmaya çalışan bir Desperate Housewives karakterine dönüşmüştür. Yanlış giden noktaları görür ancak kimseye itiraf edemez. SATC ruhu ona hemen anlayışlı dostunu gönderir, ortamı kurar ve Desperate Housewives (2004) dizisinin unuttuğu çıkış noktasını tek sahnede başarıyla iletir.

Samantha’yı menopozda görmek onu az çok tanıyan biri için başlı başına eğlence kaynağı. İlerleyen yaşına ve değişen hormonlarına teslim olmaya niyeti olmayan güçlü, başarılı ve seksi Samantha; tıptan, doğadan ve dostlarından yardım alıp son nefesine kadar SATC kadını olmaya devam edeceğini haykırır. Bu da aradığı şeyi bulamadığından yakınıp daha yirmili yaşlarının ortasında pes etmeye meyilli genç kızlara hayatlarının dersi olur. “Bu yaştan sonra” ya da “bu saatten sonra” cümlelerini unutup, bir kez geleceğimiz dünyada arzularımızdan vazgeçmememiz gerektiğini en iyi örneğiyle hatırlatır.

Dizinin yan karakterlerinden ikisinin gay düğünü dillere destan bir törenle filmin en başında yer alıyor. Michael Patrick King damatlardan birine yaptırdığı konuşmasında umudun sadece sürüdeki koyunlar için var olmadığını haykırıyor.
Uzun süresini sinema filmi gibi değil de televizyon dizisi gibi kurgulandığından hissettiren yapımın bu durumuna itiraz edecek hayran tanımıyorum. Oturup dev perdede üst üste yarım sezon SATC izlemekten daha keyifli ne olabilir ki…

Sonuç olarak hem film zamanı hem de miladi takvime göre çok doğru bir yerde duran ancak geçmişte yaşayanların veya geri kafalıların anlaması mümkün görünmeyen mükemmel bir film var karşımızda. Umarım serinin devamı bu yanlış anlaşılmalar nedeniyle sekteye uğramaz ve iki yılda bir iki saatliğine de olsa bir kısmımıza yaşam enerjisi ve umut veren SATC ruhunu yeniden koklama şansımız olur.

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...