28 Şubat 2011 Pazartesi

83.OSCAR ÖDÜLLERİ ÜZERİNE NOTLAR

- “The King’s Speech – Zoraki Kral” isimli film aday olduğu 12 daldan dördünde ödüle uzandı.
Yılın en iyi filmi - The King’s Speech
En iyi yönetmen – Tom Hooper
En iyi orijinal senaryo – David Seidler
En iyi erkek oyuncu – Colin Firth
Oysa hak ettiği tek ödül en iyi erkek oyuncu dalındaydı.

- “Inception – Başlangıç” filmi aday olduğu 8 daldan dördünde başarılı oldu.
En iyi görüntü yönetimi – Wally Pfister
En iyi ses miksi – Lora Hirschberg, Gary Rizzo ve Ed Novick
En iyi ses kurgusu – Richard King
En iyi görsel efekt – Chris Corbould, Andrew Lockley, Pete Bebb ve Paul J.Franklin
Film The Matrix(1999)’e benzer şekilde dört teknik ödülü de aldı. Zaten efektleri The Matrix’ten bu yana gördüğümüz en yaratıcı işlerden biriydi.

- “The Social Network – Sosyal Ağ” isimli film aday olduğu 8 daldan üçünde başarılı oldu.
En iyi uyarlama senaryo – Aaron Sorkin
En iyi kurgu – Kirk Baxter ve Angus Wall
En iyi orijinal film müziği – Trent Reznor ve Atticus Ross
Aldığı her ödülü sonuna kadar hak etti. Birçok dalda hakkı yendi.

- “The Fighter – Dövüşçü” filmi 7 adaylığından ikisini heykele çevirdi.
En iyi yardımcı erkek oyuncu – Christian Bale
En iyi yardımcı kadın oyuncu – Melissa Leo
İki oyuncu da muhteşem performanslarının karşılığını aldılar.

- “Toy Story 3 – Oyuncak Hikâyesi 3” isimli animasyon 5 adaylığının ikisini ödüle çevirdi.
En iyi animasyon film – Toy Story 3
En iyi orijinal film şarkısı – Randy Newman “We Belong Together”

- “Alice In Wonderland – Alis Harikalar Diyarında” 3 adaylık ve iki ödül aldı.
En iyi sanat yönetimi – Robert Stromberg ve Karen O’Hara
En iyi kostüm tasarımı – Colleen Atwood

- “Black Swan – Siyah Kuğu” 5 dalda adaydı ve bir tanesini kazandı.
En iyi kadın oyuncu – Natalie Portman
Özellikle yönetmeni Darren Aronofsky’nin hakkı yendi.

-Hævnen - In A Better World – Civilization” filmi yabancı dilde en iyi film ödülünü aldı.

- “The Wolfman” en iyi makyaj ödülünü aldı.

AYRICA…
- True Grit 10 dalda, 127 Hours 6 dalda, The Kids Are All Right 4 dalda, Winter’s Bone 4 dalda aday gösterilip hiç ödül alamayan en iyi film adayları olarak göze çarptı.

- Biutiful, Rabbit Hole, Blue Valentine, The Town – Hırsızlar Şehri, Animal Kingdom, Another Year, Harry Potter and the Deathly Hallows: Part 1, I am Love, The Tempest, Salt, Tron: Legacy – Tron Efsanesi, Unstoppable - Durdurulamaz, Hereafter, Iron Man 2 – Demir Adam 2, Barney’s Version, The Way Back, Country Strong, Tangled - Karmakarışık, The Illusionist, How to Train Your Dragon – Ejderhanı Nasıl Eğitirsin, Dogtooth, Incendies ve Outside The Law filmleri listede adı geçip ödül alamayan diğer uzun metraj kurmaca filmler oldular.

- Mark Wahlberg aday olamadığı için çıldırmış görünüyordu.

- Sunucular çok sönük, espirileri kötüydü. Billy Crystal lafı tam gediğine koydu.

- Dekor ve sahne yine muhteşemdi.

- Fırat Yücel'in Twitter'dan gece boyunca yazdığı yorumlar şizofrenikti.

- Randy Newman 20 kez aday olup sadece 3 kez aldığı için mızmızlandı. Teşekkür etmek de tarzı değilmiş. Huysuz ihtiyar.

- Ölünce fotoğrafımın nerede yayınlanması gerektiğine karar verdim.

- Ali Hakan'ın eksikliği hissedildi.

- Mehmet Açar yine çok isabetli tahminlerde bulundu. Jean-Pierre Jeunet çakması Tom Hooper'ı bile bildi. Benim filmimi de The Weinstein Company dağıtsın!

- Zarfı kolayca açabilen tek kişi Sandra Bullock oldu.

27 Şubat 2011 Pazar

THE NEXT THREE DAYS (2010) by PAUL HAGGIS ***-


1993 tarihli Red Hot’un ardından gelen ilk uzun metrajlı filmi Crash(2004) ile iki Oscar birden kazanan ve bu yüzden bazı eleştirmenlerce lanetlenen Paul Haggis; üç yıl sonra Tommy Lee Jones’a Oscar adaylığı getiren ve karışık tepkiler alan 9/11 draması In The Valley Of Elah(2007)’ı yönetmişti.

Daha çok yaptığı senaryo çalışmalarıyla hatırlanan Haggis; son iki Bond filmi Casino Royale(2006) ve Quantum of Solace(2008)’nin yazar kadrosunda yer almıştı.

Yine son 10 yılda Clint Eastwood’a Million Dollar Baby(2004), Flags Of Our Fathers(2006) ve Letters From Iwo Jıma(2006) gibi filmler kazandırdı.

Saydıklarım dışında kariyerinde onlarca televizyon dizisi yer alan yazar-yönetmen Haggis bugün; aldığı beş adaylık ile Akademi’nin sevdiği, aynı zamanda popüler işler de yapan bir adam.

Paul Haggis’in son filmi Türkçe adıyla “Kaçış Planı”; 2008 Fransız yapımı “Pour Elle - Anything For Her” isimli Fred Cavayé filminin yeniden çevrimi. Orijinal filmde Vincent Lindon’un oynadığı karakteri Russell Crowe, Diane Kruger’ın rolünü ise Elizabeth Banks canlandırıyor.

Filmin aralarında 10 dakika bulunan iki farklı versiyonu bulunuyor. Ben 132 dakikalık uzun olanını izledim. Süresini fazlasıyla hissettiren ancak sıkıntı vermeyen bir yapım var karşımızda.

Orijinal filmi görmediğim için karşılaştırma yapamayacağım ancak “The Next Three Days”’in oldukça özenli yazılmış bir senaryosu olduğunu, keyifle izlenen hoş ayrıntılar içerdiğini ve yılın kayda değer yapımlarından biri olduğunu baştan belirtmeliyim.

“The Next Three Days” iyi yazılmış bir açılış sahnesiyle karşılıyor bizi. Yemek yiyen iki çiftin hanımlarının nükteli başlayıp kavgaya dönüşen ağız dalaşları gerçekten eğlenceli.

Birbirini delice seven John(Russell Crowe) ve Lara(Elizabeth Banks) ile tanışıyoruz böylece. Luke isminde bir çocukları olan çiftin sabah kahvaltıları da en az akşamki yemek kadar hoş ve zekice yazılmış replikler içeriyor. Çok geçmeden polis kapıyı çalıyor ve Lara’yı cinayetle suçlayıp apar topar tutukluyor. Bu kısım da yine ölçüsüyle, filmin takdirimi kazanan onlarca sahnesinden biri.

Deliller hep aynı şeyi işaret ediyor, dava sonuçlanıyor, Lara cinayetten hüküm giyiyor. Âşık eş, oğlu Luke ile yalnız kalıyor. Hukuk sistemine güvenerek eşine kavuşamayacağını anlayan John sıfırdan başlayıp bir kaçış planı yapmaya koyuluyor ve bunun için üç yılını harcıyor. Film, sonraki 60 dakikasını bu planın hazırlıklarını inandırıcı kılmaya adıyor. Karşımızda ne Prison Break(2005-2009)’in Michael Scofield’i gibi zeki ve cesur bir adam var, ne de onlarca Hollywood filmindeki gibi bir yenilmez kahraman. Russell Crowe’un beyazperdedeki personasına tamamen zıt, orta yaşlı bir öğretmen John. Ve eşinin söylediği gibi; onun için her şey güzel, sanki bu dünyada yaşamıyor.

Plan kurulurken oldukça inandırıcı noktalar sunuluyor. John önce kütüphanelerde geziyor. Defalarca hapisten kaçmış ve bunları kitap olarak yayınlamış eski bir mahkûmla görüşüyor. Helikopterli şehir turlarına katılıp gözlem yapıyor, uydu fotoğraflarından, sarı sayfalardan, son kullanıcı için hazırlanış bilgisayar programlarından, internetteki “nasıl yapılır” videolarından faydalanıyor. Filmin senaryosunun en beğendiğim kısmı da bu. Filmdeki hiç kimse kahraman değil, kimse insanüstü yeteneklerle donatılmamış. Her ayrıntı inandırıcı. John zaman tutmak için kronometreli İsveç saatini, fotoğraf çekmek için ultra-mini kamerasını değil; sıradan insanlar gibi hepsi için cebindeki telefonu kullanıyor.

Keyifle izlenen uzun hazırlık sürecinin ardından bizi heyecanla ödüllendiren Haggis, kaçış kısmına 50 dakika ayırarak standart seyirciye de oynuyor. Hibrid arabasıyla her şeyden çok sevdiği karısını hapisten kaçırmaya çalışan John’u izlerken tanıyıp sevdiğimiz bu adamın başarılı olması için dua ediyor ve koltuğumuzda rahat oturamıyoruz. Haggis’in seri üretim Hollywood aksiyonlarına fark attığı yanı da bu oluyor. Perdedeki herkesi önemsiyoruz.

Ayrıca aksiyon severlerin Lara’nın kendini arabadan attığı başarıyla kurgulanmış sahneyi unutamayacaklarına eminim.

Russell Crowe sevgi dolu eş rolünde oldukça başarılı ve bütün filmi tek başına sırtlanıyor. Elizabeth Banks, duru güzelliği ve tavrıyla John’un aşkına sempati duymamızı sağlayan bir araçtan öteye gidemiyor. Ufak rollerde Liam Neeson ve “House” adlı dizinin 13’ü Olivia Wilde’yi izliyoruz. Yönetmen olarak Haggis, özel bir varlık gösteremiyor ancak senaryo tek başına bütün eksikleri hoş göstermeye yetiyor.

“The Next Three Days”’i aşk filmi olarak da izlemek mümkün. Hatta sadece aşk filmi olarak değerlendirmek belki de puanını yükseltecek adaletli bir bakış.

Filmin üzerindeki lanet, yalnız iki yıl önce çekilmiş ve oldukça beğenilmiş bir yapımın yeniden çevrimi olması. Herkesin kolayca ulaşabileceği orijinali varken, bunun ne gereği vardı şeklinde yükselen sesler. Orijinal filmi görmediyseniz basında çıkan bütün kötü eleştirileri yok sayıp, verilen yıldızlara ikişer tane de siz ekleyip “Kaçış Planı”’nı izlemelisiniz.

24 Şubat 2011 Perşembe

İÇ. KAHRAMANMARAŞ – GÜN

(Telefon çalar)
-Efendim?
-Serkan, annemin telefonu niye kapalı?
-Biz seni arayacaktık. Şimdi biraz işimiz…
-Dur şimdi!
-Bir şey mi oldu?
-Bir şey oldu.
-Ne oldu?
-xxxxx amcam ölmüş.
-Ben şimdi Arzu’yu dinliyorum. Annem de dünkü “Unutma Beni”’yi izliyor. Bitince ararız.

23 Şubat 2011 Çarşamba

DÜŞÜYORSUN, KUŞATILMIŞ ŞEHİR GİBİ


Kibarlık yapmadığınız arkadaşınız var mı? Tamamen içinizden geldiği gibi davranabildiğiniz…

Çevrenizde insan kalabalıkları var ve sosyal hayatın gerektirdiği kadar kibarsınız, tamam. Uzun yıllardır tanıdığınız, sevdiğiniz insanlara karşı daha da fazla belki.
Uzatıp bilinen şeyleri tekrar etmek değil niyetim.

Kibarlığınızı sorgulamanızı istiyorum vaktiniz olursa. Kibarlığınızın gerçekçiliğinize ne derece zarar verdiğini. Boynunuzu biraz yana eğip, ağzınızı açıp, öğrenilmiş gülümsemenizle söylediğiniz renkli yalanları ve ilişkinizin getirmediği kadar büyük sevgi gösterilerini neden sergilediğinizi.

İlişkilerinizin getirmediği kadar büyük sevgileri neden gösterdiğinizi merak ediyorum.

20 Şubat 2011 Pazar

THE FIGHTER (2010) by DAVID O. RUSSELL ***


83.Akademi Ödülleri’nin 10 haneli en iyiler listesine girmeyi başaran filmlerden biri de “Dövüşçü”. Olumlu eleştiriler aldığı Three Kings(1999) ve yıldız bir kadro oluşturduğu I Heart Huckabees(2004) filmlerinden hatırladığımız Amerikalı yönetmen David O. Russell’ın elinden çıkan yapım; Hollywood’un ve Oscar’ın çok sevdiği boks filmlerinden biri olmaya soyunuyor. Bunu yaparken boks filmlerinin kemikleşmiş şablonuna teslim olsa da, klişelerine yüz vermemeye çalışıyor.

Gerçek bir hikâyeden uyarlanan yapım, Mark Wahlberg’in rüya projesi olarak lanse edildi. Aktörün 18 yaşından beri şahsen tanıdığı Micky Ward isimli boksörün yaşam öyküsünü filme almak için beş yıl uğraştığı biliniyor. Bu süreçte yönetmenlik koltuğu için Martin Scorsese ve Darren Aronofsky’nin ismi geçmişti. Aronofsky sonunda Black Swan(2010)’ı tercih etti ve bu filmin yapımcı kadrosunda yer aldı.

İrlanda asıllı Micky Ward(Mark Wahlberg) yeteneği tartışılmayan ancak annesi Alice(Melissa Leo) ve üvey abisi Dicky Eklund(Christian Bale)’un yaptığı yanlış tercihler nedeniyle kariyeri bir türlü ilerlemeyen genç bir boksördür. Denkleri bütün yıl maaş alarak idman yaparken o hayatını finanse etmek için ek işler yapmak zorunda kalır ve yeterince hazırlanamadığı maçlarda genelde yenilir.


Ünlü boksör Sugar Ray Leonard’ı (filmde kendini canlandırıyor) yenip, yaşadığı Lowell kentinin kahramanı olan Dicky; formdan düşmüş ve uyuşturucu bağımlısı olmuştur. Üvey kardeşini sevse de antrenmanları aksatır ve annesiyle birlikte hiç kimseye faydası olmayan kararlar alır. Bir gün işler hepten kötüye gider ve Micky’nin eli kırılır, Dicky hapse girer.

Üniversiteyi yarım bıraktıktan sonra barda çalışmaya başlamış Charlene’nin(Amy Adams) hayatına girmesi ve babasının annesinin karşısında durma cesareti göstermesi ile Micky için işlerin rengi değişmeye başlar.

The Fighter; ailenin ve boks dünyasının medya ilişkilerine çokça yer veriyor. Açılış ve kapanış sahnelerinin röportaj formatında olmasının yanı sıra filmin ilk yarısı Amerikan HBO kanalının ailenin hayatını filme almasının etrafında şekilleniyor. Dicky; ringlere geri dönüşü ile ilgili bir belgesel yapıldığını düşünse de, HBO gerçekte uyuşturucu müptelalarının düştükleri durumları anlatan bir program hazırlamaktadır. Bu durumun ortaya çıktığı dakikalar, filmin de yükselişe geçtiği en başarılı anlara denk geliyor.

Oscar listesinin en dinamik filmlerinden biri olan The Fighter, ringde fazla vakit geçirmemekle birlikte dövüş sahnelerini detaylı göstermeyi de sevmiyor. Wahlberg’in yıllarca çalışıp dublör kullanmadan oynadığı sahnelerin çoğunu maçı anlatanların cümleleriyle algılıyoruz. Bu, yönetmenin bir tercihi olmanın yanı sıra yine yönetmenin dövüş sahnelerinde heyecan yaratamamasının kurtarıcısı olmuş gibi duruyor.


Mark Wahlberg ne kadar uğraşmış olursa olsun Micky Ward karakterinde öne çıkamıyor. Kötü bir oyuncu olmasa da detaylandıramadığı mimikleri bu durgun adamın yüz ifadesini veremiyor. Ailesini çok seven, bunun için söz hakkından bile feragat etmiş Micky’nin çekingen, içine kapanık, yalnız ringde ortaya çıkan karakterini izleyiciye inandırıcı kılamıyor.

Christian Bale ise yine şaşırtıyor. Son iki Batman filminin başrol oyuncusu, The Machinist(2004)’dekine benzer fiziksel bir değişim gösterdiği bu rolüyle Altın Küre dâhil çok sayıda ödül topladı yurt dışında. İlk kareden itibaren önceki rollerini unutturup Dicky Eklund olarak karşımıza dikiliyor.

Filmin belki de Bale’den bile üstün performans sergileyen sanatçısı ise Melissa Leo. O da şimdilik Altın Küre ile taçlandırıldığı anne rolüyle son üç yılda ikinci Oscar adaylığını aldı ve bu kez karşısında durabilecek bir rakibi yok. Aynı kategoride yarıştığı filmin diğer oyuncusu Amy Adams da hiç fena değil ancak heykel için biraz daha beklemesi gerekiyor.

Yönetmen David O. Russell, farklı tercihleri ile Akademi’nin yüz vermesi zor görünen bir yapı kurmuş. Yer yer başarılı olsa da bütün film için işlediğini söylemek zor. Bazı sahneler o kadar sarkıyor ki, başından sonuna birkaç ton değişimi yaşanıyor ve başarılı oyuncular bile bu sarkmaların altında eziliyor. Böyle anların müsamere gibi görünmemesini sağlayan kurgucu Pamela Martin de bu zaferi nedeniyle Oscar adaylığı kapmış olmalı.

Filmin bir diğer takdir ettiğim yanı ise hapishane sahnelerinde de klişelere yüz verilmemiş olması. Bu kısımlar yalnızca gerçek öyküde olduklarından filmde kendisine yer buluyor.

18 Şubat 2011 Cuma

7 KOCALI HÜRMÜZ (2009) by EZEL AKAY *


Neredesin Firuze(2004) ile sinema dünyasına eğlenceli bir giriş yapan reklamcı Ezel Akay, aldığı olumlu eleştiriler ve kendine güveni sonucunda iki yıl sonra Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?(2006) isimli iddialı bir projeye imza attı. İlk filmi sevenler sinemaya koştular ancak genel bir hayal kırıklığı ile salonları terk ettiler. Bunu ses bandındaki problemlere bağlayan yapımcı firma yenilenmiş kopyalarla filmi yeniden gösterime soktuysa da herkesin ağzında kekremsi bir tat kaldı. Beyazıt Öztürk ve Haluk Bilginer’in varlığına, Bursa’nın Orhaneli ilçesinde kurulan devasa setlere ve hummalı reklam çalışmasına rağmen film tutmadı.

Üç yıl sonra Ezel Akay daha da iddialı döndü. Kendini yönetmen yerine hikâye anlatıcısı olarak tanımlayan ve Ezop mahlasıyla anılmak isteyen Akay; projesini Türk sinemasının ve televizyonunun yıldızlarıyla doldurdu. Tüm zamanların beğenilen oyuncularından Haluk Bilginer, Erkan Can, Müjdat Gezen, Halit Akçatepe, Erol Günaydın, Zihni Göktay’ın yanı sıra son dönemin seyircisi olan isimleri Nurgül Yeşilçay, Mehmet Ali Alabora, Cengiz Küçükayvaz ve hatta o yılın flaş isimleri Gülse Birsel, Sarp Apak ve Öner Erkan aynı filmde yer aldı. Yine kocaman setler kuruldu, büyük paralar harcandı ve bunlar her fırsatta dile getirildi.

Ezel Akay üçüncü uzun metrajını 19.yüzyılın sonlarında İstanbul’un Taşkasap semtinde eşinin ölümünün ardından kocaman bir konakta yalnız yaşayan Hürmüz isimli kadının altı kocayla aynı anda evli olmasına rağmen yedinciye âşık olması sonucu gelişen komik olayların anlatıldığı Sadık Şendil’in “7 Kocalı Hürmüz” isimli ünlü tiyatro oyunundan beyazperdeye uyarladı.

İlk perde Nurgül Yeşilçay’ın hayat verdiği Hürmüz’ün kocalarını tanımakla geçiyor. Perdedeki herkesin ağzı bozuk, herkes sürekli seksten bahsediyor. Elbette bununla ilgili problemimiz yok ancak üslup o denli bayağı, espriler o kadar kalitesiz ki; güldürmekten çok uzağa düşüyor, rahatsız edici oluyorlar.

Bir film boyunca kaç kez erkek cinsel organı kastedilerek kuş benzetmesi yapılabilir, “7 Kocalı Hürmüz” rekor denemesine soyunmuş görünüyor. Kuş esprileri tükendiği anda Eddie Murphy’li The Nutty Professor(1996) ve devam filmine rahmet okutan gaz çıkarma sahneleri başlıyor. Aklı başında görünen onlarca insanın elinden çıkan filmin yapım süreci boyunca kimsenin “biraz abartmadık mı” dememiş olması düşündürücü.

İkinci perde kocaların aynı anda eve gelmesi sonucu konakta köşe kapmaca oynanmasını anlatmaya çalışıyor. Ezel Akay’ın ne yazık ki düzgün kotaramadığı bu kısım da herhangi bir durum komedisi dizisinden daha başarılı olamıyor. Senaryo buradaki dinamiklere eğlenceli veya yaratıcı çözümler bulamıyor.

Ezel Akay’ın filmi üç müzikli sahne içeriyor. Biri başta, diğeri ortada ve sonuncusu finalde. Bunlar korkak sahneler ve başlama şekilleri “hadi kalkıp dans edelim” tadında olduğundan, filme müzikal türünde demek doğru değil.

Müzikli sahnelerden ilk ikisi kamera karşısında şarkı söylenmesinden öteye gidemese de üçüncü ve sonuncusu belli bir düzey tutturuyor. Ama o sahneyi görmek için yaklaşık iki saatlik filmi izlemek yerine filmin “Yalnız Kullar” şarkısına çekilen videoyu görüp aynı zevki almanız mümkün.

İki tane artısı var “7 Kocalı Hürmüz” filminin. Biri Öner Erkan’ın oyunculuğu, diğeri sektöre “bakın nasıl oluyor” diyen setleri. Filmi kurtarmaya yetmese de.

WINTER’S BONE (2010) by DEBRA GRANIK **


Courtney Hunt imzalı, Melissa Leo’lu geçen yılın Oscar adayı Frozen River(2008)’ın açtığı kontenjandan bu yılın 10 filmlik listesine girmiş görünen Winter’s Bone; akademi üyelerinin zaaflarına yönelik samimiyetsiz bir film.
Senarist-yönetmen Debra Granik’in ikinci uzun metraj çalışması; taşrada hayat mücadelesi veren bir aileyi merkeze alıyor.

İyileşmeyecek bir hastalığı olan annesi ve iki küçük kardeşiyle yaşayan Ree(Jennifer Lawrence) adlı 17 yaşındaki genç kız; evin bütün yükünü sırtlanmıştır. Odun keser, atları besler, yemek yapar, kardeşlerini okula götürür vs. Bir gün kapıya dayanan şerif, uyuşturucu işindeki firari babasının kefalet karşılığında kaldıkları evi ipotek ettirdiğini hatırlatır ve babası yakın zamandaki duruşmaya gelmezse evlerinin ellerinden gideceğini söyler. Bunun üzerine yollara düşen Ree, babasını aramaya başlar.

Sonsuz ihtimallerle sürebilecek bu çıkış noktasından alabildiğine sığ bir hikâye meydana getirmiş Granik. Ree; yakın çevrede babasının iş yaptığını bildiği insanlarla konuşmaya çalışıyor ve sonuç alamıyor. Hepsi bu.

Hikâyenin akademi üyelerini tavlayan kısımları oldukça net. Amerikan hükümetine göre reşit sayılmayacak yaştaki bir kızın, insanların karşılarına bile çıkmaya korktukları tiplere gidip cesurca babasını sorabilmesi mesela. Ya da başına bir şey gelirse hayatta kalsınlar, beslenebilsinler diye kardeşlerine tüfek kullanmayı, avlanmayı, sincap bağırsağı temizlemeyi öğretmesi. Bakın ufacık kız ailesi için ne kadar cesur hareketler yapıyor tavrı.

Ree’ye hayat veren Jennifer Lawrence 20 yaşında ilk Oscar adaylığını alıyor bu film sayesinde. İşini başarıyla yaptığını teslim etsek de, çığır açan bir performans sergilemiyor. Filmin diğer adaylığını getiren amca Teardrop rolündeki John Hawkes çok daha başarılı. Senaryonun ise ödüle oynamak dışında hiçbir özelliği olmadığını görüyoruz.

Ree bir sahnede orduya katılmak için başvuruda bulunuyor. Amerikan ordusunun zeki ve çevik çavuşu ise ona bu işin para için yapılmayacağını, başka bir sebebi olduğunda tekrar gelmesini söylüyor. Ekleme duran bu sahne, filmin en samimiyetsiz anı olarak kayıtlara geçiyor.

Sağda solda gezip babasını soran kız şablonu bir yerde tıkanıyor. O zaman da baştan beri cesurluğuyla övülen kıza dayak atıyor senaryo ve kurban kimliğini belirginleştiriyor. O saniyeden sonra da şimdiye dek kötü görünen adamlar ve kadınlar kıza yardım etmeye başlıyorlar, cool tavırlarından vazgeçmeden.

Ree’nin evlerini kurtarmak adına babasının cesedinin ellerini elektrikli testere ile kesmek zorunda kaldığı sahnede yanındaki kadınlardan biri “yapamayacak” diyor. Kızımız cesur, savaşçı ancak hala insan. O zaman da insan olmayanlardan biri testereyi alıp işi onun için yapıyor. Zavallı kızcağızın başına daha ne gelebilir ki. Yazık!

Soğuk, mesafeli, şunu şunu ve şunu gösterelim tavrındaki filmin ana kahramanı Ree; sonuçta hiçbir şeyi kendi başarmıyor ancak kardeşlerini koltuklarının altına alıp zafer konuşması yapmayı unutmuyor finalde. Sert olmakla övünen film de böylece iyiden iyiye yumuşamaya meyilli tavrını tam da Amerikan izleyicisinin sevdiği türden bir mutlu sonla tamamlamış oluyor.

16 Şubat 2011 Çarşamba

YAŞAM ARSIZI (2008) by YASEMİN ALKAYA -


Yasemin Alkaya; bale eğitimi almış, konservatuar mezunu bir tiyatro sanatçısı olarak tanınıyor. Fotomodellik de yapmış ve bir kafe işletiyor.

“Yaşam Arsızı” adlı belgeselin başlarında çocukluk arkadaşının Ankara Ulus’ta pavyonda çalıştığını öğrenen Alkaya; çekim ekibini toplayıp onun yanına gidiyor ve ilk saniyeden itibaren acıyan gözlerle bakıp ne kadar kötü bir iş yaptığını kafasına vuruyor. Söz konusu şahıs Elif Çağlayan’ın ise kendini savunmak, acındırmamak için söyleyebildiği tek cümle; filmlerden ödünç aldığı “İşimi çok seviyorum çünkü bedava içki içiyorum, üzerine de para veriyorlar” oluyor. Nükteyi anlamayan empati yoksunu entelektüel belgeselcimiz, Elif hanımın arkasından acıyla karışık onaylamayan gözlerle bakarken, kamera yüzünde sabitleniyor.

Yasemin Alkaya belgesel adı altında sunduğu ancak duygu sömürüsü uğruna bolca kurmaca sahneye başvurulduğu her halinden belli acınası film yapma tarzıyla, Türk belgeselciliğinin yüzkaralarından birine imza atıyor. Araya serpiştirdiği “eski fotoğraflara bakma” sahnelerinde sürekli “ay burada ne gençsin, ne tatlısın, çocukların ne küçük, ne tatlı” falan diyerek Elif’in şimdiki halini aşağılıyor.

Mesela babasının kitap yazmış biri olduğundan bahsedip okumanın öneminden dem vuran Elif’e hemen “herkesin okuması gerekmiyor, annen sürekli pazara gidip bir şeyler alır, evin ekonomisine katkıda bulunurdu” tadında şeyler söylüyor. “Annen pavyona düşmezdi” demeye getiriyor. Zaten film boyunca Elif ne derse tersini söylüyor Yasemin Alkaya.

Elif’in hikâyesini dinledikçe ailece geçirilen bir trafik kazasında anne ve babasını aynı anda kaybettiğini öğreniyoruz. Kazadan birlikte sağ çıktığı kız kardeşleri Funda ve Aysun ise Ürgüp’te bir klinikte yaşamaktalar. Ziyarete giden Alkaya’nın burada da tek yaptığı kronik şizofren kardeşlere acıyarak sarılmak oluyor.

Belgesel biraz da “sorumluluk sahibi(!) komşuların biz onlar için neler yaptık söylemleriyle ilerliyor. Bir komşu “Ben onların çamaşırlarını önce elde olmak üzere –ki kimse eline almaz, sonra makinede yıkadım” minvalinden açıklamalarda bulunuyor. Yüksek ihtimalle olayı anlatan teyze makinesine kıyamadığı için önce leğende giysilerin kirini akıttığını kastediyor.

Empati fakiri Yasemin Alkaya’nın Ürgüp’e ziyarete gelen Elif ve çocukları ile Ankara’ya dönme isteğindeki küçük kız kardeş Aysun’a mantıklı(!) açıklamalarla karşı durup, kendisinden özür dilettiği bir sahne var ki; akıllara zarar. Ablasını özleyen ve rehabilitasyon merkezinden çıkmak isteyen zavallı küçük kardeş onlarla gidemeyeceğini anladığında şarkılar söyleyerek kendini avuturken, Alkaya onun söylediği naif bir cümleye kahkahalarla gülüyor. Çıldırtıcı.

Kardeşlerin kaldıkları yerin aslında zihinsel engellilere hizmet veren bir yer olduğunu öğreniyoruz sonra. Merkezin müdürü Recai Gündüz ile yapılan röportajda bunu bizzat kendisi dile getiriyor. Kardeşlerin kronik şizofren olduklarını, zihinsel engellerinin olmadığını söyleyerek yanlış yerde olduklarını ima ediyor. Ne yazık ki “engelli” yerine bol bol “özürlü” diyor, “zekâları çoğumuzdan iyi” şeklinde saldırgan cümleler kuruyor ve üç cümle sonra Yasemin Alkaya’nın başarılı(!) soruları sayesinde konu dağılıp erkek-kadın farklarına, erkeklerin mi yoksa kadınların mı toplu yaşamda daha uyumsuz olduğuna, askerliğin erkeklere neler öğrettiğine falan geliyor. Merkezdeki zihinsel engelli kadınların kuaför istemeleri ile alay ediliyor.

Herkesin aynı anda konuştuğu bir sahneyle sonlanıyor bu kısım. Müdür sürekli kolları ve başı masaya yaslı şekilde oturuyor. Özensizlik her ana siniyor.


İzlediğimiz en zeki insan olan şizofreni hastası büyük kız kardeş Funda bir yerde “Biz neden büyümüyoruz, çocuk gibi hissediyoruz” diye soruyor. Aklı başında olması gereken kişilerden biri “Daha iyi değil mi, keşke hep çocuk kalsak bizde” şeklinde cevaplıyor.

Elif’in çocuklarının babasından bahsedilen bir sahnenin repliklerini ise aynen yazmak istiyorum:

Yasemin Alkaya: Gerçekten o paraları yedi mi yoksa bir yatırım yaptı sizden gizliyor mu acaba?
Elif Çağlayan: Şu an kendisi de aç.
Yasemin Alkaya: Çok üzüldüm. O kadar üzüldüm ki; bir para toplayalım da yardımcı olalım.

Yasemin hanımın ne kadar kaliteli bir ağzı olduğunu görüyor musunuz? Bu belgesel sinemalarda gösterildi.


Filmin devamında da bolca Yasemin Alkaya gözyaşı ve geyik muhabbeti izliyoruz.

Sizce anneniz nasıl mutlu olur sorusunu soruyor sonlara doğru belgeselcimiz. Erkek çocuk “annemin geçmişiyle ilgili kendini suçlu hissetmemesi gerekli” diyor. Kız çocuk ise “yaşananları telafi edebilirse mutlu olur annem” diyor. Sonra erkek tekrar lafa girip “bizim başarılı olmamız yeter onun mutlu olması için” diyor. Yasemin Alkaya ise kuvvetli bir erkeğin gelip Elif’i kurtarması temennisi ile nokta koyuyor bu konuşmaya! Üstelik kendisine de istemeyi unutmuyor o erkekten bir tane!

Jenerik şarap içen Elif ve Yasemin hanımların aynı masada oturan çocuklarla yaptıkları sarhoş muhabbetinin üzerinde akıyor.

Bolca ölü boşluk içeren film, düzgün bir kurgucunun elinde 45 dakika sürebilirmiş diyor insan ancak hiç kimse bu kaba üslubu kurguda kurtaramazdı.

Sonuç olarak sinir bozucu, Türk sineması adına utanç verici bir film kalıyor akılda. Bakımsızlıktan ağızlarında diş kalmamış şizofren kız kardeşler düşündürüyor insanı bir de.

15 Şubat 2011 Salı

“NİLÜFER - 12 DÜET” ÜZERİNE NOTLAR


-Şebnem Ferah, muhteşem yorumu ile albümün iyi bir açılış yapmasına olanak sağlıyor. Yine de unutulmayacak bir düet çıkmıyor ortaya.

-“Göreceksin Kendini” şarkısını söyleyen Yüksek Sadakat; Eurovision’un da gazıyla ismini biraz daha duyuracaktır, o kadar.

-Malt’ın “Ara Sıra Bazı Bazı” yorumu fena değil ancak uçucu.

-Teoman artık düet yapmasın. Düetlere çok yakışmasına rağmen. Solo şarkılarını unuttuk.

-Gece Yolcuları “ağğğlıyorum… yanıyorruuuum…” demedikleri bir şarkı söylesinler.

-Ogün Sanlısoy sadece vasat olmaktan sıkılmadı mı?

-Badem’in “İntizar” düzenlemesi, şarkının ruhuna zarar vermeyen bir çalışma olmuş.

-Hayko Cepkin ile Nilüfer mayası tutmamış. Çok ayrı tellerde kalmışlar. Solo kısımlarda sorun yok ama aynı anda girmeye çalıştıkları kısımlar korkunç.

-“Unut Gitsin” o kadar kusursuz bir şarkı ki; kim, hangi düzenlemeyle söylerse söylesin dinlenir. Levent Candaş & Selçuk Sami Cingi & Nedim Ruacan ortak çalışması da albümün en öne çıkan parçası.

-Rashit düeti “Uzak Dur Ateşimden” ise grubun çabaladığının çok belli olduğu ortalama bir iş. Aranmayacaktır.

-TNK düeti “Selam Söyle” doğası gereği rock şarkısı olamayacak bir parça. O sözlerle ne yaparsanız yapın ortaya rock çıkaramazsınız. Altyapılarında elektrogitar yer alan her parça rock parçası değildir.

-“Kim Arar Seni” düetini gerçekleştiren 4x4, enerjisi oldukça yüksek, topluluklara da çalınıp söylenebilecek bir iş çıkarmış.

Ayrıca:

-Ne olursa olsun Nilüfer, Kayahan şarkılarına çok şey borçluymuş. Keşke Kayahan bu kadar huysuz bir ihtiyar olmasaymış.

-Nilüfer’in rock yorumu çok amatörce. Onun gibi bir sanatçıya yakışmıyor. Hakkını veremedikten sonra ürettiğin şeyi satmaya çalışmanın anlamı olmamalı o konumdaki bir insan için.

14 Şubat 2011 Pazartesi

İKİ

Bir genç vardı. Aslen garson. Tek eğlencesinin çalıştığı otele gelen yabancı turistlerle fotoğraf çektirmek olduğunu öğrendim çok sonra. Pozlarda hep ayrık kalmıştı. Kızlar ne kadar güler yüzlü ve sıcakkanlı olsalar da o amacına ulaşan genç Türk erkeği, sonucun bir parçası olamamıştı. Askere gitti o çocuk. Garson olarak. Rütbeli kızlarına sürekli bir şeyler ısmarladı. Asker maaşının 58 katı açık çıkardı hesaplarda. Yaşıtları, devreleri maaşlarını almamak için imza topladılar. Onun kız sevdasına bağışladılar gelecek ayki ücretlerini.

Hayatta hiç kimseye inanmayan bir genç vardı. Diyarbakırlı. Kaça kadar okudun sorusuna “hiç okumadım” cevabı veren. İlkokula bile gitmemişti. Hatta okuma yazması bile yoktu. Türkiye’de 1990 yılında doğan çocuklar arasında küçük bir azınlığın mensubuydu. Babası hastaydı. Erken ölmüştü. Annesi yol bilmez, iz bilmezdi. Abileri hep başka şehirlere gitmişlerdi çalışmak için. Kalanlara yardım etmek yerine gittikleri yerlerde hayatlar kurmuş, yeni aileler oluşturmuşlardı. Yani onlardan da fayda yoktu. Bu genç de gitti. Annesini bırakacağı kimse olmadığından o yeni bir aile ekmedi, kazandığını annesinin de hayatta kalması için memleketine gönderdi. Ama o kadar kolay değildi İstanbul’da yaşamak. Çok çalışıyordu. Az kazanıyordu. İlk yıllarda çocukluğu çokça kullanılmıştı. Patronlar para vermiyordu. O da alamıyordu. “Kimsenin doğru olduğunu görmedim” diyordu. Ama kendi çok doğru görünüyordu. O, isyan yerine burukluğu yoldaş edinmişti. Teskeresinden kısa bir süre önce tanıdım bu genci. Asker ocağı da değiştirmemişti fikrini. Paranın pek de geçerli olmadığı erler dünyasında, kışla hayatında da dost edinememişti. Belli ki bu nasırlarla, uzun bir süre daha edinemeyecekti.

12 Şubat 2011 Cumartesi

CHUGYEOGJA (2008) by HONG-JIN NA ***


Ülkemizde 4 Haziran 2010 tarihinde gösterime girerek 2010 yılında vizyona çıkan 247 filmden biri olan 2008 yapımı “Ölümcül Takip” sene sonu değerlendirmelerinde bu sebeple geçtiğimiz yılın en iyi filmlerinden biri olarak gösterilip durdu.

28.Uluslararası İstanbul Film Festivalinde de seyirciyle buluşan Güney Kore yapımı film; Chan-wook Park başyapıtı Oldeuboi(2003) ve Ji-Yeon Kim imzalı Dalkomhan Insaeng(2005) ile kıyaslanarak heyecan yaratmıştı. Bu iki filmin yanından bile geçemediğini en baştan söylemeliyim.

Filmin en büyük meziyeti; bir polisiyeden beklediğiniz (Hollywood tarafından öğretilmiş) her şeyin ilk 40 dakika içinde olup bitmesi. Kurbanla tanışma, afili bir cinayet sahnesi, katilin aranması, yakalanması ve suçunu itiraf etmesi. İngilizce ismiyle “The Chaser” görevini hızla yerine getirip, yapmak istediklerini bundan sonraya saklıyor.

Öncelikle harikulade bir seri katil portresi çizildiğinin hakkını vermeliyiz. Dünyanın en kalabalık şehirlerinden Seul’da yaşayan bebek yüzlü iktidarsız katil, polisler sebebin bu olduğunu yüzüne haykırdıklarında bile daha derin motivasyonları olduğunu ima edip kendini yüceltme çabasına giriyor. Gerçekten deli olup olmadığını bile uzun süre anlayamadığımız adam, film kötülerine pek de nasip olmayan şanslar yakalıyor.


Filmin klişelerden yola çıkan öyküsü şöyle: Teşkilattan kovulunca kadın satmaya başlayan Joong-ho Eom(Yun-seok Kim); ortadan kaybolan kızların ondan kaçtıklarını düşünmektedir. Telefon numaraları üzerinden yaptığı küçük bir sağlama sonucunda bütün kaybolan kızların son buluşmalarının aynı kişiyle olduğunu görür. Bu adamın onları kaçırıp sattığını düşünen Joong-ho; Mi-jin Kim(Yeong-hie Seo) adlı kızı kullanarak adama tuzak kurar. İşler planladığı gibi gitmeyince Mi-jin’in hayatını kurtarmak için koşturmaca başlar.

Seyirciyi kolayca avucuna almak adına bildik notalarla başlayan film, bahsettiğimiz 40 dakikanın sonrasında bir süre afallıyor. Bu; başı sonu belli bir senaryo olmasaydı, gerçek hayatta şimdi ne olurdu sorusunu kovalayan yapım gerçekte olabilecek açmazlara girip sıkıcılaşıyor. İkinci perdesini ayırdığı bu çabayı sistemin çıkmazlarını gösterip anlamlandıran yapım; Seul polisinin beceriksizliğini, kanun kurallarının yetersizliğini ve zeki bir insanın sistemin gediklerini bularak nasıl da istediği gibi kanunsuzca at koşturabileceğini hüzünle gözler önüne seriyor.

Hiçbiri iyi olmayan karakterlerin, iyi olduğunu düşündüğümüz şeyler yaptıklarında dahi motivasyonlarının kötü olması; gördüğümüz her şeyin teknolojiye bulaşmadan üç boyutlu olmasını sağlıyor.


Güney Kore sinemasında sıkça rastladığımız gerçek gibi görünen kavga ve dövüş sahnelerinden az da olsa “Ölümcül Takip” ’te de mevcut. Özellikle bu sahnelerde yönetmen kamerasını olayın tam ortasına dikiyor ve izleyiciyi zorluyor. Yine de aşılı bünyeler fazla etkilenmeyecektir..

Ülkemizde de sıkça başvurulan "bir olayı unutturmak için başka bir olayı gündeme getiren medya-devlet kurumları" olgusu da filme yedirilmiş önemli alt metinlerden biri.

Sonuç olarak Chugyeogja; ilk filmini yöneten Hong-jin Na’nın ustalıkla kotardığı, sık rastlanmayan meziyetlerle dolu, dikkat çekici bir yapım. Yine de “İhtiyar Delikanlı” ya da “Acı Tatlı Hayat” bekleyenleri hayal kırıklığına uğratabilir.

11 Şubat 2011 Cuma

2011 ŞUBAT TÜRKİYE VİZYON FİLMLERİ

Ülkemizde şubat ayında gösterime girmesi planlanan 17 film var. Bunlardan altısı yerli. Duyurulmasına rağmen gösterime girmeyecek üç film ise Richard J. Lewis imzalı Barney’s Version(2010), Evre Türkel imzalı Bul Beni(2010) ve Galt Niederhoffer’in yönettiği The Romantics.

Ayın ilk haftasında James Cameron destekli kof Sanctum ve Ömer Faruk Sorak’ın en iddiasız işi Aşk Tesadüfleri Sever ortalıkta gezinecek.

İkinci hafta Braveheart senaristi Randall Wallace’nin Seabiscuit benzeri yarış atı konulu başarı filmi Secretariat, Mikael Hafström’ün The Last Exorcism benzeri filmi The Rite, kimsenin hatırlamayacağı bir diğer Türk filmi İncir Reçeli ve nihayet 7 dalda Oscar adayı The Fighter gösterime girecek.

Üçüncü haftanın filmleri televizyon için üretilip sinemada satılmaya kalkışılan Cem Yılmaz destekli Çalgı Çengi, Handan İpekçi’nin yeni filmi Çınar Ağacı, 12 dalda Oscar adayı The King’s Speech, gösterimi sürekli ertelenen 6 dalda Oscar adayı 127 Hours ve Michel Gondry hayranları için The Green Hornet.

Kısa şubatın son haftası ise Mahsun Kırmızıgül olmak isteyen (bunu bile isteyenler olabiliyor demek ki) Özcan Deniz’in tutması imkânsız filmi Ya Sonra, Ali İlhan’ın başrol oyuncusu Claudia Cardinale ve aldığı Altın Portakal nedeniyle ismi duyulan filmi Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak; ayın son Türk filmleri olacak. Yıldız kadrolu, yıldız yönetmenli ancak istediği ödüllere aday bile olamayan The Next Three Days, Tony Goldwyn’den Conviction, Coen kardeşlerin 10 dalda Oscar adayı True Grit ve yılın en iyi filmlerinden, basın gösterimi haftalar önce yapılmasına rağmen bir türlü vizyona çıkamayan 5 dalda Oscar adayı Black Swan sinemalarda olacak.

AŞK TESADÜFLERİ SEVER by ömer faruk sorak 04.02
SANCTUM by alister grierson 04.02
İNCİR REÇELİ by aytaç ağırlar 11.02
SECRETARIAT by randall wallace 11.02
THE RITE by mıkael hafström 11.02
THE FIGHTER by david o. russell 11.02
ÇALGI ÇENGİ by selçuk aydemir 18.02
ÇINAR AĞACI by handan ipekçi 18.02
THE KING’S SPEECH by tom hooper 18.02
THE GREEN HORNET by michel gondry 18.02
127 HOURS by danny boyle 18.02
YA SONRA by özcan deniz 25.02
SİNYORA ENRICA İLE İTALYAN OLMAK by ali ilhan 25.02
THE NEXT THREE DAYS by paul haggis 25.02
CONVICTION by tony goldwyn 25.02
TRUE GRIT by joel-ethan coen 25.02
BLACK SWAN by darren aronofsky 25.02

9 Şubat 2011 Çarşamba

THE KING’S SPEECH (2010) by TOM HOOPER ***



David Seidler daha çok televizyon için yazdığı senaryolar ve Francis Ford Coppola filmi Tucker: The Man and His Dream(1988) ile tanınan bir isim. “The King’s Speech” adlı film senaryosunu tiyatroya uyarlayan yazar, yönetmen Tom Hooper’ın isteğiyle bu kez yeni ve daha gerçekçi bir film senaryosu hazırlamış.

Tom Hooper ise 2005 yapımı 3 Altın Küreli ve Helen Mirren’li Elizabeth I ve John Adams adlı televizyon mini-dizileriyle karşımıza çıkmış bir yönetmen.

İngiltere kralı VI.George’un kekemeliği üzerinden tahta çıkış sürecini anlatan, daha doğrusu İngiltere tarihini fon seçip bir erkeğin büyüme sancılarını konu edinen bir yapım var karşımızda.

Kendinden büyük bir abisi olduğundan kral olmak için yetiştirilmemiş ancak çok katı kurallara maruz kalmış Prens Albert (Colin Firth), eşinin de zorlamasıyla kekemeliğini yenmek için birçok doktora başvurmuştur. Ağzına taş doldurup konuşmasını isteyen son doktor da işe yaramayınca tamamen vazgeçtiğini ilan etse de, eşi Elizabeth (Helena Bonham Carter) yeni bir terapist bulur. Lionel Logue (Geoffrey Rush) adlı bu adam sıra dışı yöntemleri ve kendine güveniyle önceki muadillerinden ayrılır. Prense aile arasındaki ismiyle hitap etmekte, kendi odasında kendi kurallarını koymakta ve karşısındaki kim olursa olsun eşitiymiş gibi davranmaktadır. Önce tepki gösterse de Prens Albert zamanla bu adama alışacak, hatta sahip olabileceği en iyi arkadaşlığı Logue ile yaşayacaktır.

Film her ne kadar tarihi dramların vazgeçilmezi Colin Firth’e bir rol daha veriyor gibi görünse de bu büyük oyuncu kendini baştan yaratmayı başarmış. Kekeme prens-kral rolünde o kadar iyi ki, sinema ve televizyon tarihi boyunca izlediğimiz kekeme rollerinin büyük çoğunluğunu değersizleştiriyor. İki yıldır üst üste Oscar adayı olan aktör, bu kez yıllardır hak ettiği ödüle uzanabilir.

Helena Bonham Carter ise “Ana Kraliçe” Elizabeth rolünde sırıtıyor. Komiklik olsun diye saçlarını farklı yaptırmış bir kadına benziyor. 13 yıl sonra aldığı ikinci Oscar adaylığını kesinlikle hak etmiyor. Çok sevilen ve yetenekli bir aktris olsa ve ödüllü olması istense de bu rol, o rol değil. Gözleri, mimikleri ve duruşu günümüzden; kıyafetleri ise bir önceki yüzyıldan dikilmiş bu karakter garip bir bileşim oluşturuyor.

Geoffrey Rush, çağının ötesinde konuşlanmış terapist rolünde oldukça başarılı ve dördüncü Oscar adaylığını alıyor. Yine de aktörün kendisiyle ilgili olmasa da yaratılan karakterle ilgili sorunlar var. Fazla modern, fazla yenilikçi duruyor.

Günümüzün bütün psikolojik klişelerinden mustarip prens-krala öylesine hâkim yaklaşıyor ki; psikoloji eğitimini gelecekten alıp gelmiş gibi duruyor. Bu da psikoloji bilen izleyiciyi filmden uzaklaştıran bir sebep olarak karşımıza dikiliyor.

Yönetmenin geniş açı objektiflerle yakın plan çekim yapması, tercih ettiği renkler ve hafifleştirici müzik ile kafaları perdenin en olmadık yerine konuşlandırması bende Jean-Pierre Jeunet’e öykünme hissiyatı yarattı. Filmin tonu ve şiddeti de tarihsel dramlardan komedilere uzanan yelpazede yine Jeunet noktasında sabitlenmiş duruyor.

Almanya’ya savaş ilan edilmesi ya da ulusu etkileyen taht değişimleri birer laf arası bahsi tadına terkedilmişken, iki erkeğin dostluğu ya da bunlardan birinin özgüven kazanma süreci gibi temalar da havada kalıyor. Logue’nin gerçekte tiyatro oyuncusu olma isteği ve katıldığı bir elemede “sende krallarda olabilecek bir duruş yok” cevabı ile reddedilmesinin doğurduğu; Albert’ın da ona kral olmayı öğretebileceği şeklindeki hikâye gidişatı beklentisi de bir noktada unutulup gidiyor.

Weinstein kardeşlerin bitmez tükenmez kulis çalışmaları sayesinde 2010 Oscar’larından en fazla dalda adaylık kapmayı başaran film olan ülkemizdeki gösterim adıyla Zoraki Kral; 7 dalda aday olduğu Altın Küre ödüllerinden sadece Colin Firth’in başarısıyla ayrılmıştı. 12 Oscar adaylığından da yine bu kategori ve kostüm tasarımı gibi bazı teknik dallar dışında eli boş dönmesi muhtemel, kolayca akıldan çıkacak ortalama bir iş.

7 Şubat 2011 Pazartesi

MEGAMIND 3D (2010) by TOM McGRATH *-


Megamind; Dreamworks Animasyon Stüdyosunun son işi. Süper kahraman filmlerinden çıkış noktası belirleyen ve bu türe referanslarla dolu bir çocuk filmi. Animasyon sektörü büyükleri de eğlendirecek filmler yapmak için yarışırken Dreamworks’ün bu yüksek bütçeli filmin eğlencesini neden bu kadar düşük yaşlarla kısıtladığı merak edilesi.

Gezegenleri yok olurken kapsülle dünyaya gönderilen iki çocuktan biri dünya standartları için çok yakışıklı, süper güçlü ve uçma özelliğine sahiptir. Diğeri ise yalnızca mavi ve koca kafalıdır. Her daim ilkinin gölgesinde kalan mavi çocuk, problemli büyüme sürecinin ardından zoraki kötü olur. Fakat filmimiz küçük beyler ve bayanlar için hazırlandığından, elbette onun da içinde zerre kötülük yoktur.

Teknolojik özellikleri tatmin edici fakat üç boyut olayı balon olan Megamind’ı iki boyutlu perdelerde de gönül rahatlığıyla izleyebilirsiniz ancak ülkemizde yalnız dublajlı gösterime girdiğinden Will Ferrell, Brad Pitt, Tina Fey, Ben Stiller gibi isimlerin seslerini duymak için DVD’sini beklemenizi tavsiye ederim.

ASKERİ GAZİNO’DA VEDA 29.01.2011 CUMARTESİ


Bütün yıl herkesin ağzına sıçtım, son gün hepsi beni sevsin istedim.
Bir daha gelsem askere, bunların hiçbirini yapmazdım diye geçirdim içimden.
Basit bir sevilme isteğinden fazlası değil belki de, hepimizin hayatlarına sinen.

Son poliklinik hastam: Rıdvan Altun. Teskere Muayenesi.
Son istirahat verdiğim: Tolga Şubatlıoğlu
Tanı: Lumbalji+Servikal Disk Hernisi?
7 gün yatak istirahati uygundur. Arz ederim. 29.01.2011
Elbette yalan.

1990\1 tertiplerin 100’den düşme partisi vardı aynı gece. Yani 360 gündür askerlik yapan Türk gençleri, askeriyede 100 günlerinin kalışını kutluyorlardı. Davet ettikleri tek subaydım. 5 dakika parantezinde de olsa çağırmışlardı. En çok nefret etmeleri gereken adamı. İçeri girdim. Dikkat çekildi. Herkes esas duruşa geçti. Üç kola birden geldi. Pastanın neredeyse tamamı. Birkaç tabak daha başka şeyler. Sandalye çekildi, masa itildi. Yuvarlak oluşturdular. Sırayla kalkıp oynadılar, yer değiştirdiler. Alkış tuttum onlarla. Şarkı değişirken susturdum herkesi. Başladım sümüklü konuşmama.

“Buraya sizin katılış muayenelerinizi yapmak için getirildim. Sonra bir şekilde kaldım. Yani hepimiz aynı gün başladık Bolu’da askerliğe. O yüzden ben de en kral tertip 90/1 gördüm kendimi hep.”

Daha büyük bir şov olamazdı. Alkış kıyamet koptu. Tek istediğim hepsiyle fotoğraf çektirmekti oysa. Arkadaş olmak birkaç karede. Onlar tek tek olsun istediler. Bir sağ kolumun, bir sol kolumun altına girip çıktılar. Ben öyle direk gibi kaldım. Bazıları başlarını göğsüme dayadı. Ne kadar eşek olduğumu hatırlattılar. İstediğimi yapmıştım. Ama işte onlar o kadar da kötü davranmıyorlardı yine de bana.

Yolda duyan revire koştu sonra. Vedalaşmak için.

Aklımda tek bir şey kalmıştı. Hizmet birliğinde çay içenlerin fotoğraflarını hep kıskanmıştım. Çok yeni söylemiştim birine. Söylediğimin ertesi günü beni de davet etmişlerdi ama gurur yapmıştım kendi ağzımla istedim diye, gitmemiştim. Son poliklinik gününde baktığım son hastanın terhis belgelerini imzalama karşılığında, hizmet birliğinden çay istemiştim. Bana bu konuda borçlu kalınsın diye. Elbette duyulmuştu. Gittiğimin haberi ile birleşince kahvaltı fikrini verdi Sertaç Sevimli\Bayburt.
“Yarın sabah erken gitmeyin. Hizmet birliğinde kahvaltı yapalım, çay için.”
Birlikten biri, her sabah Hüseyin Tuncer\Mersin ve Osman’ın menemenini yediğimi biliyor olacak ki; çıkıp çok güzel menemen yaptığını söyledi. Daha ne isteyebilirdim ki.

Günlerdir hazırlandıkları veda partilerinde çocukları eğlenmeye bıraktım. Giderken İlvan Boya\Van 1-2-3 ooo 90’a 1 çekti. Bu, en azından onun beni kabullenişiydi. Kapıya kadar geçirenler ve peşimden partiyi bırakıp revire gelenler. Arayanlar. Saygıda kusur etmeden. Sevgi seli. Gerçek mi?

Resul Yılmaz: “Bir şey duydum, şok oldum komutanım. Hani gitmeyecektiniz?”
“Ama hepiniz bir gün gideceksiniz.”

Kalanların gidenleri.
Vedalaşmaktan bıktım. Bırakıp gitmekten. Kalmak çok daha kolay.

Ve biri: Beni en farklı seveni. Öyle bir bakıyordu ki gözlerimin içine…
“Ölmüyorum” dedim. Sadece yer değiştiriyorum.

“ŞİMDİ NE YAPMALIYIM” ANKETİ SONUÇLANDI


19 kişinin siteden, onlarcasının telefonla ya da yüz yüze seçim yaptığı ikinci anketimin sonucu şöyle oldu:

Teskere Bırak: %15

Konya Kadınhanı’na dön. Kadrolu memur olarak acil serviste çalış: %5

TUS sınavına hazırlanıp uzman psikiyatrist ol: %47

Her şeyi bırak. İstanbul’a git. Hayatını sinema yapmaya ada: %31

Görüldüğü üzere arkadaşlarımın çoğu uzman olmamı istiyor. Ama haberleri yok ki; şu an çoğu için yaptığım psikologluk görevimi uzman psikiyatrist olursam aksatırım, bensiz kalırlar.

İkinci çoğunluk ise benim hayalimi paylaşıyor.

Asker arkadaşlarımın ankete erişimini engellememe rağmen kimin askerde kal seçeneğine tıkladığını merak ediyorum. Beni üniforma içinde görmeyi isteyen ne çok insan varmış.

Hiç kimsenin Kadınhanı’na dön dememesi ise hayatım boyunca en mutlu olduğum yerden uzak durmamı istediğiniz anlamına geliyor. Teşekkür ederim.



Bunların hiçbiri olmadı. Kahramanmaraş Özel Megapark Hastanesi ile anlaştım. Devlet memurluğundan istifa ettim. Aklıma gelmeyen başıma geldi. Büyük laf ettim. Tükürdüğümü yaladım. Vesaire. Atasözlerini ve deyimleri Tarkan’a bırakıyorum şarkı yapması için. En kısa sürede başlıyorum. Hayat bana yine şekil yaptı anlayacağınız.

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...