23 Ağustos 2010 Pazartesi

KÖLELİK

Köleliğin bittiğini iddia edenlere yirmi yaşına gelmelerini, mavi nüfus cüzdanı için başvurmalarını ve varsa üniversite diplomalarını yırtmalarını öneriyorum.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

[REC]2 (2009) by JAUME BALAGUERO-PACO PLAZA *


The Blair Witch Project(1999) ve Cloverfield(2008) tarzı gerçekçiliğin peşindeki fena sayılamayacak İspanyol korku filmi [REC](2007)’in Amerikan yapımı yeniden çevrimi Quarantine(2008)’nin ardından kendi ülkesinden gelen devam filmi [REC]2 beklenen etkiyi vermekten epey aciz.

İlk filmin bittiği saniyeden başlayıp ilk aksiyonunu ancak 14 dakika geciktirebilen ülkemizdeki adıyla Ölüm Çığlığı 2; 37 dakika boyunca karantina altındaki binaya giren özel timin yanlarında getirdikleri el kamerasından avlanışlarını izletiyor. İlkinden farklı olarak polis kasklarına yerleştirilen mini kameralara da bağlanıp görsel zenginlik yaratmaya çalışan yönetmenler bu sürenin çoğunu FPS oyunlara öykünerek geçiriyor.

Özel timin yanlarındaki rahiple tartıştıkları “içine kötü ruh girmiş 11 yaşında bir kızın kanından kimyevi özü izole edip panzehir bulmak için araştırma yapan Vatikan tarafından görevlendirilmiş ve İspanya’da bir apartmanın çatı katında kendini bu işe adamış başka bir rahip” saçmalıklarının arasına yerleştirilen birbirinin aynısı sıçratma numaralarıyla filmin sonunu getiremeyeceklerini anlayan yönetmenler 37.dakikada ilk ekibin kamerasının lensini kırıp karşı binanın çatısında bir şişme kadını fişekle uçurmaya çalışan yeniyetmelerin durumu görüntüleyen kamerasına geçiş yapıyorlar. Aptal ergenler caddedeki olayları gördükten sonra merakla binamızın içine dalıp neler olduğunu anlayana kadar 20 dakika daha geçiyor. Zaten 77 dakika sürebilen bu zorlama devam filmi son 20 dakikasını ise daha da saçmalamaya ayırıyor. Şeytani ruhun çıplak göz yerine en ucuz kamerada bile bulunan gece görüşü konumunda görülebileceği veya insandan insana ağız yoluyla dev bir kurt formunda geçebileceği gibi üstüne güldüren önermelerde bulunan senaryo utanmadan üçüncü filme de göz kırpıyor. Üstelik hikâyesi de hazır. 28 Days Later!

CAPITALISM: A LOVE STORY (2009) by MICHAEL MOORE **


Bowling for Columbine(2002) ile Oscar kazanan belgeselci Michael Moore aynı ödüle Sicko(2008) ile bir kez daha aday olmuştu. Amerikan sağlık sistemini eleştirdiği ve çarpıklıklarını göz önüne serdiği bu harekete geçirici filmin ertesi yıl bir başka yapım ile karşımıza çıktı. Önceki filmlerinin aksine karışık eleştiriler alan, en az kapitalizmin kendisi kadar sıkıcı ve odak noktası olmayan Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi; The Cove(2009) adlı belgeselciliği ufak çaplı yeniden yazan bir filmle aynı yıla denk gelmenin de talihsizliği ile gölgede kaldı ve Moore’nin en kötü filmi olarak kayıtlara geçti.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

BRIGHT STAR (2009) by JANE CAMPION ***


Kostüm tasarımı dalında aldığı Oscar adaylığı ve Cannes’de Altın Palmiye için yarışması dışında Jane Campion’un altı yıl sonra çektiği ilk uzun metraj olarak dikkat çeken Parlak Yıldız; 1818 Londra’sında Hampstead köyünde geçen umutsuz bir aşk öyküsü. 25 yaşında evinden çok uzaklarda, İtalya’da yaşamını yitiren şair John Keats’in gerçek hayatını anlatan yapım Andrew Motion’un Keats adlı biyografisinden uyarlandı. Keats’in yaşamının son üç yılına ve bu süreçte gerçekleşen Endymion kitabının çıkışına, kardeşini kaybedişine ve Fanny Brawne’te âşık olmasına odaklanan senaryo; yazarın parasızlık yüzünden tedavi göremediğini, evlenemediğini ve anlaşılamadan öldüğünü vurguluyor.
Bir şairi anlattığı için olsa gerek Campion filmini şiirlerle sürüklüyor. Başarılı sayılabilecek oyuncuların ağızlarından dökülen dizeler kırsaldan başka unsur içermeyen zamanın Londra’sında rengârenk çiçekler ve ilginç kostümlerle destekleniyor. Acelesi olmayan, içten ama tutkulu bir aşk hikâyesi ise tüm bunları kaplıyor.
Birinci sınıf yönetmenliği ve kostümleri için ya da Keats’i seviyorsanız izlenebilecek ancak duyduklarınızdan sonra beklentinizi karşılayamayacak.

13 Ağustos 2010 Cuma

PARLAK YILDIZ


Dün gece neredeyse yatağa girmeyecektim. İçimde bir umut. Sabahla ilgili. Hayatımın değişeceği günün gelişini uyuyarak kaçırmak istemezmişçesine klişe bir duyguydu. Ama bendeydi. İçimde. Hayat son bir haftadır pek güzeldi. Her şey istediğim gibiydi. Ya da istediğim tek şey. Umudum vardı yeniden. Sahiptim. Çekemeyen orospu karıların vızıldamaları can sıkmıyordu. Yoğun çalışma saatleri. Yalnızlığım. Belirsizliğim. Geleceğimin soru işaretleri. Sabah olacak ve hayatım değişecekti.
Gözümü açtığımda daha altı olmamıştı. Vaktim olduğunu bilmeme rağmen yatakta kalamadım. Kalkıp döndüm. Dökülen gardırobumdan beni az da olsa iyi gösterebilecek parçalar seçmeye uğraştım. Sonunda gidip yine en eskileri aldım. Yatmadan tertemiz olmama rağmen kendimden şüphe ettim. Daha güzel kokma isteğiyle bir daha yıkayayım dedim her yerimi, sonra vazgeçtim. Biraz kendine güven.
Düzinelerce kuralı çiğneyip onlarca kişiye yalan söyledim. Vicdanım rahat, planımı uygulamaya başladım.
Saatler geçti. Bütün dünyam parçalarına ayrılıp sağıma soluma düşmeye başladı. Yer değiştirdim. Telefonlar susmadı. Destek gelmedi. Hayatımdaki bütün kötüler beni mutsuz etmek için uğraştı durdu ülkenin üç farklı yerleşiminden. İyilerse aramadı. Bu, kötülerin yaptığından daha acıydı. Kaybettiğim kanı kimse takviye etmedi. Yoruldum. Zorlaştı ayak uydurmak. Güçlü olmak zorladı. Yanardöner bir çemberin en dürüst kenarı çizdi elimi. Kanamaya başlayınca dokundum. Biraz durdu ciğerimin sökülmesi. Elimi çektim, zorladı. O da bana dokundu sonra. Umutlarımın öznesi. Şişe kapağı.
Lost’taki gibi dedim. Elimde ucuz bir şişe su. Seçilmiş gibi yarım kapaklı. Ben bu şişeyim dedim. Ters çevirdim. İçim dolu. Her şeyi yapacak gücüm var. Herkese kafa tutacak. Gücüm yerinde. Kafam dolu. Korkum yok. İstediğim her şeye yeterim. Ama kapağım yok. Akıyor gidiyor su bak. Boşa. Gel sen kapağım ol. Sadece kapak. Fazlasını istemem. Gel sen hayatımdaki bütün eksik -----erin yerine geç ve ben boşa gitmeyeyim.
Yapamam dedi.

Günay Çoban’ın sözleri duyuldu.
Hazin bir siyaha boyandı bulutlar.
Umudum azaldı.
Geçiyor zamanlar.
Ellerin avucumda soldu.
Yaralı bir ürkek kuştu.

Bugün ikimiz de ağladık. O ağlarken ben yanındaydım ama görmemi istemedi. Ben ağlarken o yoktu ama görmesini istedim.
Kendimi sokaklara attım. Anlatabileceğim tek kişiyi aradım. Açmadı. Anlayabilecek tek kişiyi aradım. Tansaş’ın soğuk ışıkları altında, rafların arasında ağlamaya başladım. Söyleyeceği söz yoktu. Benim de öyle. RUSDADI efsanesi bitmişti.

Yolun açık olsun demek isterdim.
Boğazım düğümlü.
Sözlerim kayıp.

Duruma uymayan bu şarkıyı kapatamadım. Yüzlerce kez döndü durdu. O seviyor diye.
İki gün güldüm. İki gün neşe saçtım etrafıma bu umutla. Yine bitti ışık. İşte bunu bana hak gördüğü için tutmuyorum bu yıl orucu. Mutlu olmamı istemediği için. En önemli parçayı koymaya üşendiği için.

10 Ağustos 2010 Salı

PRIMER (2004) by SHANE CARRUTH **


Son zamanlarda yayınlanan birçok “kafa karıştıran filmler” ya da “çizgi dışı bilim kurgular” listesinde adını görebileceğiniz 2004 yapımı bağımsız Primer; yaklaşık iki yıl boyunca festivallerde gösterilmiş, adaylıklar kazanmış ve Sundance’den iki ödülle ayrılmıştı. Sınırlı dağıtımı yapılan film keşfedilmesi gereken bir hazine muamelesi görmeye devam ediyor. İlk ve tek filmini yazan yöneten oynayan kurgulayan müziklerini besteleyen oyuncuları seçen ve yapımcılığı üstlenen Shane Carruth’un bu noktaların hiçbirinde amatörlüğe yenilmediğini söyleyebiliriz.
Dört bilim adamının bir şey bulmayı denerken başka bir şey bulmaları üzerine zamanda yolculuk temalı bu fazlasıyla teorik bilgi yüklü efektsiz bilim kurgu; tamamını anlamak için birden fazla kez izlenmesi gereken ancak bu motivasyonu sağlayacak kadar ilginç olmayan ortalama bir yapım. İlham verici tek tarafı yapım öyküsü.

8 Ağustos 2010 Pazar

KNIGHT AND DAY (2010) by JAMES MANGOLD **-


Son on beş yıldır çektiği filmlerle ortalamanın üzerinde seyreden ve kadın oyuncularına Oscar kazandırmasıyla tanınan James Mangold; 3:10 to Yuma(2007)’dan üç yıl sonra en ölü doğan projesi Gece ve Gündüz ile sinemalarımıza konuk oluyor. Western, biyografi, gerilim gibi her seferinde farklı türlere el atıp alnının alıyla çıkan yönetmen bu kez eski usul Hollywood yaz eğlence aksiyonlarına göz kırpıyor. İlk uzun metrajını kaleme alan Patrick O’Neill’in senaryosundan çekilen Gece ve Gündüz’ün ilgi çekememesinin en büyük sebebi Tom Cruise’un kaybettiği popülaritesi olarak gösteriliyor. Kariyerine üç Oscar adaylığı sığdıran Cruise ne yazık ki magazin gündemine geldiği diğer konular nedeniyle hızla istenmeyen ve izlenmeyen adama dönüştü. En son iki yıl önce Brian Singer’ın Alman(!) filmi Valkyrie(2008)’de başrol oynayıp dimağları alt üst eden Cruise’un aynı yıl yoğun makyaj altında konuk oyuncu olduğu Tropic Thunder(2008)’ı ve kimsenin umursamadığı Lions for Lambs(2007)’i de saymazsak dört yıl önceki Mission:Impossible III(2006)’den beri dişe dokunur filmini izleyemedik. Ethan Hunt karakterinin de ortalama bir tekrar olduğunu kabullenip Spielberg’in War Of The Worlds(2005)’ünün çok kötü olduğunda hemfikir olursak izlediğimiz son ele gelir Cruise filminin Collateral(2004) olduğunu görüyoruz.
Altı yıldır perdede varlık gösterememiş bu uluslararası yıldızı kurtarabilecek tek rolün Knight and Day’daki Roy Miller olması tesadüf değilse, Cruise’nin çok zeki bir hamle yaptığını teslim etmeliyiz.
Tom Cruise’nin oynadığı Roy karakteri eğlenceli, zeki, atik ve cesaretli. O bir ajan ama bütün ajanlardan daha doğal. Bütün ajanlardan daha eğlenceli, romantik ve komik. Filmin ilk yarısında kahkahalarla gülebileceğiniz birçok sahne mevcut. Cruise’nin bu kendini hafife alma ve temize çekme operasyonu kesinlikle başarıya ulaşıyor. Gece ve Gündüz’ü izledikten sonra onu yeniden sevmeye başlamamanız imkânsız. Koluna taktığı Cameron Diaz ise ilerleyen yaşına rağmen halen perdenin en güzel ve en sempatik kadınlarından biri. Gülümsemesi içten, yüzü şeker mi şeker. Bu role de mükemmel uyum sağlıyor. Gece ve Gündüz birçok eksiğine rağmen perdede yan yana getirdiği iki başrol oyuncusunun muhteşem kimyası ve onlara verdiği değer ile vasatın üzerine çıkıyor. Dijital müdahalelerin sırıttığı, aksiyonun heyecanlandıramadığı, senaryosunda büyük gedikler bulunan ve yan karakterlerini işlemeyi hepten unutan bu savsak film her şeye rağmen June ve Roy’un uyumu, tatlılıkları ve komiklikleri nedeniyle sınıfı geçiyor.
Aksiyon sinemasında uzun zamandır unutulan romantik dokunuşların sunulmasından ibaret filmimiz birçok ülkede gerçekleştirilen çekimleri ve o ülkelerin yerel değerlerini aksiyon malzemesi yapma çabasına rağmen bir çift karakterin filmi olarak hatırlanacaktır.

7 Ağustos 2010 Cumartesi

07 AĞUSTOS 2010


Bugün; o dilime doladığım “hala askere gelme amacımı gerçekleştiremedim” cümlesini bir daha kurmamamı sağlayabilecek ilk gelişme oldu. Yalnızlıktan kudurmak yerine insan içine karışıp sohbetlere girdim. Hiçbiri eşitim olmadığı için diyalog kuramadığım insanlarla vakit geçirdim. Bilirsiniz. Öğrenciler aynı öğretmenden nefret edip iyi anlaşırlar. Askerler aynı komutandan. Aynı derdi çekip aynı problemlerle savaşanlar aynı tarafa geçip birlik olurlar. Konuşacak şeyleri vardır, sallar dururlar. Böylece insanlar yakınlaşır. İş arkadaşım, okul arkadaşım, asker arkadaşım, öğretmen arkadaşım, yoldaşım gibi sözcükler hep bu mantıktan türemiştir. Tek tabip olduğum, tek asteğmen olduğum, odada tek kalan tek kişi olduğum, hafta sonu şehir dışına çıkamayan tek personel olduğum ve nöbet ertesi istirahatsız 24 saat çalışan tek insan olduğum bu yerde benimle aynı kategoride bir kul olmadığından; yalnızım. Hem de çok. Ama bugün 188 gündür umduğum ve askere boşa gitmedim demek için ihtiyacım olan şeyin olma ihtimali olduğunu gördüm. Parola RUSDADI.

TARKAN – ADIMI KALBİNE YAZ


Tarkan'ın yeni albümünü dinlemek benim için eskiden çok sevdiğim bir şarkıcının vasat bir albümünü arşivden çıkarıp yad etmek gibi. Heyecansız, sürprizsiz, geçici. Tarkan 18 yaşın altındakilere hiçbir şey ifade etmediğinin farkında mı?
Ozan Çolakoğlu’nun kalburüstü düzenlemelerinden ilki olan Aysel Gürel şarkısı “Sevdanın Son Vuruşu” hoş bir intro ile açılıp tempoyu sürekli yükseltiyor ve Tarkan’ın eşsiz vokali ile unutulmaz bir şarkıya dönüşüyor. A1 değil de A3 belki A5 şarkısı ama bu. Hemen ardından gelen albümün hiti olabilecek tek parça olan “Acımayacak” Sezen Aksu’nun oğlu Mithat Can imzalı. Ne yazık ki ortalama bir İsmail YK şarkısından daha zekice sözler içermeyen bu şarkının seveni çok olacaktır muhakkak ama dediğim gibi hedef kitle Tarkan’ınki değil. Sözlere kulak verin. Barda görülen kıza söylenen cümleler, “listeme ekliyorum” gibi facebook referansları ve “acımayacak” diyip duran orta yaşlı bir adamdan alınan Nuri Alço elektriği. Son anda “acımayacak” kelimesi “kalbin” kelimesine bağlanıp kurtarılıyor-ya da öyle sanılıyor. Yıldız Tilbe’nin güzel düzenlendiğinde herkesçe dinleneceğine emin olduğumuz şarkılarından biri olan “İşim Olmaz” asla “Kış Güneşi” olamaz. Günay Çoban imzalı “Kayıp” yine melodisi ve sonunda yer alan şiirle iflah olmaz Tarkan hayranlarının ara sıra duymaktan keyif alabilecekleri ortalama bir slow. Sezen Aksu’dan “Şıkıdım” bekleyenleri üzecek “Öp” ise yine öpmek üzerine kurulu, ilk dörtlüğü entel sonrası kafiyeye kurban, vasatın altında bir pop şarkısı. Murat Boz, Murat Dalkılıç, Zeynep Dizdar gibi isimler sürekli ve çok sık aralıklarla bundan iyisini yapıp duruyorlar. “Adımı Kalbime Yaz” adlı albümün tek Tarkan imzalı şarkısı alaturkadan medet uman bir meze. “Sen Çoktan Gitmişsin” i kimsenin sonuna kadar dinleyeceğini düşünmüyorum. “Usta-Çırak” ise 6 şarkı dinleyiciye ayıp olur diyerek albüme sonradan eklenen iki şarkıdan biri ve anlamsız. “Şeytan Azapta” mı demeliyiz yoksa?
Listeye konan beş remiksten de işe yarayanı yok.

SALT (2010) by PHILLIP NOYCE *-


Deneyimli ve eski yönetmen Phillip Noyce’nin omuz kamerasını keşfettiği ajan filmi Salt vizyonda. Bourne serisinden etkilendiğini gizlemeyen yönetmenin bire bir yeniden çektiği Bourne mizansenleriyle dolu ve parmağına top çarpan erkeklerin acile koştuğu günümüzde ölümsüz görünen Angelina Jolie’nin incitilemez vücudunu merkeze alan film; Hollywood’dan beklenen yaz işlerinden. Fragmandan gördüğümüz sahne ile başlayıp ilk yarısını diyalogsuz kovalamaca aksiyonuna ayıran yapım, uzun zamandır perdeye bakarken beynini kullanmış izleyicilerde boşluğa düşme hissi yaratıyor. İkinci yarıda şık bir komplo teorisini akıllara zarar mantıksızlara kurban eden Salt; elbette çoğu aksiyonda olmayan bu ilginç çıkış noktasını Kurt Wimmer’e borçlu. Kendi yönettiği Equilibrium(2002) ve Ultraviolet(2006) ile dikkat çekmeyi başaran ve yazdığı The Thomas Crown Affair(1999), The Recruit(2003) ve Law Abiding Citizen(2009) gibi senaryolarla ana akım sinemaya çalışan Wimmer; bir kez daha ilk bakışta ilginç gelen ama içini dolduramadığı bir metin yazmış. Görselliği temiz ancak aksiyonu baştan savma Salt, devam filmine ihtiyaç duyan finaliyle unutulmaya izlerken başlanacak ortalamanın altında ama sıkmadan akıp giden bir saf aksiyon örneği.

3 Ağustos 2010 Salı

INCEPTION (2010) by CHRISTOPHER NOLAN ***


Fragmanlarıyla heyecanlandıran ve gösterime girişinin ardından etrafını saran ağzı açık kalabalığın bulabildikleri her mecraya yazdıkları övgü cümleleri sayesinde ufak çaplı fenomene dönüşen “Başlangıç” için “gitmeyeni dövüyorlar” cümlesini duymuş olmalısınız.
Zeki ve bağımsız sinemacı Christopher Nolan ilk filmi Following(1998) ile neler yapabileceği hakkında fikir vermiş, arayı soğutmadan Memento(2000) adlı şaheser ile karşımıza çıkmıştı. 90’ları kapatan muhteşem filmlerin önümüzdeki on yılda da devam edeceğini düşündüren Akıl Defteri, öyküsünü hem sondan başa hem de baştan sona anlatarak ortada birleştiren paralel kurgusu ile olan biteni anlamayanları bile etkilemişti. Bu filmin başarısına kayıtsız kalamayan yapımcılar Nolan’a 46 milyon dolar ve Al Pacino’yu teslim ettiler. Insomnia(2002); nasıl desek, kötü değildi ama Nolan’a yakışmamıştı. Ardından geleceği açıklanan Batman Begins(2005) tam da bu nedenle buruk beklendi. Tim Burton’un Batman serisini yerle yeksan eden Joel Schumacher‘den enkaz alan ve kendi fantezilerini başarıyla uygulasa da Insomnia örneğinde vasatın üzerine çıkamayan Nolan’dan yine ortalama bir iş beklenmeye başlandı. Sonuç öyle olmadı hatta oldukça iyiydi ve Oscar adaylığı bile kaptılar. Hemen devamının gelmesini isteyen yapımcılara dur deme cesareti gösteren Nolan yine kişisel bir filme yöneldi ve ertesi yıl The Prestige(2006)’i çekti. Benzer temaları işler görünen ve aynı zaman dilimine denk gelen Neil Burger imzalı The Illusionist(2006) de beğenilmesine rağmen Nolan sihrini konuşturmuş ve içindeki bağımsızı milyon dolarlara kurban etmeyeceğini iki Oscar adaylığı daha kazandığı filmiyle göstermişti. 2008 Nolan’ın yılı oldu. Batman serisinin yeni halkası The Dark Knight(2008), tüm zamanların en iyi Batman filmi, en iyi beş çizgi roman uyarlamasından biri ve gösterildiği yılın en başarılı yapımı oldu. Çeşitli sebeplerle unutulmazlar arasına adını yazdırdı. İki yıl sonra Nolan bir çok büyük bir az büyük sırasını bozmadı ve Inception(2010)’u duyurdu. On bir yıl önce The Matrix(1999) ile yüzyılın bilim kurgusuna şahit olmuş bir daha da aynı tadı yakalayamamış izleyiciye gizli bir mesaj gönderildi. Yeni The Matrix geldi, beklediğinize değecek! Sadece özel efektlerin sunulduğu gizemli fragmanlar (hatırlarsanız The Matrix’in ilk teaserı da Trinity’nin bir binanın tepesinden diğerine atlamasından ibaretti) ve “geliyor, geliyor” sesleri beklentiyi artırdı, kedi yavrusu gibi takvimlere bakmamıza neden oldu. Ön gösterimleri izleyenlere verilen “siz çok özel insanlarsınız, Inception’u ilk siz gördünüz” gazından mı bilmem ama filmden çıkan herkes heyecandan dilleri tutulmuş vaziyette ortada gezmeye başladı. Bu tutulmadan olsa gerek, hiçbiri de gerçekleri yazmadı. Inception’un iyi bir film olduğu, rüya.
Nolan’ın üretkenliğini ve zekâsını yadsımak güç ama karşımızdaki filmin Prestige’den üstün bir yanı yok. Memento’daki bütün iyi elementlere sahip, üstelik daha şık ama daha iyi değil. Özellikle bunca mantıksızlık içerirken.
Inception’un kahramanları birbirlerine mekanizması açıklanmayan çanta büyüklüğünde bir makine ile damardan bağlanan ve aynı rüyada gezebilen ajanlar, mimarlar, kurbanlar. Yıllardır başarıyla yaptıkları rüyadan bilgi çalmak eyleminin “son bir iş” için tersini yapmak zorundalar. Bu kadar iddialı bir film için “one last job” fazla klişe değil mi?
Ekibi bu iş için tutan çok zengin bir iş adamı. Ülkede sektörün tekelleşmemesi için ölüm döşeğindeki rakibinin tek oğlunun rüyalarına girip “babam gibi olmamalıyım, şirketi yıkıp kendim baştan kurmalıyım” gibi bir fikir ekmeye çalışıyor. Bunun için rüya içinde rüya içinde rüya göstermeleri gerekiyor genç varise. Filmin mantığı içerisinde bu oldukça kararsız ve tehlikeli bir boyut. Gidip de dönmemek var. Bunun için ekibimizin genç veliaht ile on saat yalnız kalması gerekiyor. Ekibi kiralayan iş adamı rolündeki Saito (Ken Watanabe) veliaht Robert Fischer’ın (Cillian Murphy) uçuş gerçekleştireceği havayolunu satın alıyor. Peki Saito havayolu alacak kadar zengin de, ondan daha zengin olan Robert neden başkasının uçağıyla uçuyor? Hadi uçtu diyelim, bir kabini neden altı kişiyle paylaşıyor üstelik yanına koruma bile almadan? Bu kadar iddialı bir film için fazla göze batan bir hata değil mi? Bir rüya katmanından ikincisine inerken gerçek dünyada kullandıkları makineyi kullanmalarına gelelim. Zaten rüyada gördüğümüz her şey Mimarların tasarımları değil mi? Rüya dünyasında istenen her şey zaten yapılamıyor mu? Gerçek hayatta fizik kuralları ile çalışan bir aletin rüyada gerçekten çalışmasının elle tutulur yanı var mı? Bu çapta bir film için fazlasıyla gözden kaçmış görünen bir basitlik değil mi? İşte sorun burada. Inception ne çok büyük çaplı ne de çok iddialı bir film. Christopher Nolan’ın bağımsız ve zengin ruhuyla yaptığı bir çok büyükten sonra gelen bir büyük film. Following ya da Memento’dan tek farkı çok büyük bütçelere erişebildiği için en ufak rolde bile A sınıfı oyuncular kullanabilmesi, özel efektlerini hayret verici kıldırabilmesi. Nolan’ın zihni Michael Bay’in aksine özel efektlerimin arasında ne anlatsam değil, bu sahneyi etkileyici kılmak için nasıl gösterebilirim şeklinde çalıştığından zaten Inception’da süresine nazaran çok az özel efekt var ve zaten bunların tamamını fragmanlarda izledik.
Amerikan hükümeti tarafından arandığı için ülkeye giremeyen Cobb’un (Leonardo DiCaprio) hakkındaki tüm suçlamaları tek telefonla düşürebilecek kadar güçlü ve zengin Saito’nun filmin hemen başında kendisini haklamaya çalışan Cobb’a güvenip bizzat bu tehlikeli göreve katılma kararı ise akıllara zarar. Böyle bir adamın bu çapta bir görev için güvenebileceği en az beş adamı vardır.
Elbette bunlar klasik bir yapı kurmak adına atılmış adımlar. Önce filmin finaline yakın bir yerden sahne izletilir. Böylece seyirci meraklandırılır. Sonra ufak bir iş yaparken ekip görünür. Hemen ardından daha büyük bir iş alınır. Elemanlar toplanmaya başlar, elbette dünyanın en yetenekli insanları birbirini bulur. Yeni katılanlara işi öğretme bahanesiyle seyirciye filmdeki dünyanın mantığı anlatılır ve çatışmalar kurulup aksiyona başlanır. Yüzlerce filmde kullanılan bu modeli temel alan Nolan, elbette bu tercihi kolay diye seçmiştir. Ne de olsa iki Batman arasında bir film çekmek istemektedir ve yıllar öncesinden aklında kalan bir fikri vardır.
Filmin tek orijinal sahnesi ikinci rüya katmanında gerçekleştirilen dövüşler. Onun da The Matrix’tekilerden farkı her seferde tek düzlemde hareket yerine havada serbest salınım yapan özneleri göstermeyi başarırken mekânı da bunlardan bağımsız hareket ettirebilmesi. Görsel zenginliği gerçekten takdire şayan.
Yönetmenin röportajlarından okuduğumuz kadarıyla Inception fikri aklına 2000 yılında gelmiş. Yani The Matrix’i izler izlemez. İlk taslak senaryosunu ise 2003’te tamamlamış. Yani The Matrix Reloaded(2003) ve The Matrix Revolutions(2003)’u izledikten sonra. 29 yaşında bir gencin The Matrix’i izleyip aynısından ben de yapabilirim şeklinde sanrılara kapılması anlayışla karşılanabilir ama bunu abartıp vizyondaki boşlukta tüm zamanların en iyi bilim kurgularından biriymişçesine ağırlayan çığırtkanlar bağışlanamaz.
Zannetmiyorum ki iyi bir eleştirmen bu filme iyi desin. Bundan sonra okuyacağınız isimleri Inception’ın pazarlama stratejisine kananlar ve kanmayanlar şeklinde ayırabilirsiniz. Kime inanacağınız konusunda işe yarayabilir.

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...