28 Aralık 2019 Cumartesi

2019 DİZİ İSTATİSTİKLERİ


2019 yılında 64 farklı diziden 610 bölüm izlemişim.


YILIN EN İYİ DİZİLERİ
Kingdom
American Crime Story - The Assassination of Gianni Versace
Better Call Saul - Sezon 4


YILIN EN İYİ MİNİ DİZİLERİ
Unbelievable
Chernobyl


YILIN EN KÖTÜ DİZİLERİ
Black Summer


İYİ YENİ DİZİLER
The Boys
Euphoria
The Politician
Servant (Son bölüm henüz yayınlanmadı)
Atiye


Devam ettikçe yükselenler:
La Casa de Papel - Kısım 3
Designated Survivor (Bitti)
Fleabag (Bitti)
The OA (İptal edildi)


Devam ettikçe düşenler:
American Horror Story – Sezon 9
The Good Place - Sezon 3
BoJack Horsman – Sezon 6
Brooklyn Nine Nine – Sezon 5
The Crown - Sezon 3


Dibe Vuranlar:
Preacher – Sezon 4
Insatiable - Sezon 2
Pose - Sezon 2
Chilling Adventures of Sabrina
Game of Thrones
True Detective


Seviyesini koruyanlar:
How to Get Away with Murder – Sezon 5
A Series of Unfortunate Events – Sezon 3 (Bitti)
Killing Eve - Sezon 2
Goliath - Sezon 2
Grace and Frankie – Sezon 4
The Simpsons – Sezon 30-31
Mindhunter - Sezon 2
The Affair - Sezon 4
Stranger Things - Sezon 3


Ümidimi tamamen kaybettiklerim, ama yine de izliyorum:
The Flash
The Walking Dead


İlk bölümden itibaren nefret etmeme rağmen sonuna kadar izlediğim:
?

İlk bölümleri ümit vadedip sezon bitmeden dökülenler:
?

Boş boş baktıklarım:
The Witcher
The Mandalorian
Watchmen


İptal edilmesinin hata olduğunu düşündüklerim:
Crashing


Tavsiye mini diziler:
?


“Boşa izledim” dediklerim:
The Kominski Method
Marianne


Dayanamayıp yarım bıraktıklarım:
Titans (1 Bölüm)
Sıfır Bir (1 Bölüm)
The Romanoffs (4 Bölüm)
The Terror (4 Bölüm)
Bron/Broen (4 Bölüm)


2018 DİZİ İSTATİSTİKLERİ

30 Eylül 2019 Pazartesi

26. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali


26. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali süresince yazdığım 5 filmin eleştirisine aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz.

#AdanaFF Genç Ahmet – Dardenne Kardeşler
#AdanaFF Parasite – Bong Joon-ho
#AdanaFF Bağlılık Aslı – Semih Kaplanoğlu
#AdanaFF Küçük Şeyler – Kıvanç Sezer
#AdanaFF Peri – Can Evrenol

Midsommar: Bakana Göre Şekillenen Bir Gerilim

Çok katmanlı, farklı okumalara açık, hadi eli artıralım; görmek istediğinizi görmenize izin veren bir filmle karşı karşıyayız: İlk filmi Hereditary (2018) ile ismini duyuran Ari Aster’in 147 dakikalık gerilim şöleni Midsommar (2019) vizyonda.

Okumak için tıklayın.

12 Eylül 2019 Perşembe

35. Yaşımı Ne Yaptım? (Üçüncü ve Son Bölüm)

Mayıs ayı birilerinin hayatının kararışını izleyip, kendi hayatıma yeni ışıklar ararken bitti. Bakış açımı genişletip, arama kriterlerimi esnettim. “Konyalı/köylüler” familyasına afinitemin hala olduğunu görmek ürkütse de arkamı dönüp gidecek kadar güçlendiğimi görmek memnun etti. Genci, yaşlısı, Adanalısı, Arnavutu, “Ada Vapuru” derken; simitçi kahveci gazozcu eksik kaldı bir tek.

Haziranın ilk haftası, tanıdığım en iyi doğum günü planlamacısının hala ben olduğumu bir daha ispatla başladı ve binlerce kilometre süren Akdeniz bölgesi turuyla devam etti. Özellikle Maraş’ta çok acayip bir soruyla karşılaştım ve 89 gün sonra, bu satırları yazarken cüret sandığım şeyin şaka olduğunu yeni anladım. 11 haziranda annemin ilaçlarını değiştirdik ve ayın geri kalanında birkaç insana odaklandım. Biriyle ruhumu doyururken, diğerlerini düzene bindirmeye çabaladım. Hayatımda ikinci defa oyum işe yaradı. 29 haziranda ilk yarı profesyonel tam çıplak fotoğraf çekimimi tamamladım.

Temmuz ayının ilk günleri Kıbrıs’taydım. Deniz, kum, güneş, vejetaryen bireyin açık büfe bunalımları, onlarca kokteyl, bitmeyen sarhoşluk, annemin mızmızlanmaları, kumar, hiç tanımadığım bir kadından (Bilen’den) 50TL şans parası ve nasıl bir nemfomanyak olduğumla yüzleşmenin türlü halleri derken dört gün su gibi geçti.

Binanın altındaki telefon çekmeyen kapalı otoparkta akümün bittiği gün yetişip yardım eden güzel adam, yıl boyu bir yabancıdan gördüğüm tek iyiliğin sahibi oldu.

İyi seks için yüzlerce kilometre gidilebileceğini ve bunun aşkla karıştırılabileceğini ve seksin kötü olduğu ilk seferde yolun büyüyüp kişinin küçüleceğini öğrendim.
On altı temmuz akşamı doksan dakika Skype yaptım. Rüyamda görsem inanmayacağım kişilerle Fate yedim. On sekiz temmuz akşamı yüz yirmi dakika. Estetik takıntısı, diş batması ve yeni video yayında. Yirmi temmuzda kırk iki dakika. Beyaz yakalı mızmız Ağaoğlu hanımları. Otuz temmuzda yüz sekiz dakika. Bazı gym crashleri. Otuz bir temmuzda seksen bir dakika. Beats Studio 3 Wireless Skyline Edition gibi olağanüstü bir hediye. Yirmi dört temmuzda Punto’da ilk vegan pizza ve ilk kısa temas. İki gün ip üstünde yürüdüm. Bir ağustosta otuz iki dakika. Levent Yüksel’i ilk kez canlı dinledim. İki ağustosta elli iki dakika. Telefonumun ekranı değişti. Üç ağustosta otuz dokuz dakika. Annem yüzünden çok mutsuz ve sinirli günler geçirdim. Dört ağustosta seksen dokuz dakika. Kendimi tüm sevdiklerim tarafından terk edilmiş gibi hissettim. Sekiz ağustosta kırk dört dakika. Bu zor görevde yalnız bırakıldım. Malezya’ya dikiş makinelerimizi tanıttım. Sonra daha çok, daha uzun, daha gerçek, daha içten dakikalar ve saatler… (Serkan Ç. Bir Ankara Melankolisi.) Yedi ağustos günü acıktım, benim gibi acıkan birini bulup Atakule’nin American Diner Pizza Hut hatıralarında limitsizsiniz pizza yedim. (Barış Bıçakçı’dan Tarihi Kırıntılar) İlk beşini izlemediğim filmlerin altıncısına, ilk kırk ikisini beğenmediğim insanların kırk üçüncüsüne gittim. (Sophie’nin Seçimi) Dennamora’dan kaçamadım. Çok yumuşak tenlerdense Drax. Masama bir tabak daha koydum, kenardan bir sandalye daha çektim. Manzarama iki göz daha ekledim, rehberime detaylı bir profil. İkinci bir sağ el, bir tane daha istenmeyen çocuk. Bir kat daha sorumluluk, kaçmak isterken tutulduğum dolu. Ben boş, o dolu. O yeni, ben eski, ben kaçak, o bekçi, o hayal, ben gerçekçi, ben sahtekâr, o cezacı, o şeker, ben çok acı, ben matematik, o edebiyat, o ruh, ben acımazsız gerçek hayat. Ankara’nın şiiri bana da mı bulaştı? Ankara birden haritadaki eski yerini aldı. Çocukluğumun yazlarında umudum hiç geri dönmemek, hep orada yaşamaktı. Anneannemin ölümüyle kaybettiğim Ankara, annemin ölümüyle mi canlanacaktı. Bu satırları kendim için mi yazıyorum, peçeteyle istek geldiği için mi; emin olamıyorum. Daha önce hiç başkalarını düşünerek bu bölgede klavye tıklatmadığımı biliyorum sadece. Ama artık hiçbir şeyden emin olamıyorum. Evdeki demans zekamı sömürmeye devam ediyor.

Bayramı İstanbul’da geçirdim ve eskinin “herkesleri” İstanbul’dan giderken, yeniler bura(ya)da geldi/kaldı. Bir günde beş kişiye takdim, Bebek sahillerinden Kireçburnu gerçeğine yürüyüş, iki şişe Rose üstüne EspressoLab’in verdiği cesaretle girilen su basmış oda, vapurdan şehre bir de Bozkır ile bakma, birine zarar verme güdüsüyle saldırabileceğimi görme, gündüz Mardin akşam İran yemekleri, altından Zerdüşt’le ödüllendirsen de beni; içimdeki sahtekarın ölmeyişi, sportuvalethavuzsaunahamamX3, A Rainy Day in İstanbul, Pürtelaş sokakta bir telaş, Mikla’da erken (ama artık çok geç) kutlama, “bu ekiple son kez Punto”, The Populist’te “kendini popüler hisset” çabası, kapının önünde bulduğum yavru kediyi eve almam ve her yılkinden farklı bir gece yarısına yolculuk…
 
 
35.yaşımı ne yaptım? 2084 sözcükle anlattım. Gururumdan kayıp giden hafızama güvenmediğim, kendime âşık olduğum ve unutmayı sevmediğim için mi? Biliyorum. İnsanlar beklediği, biri daha çok beklediği, hala yapabildiğim için mi? Onu da. Hayallerim olduğunu düşündüğüm hiçbir şeyi başaramadığım, yapması kolay geldiğinden üstüne gittiğim önemli/önemsiz vakit harcamalarla dolu bir yaş daha söndü. Yolun yarısı, F.D. abimizin kendine şarkı yazdığı, erkekliğin gücünün azalması gerektiği, kıvırcık saçların ellerime sürtündüğü bir sene öldü. Faydaların faydasız, insanların insansız, hataların cezasız kaldığı. Türkiye’den kurtulup Avrupa’ya taşınmam için verilen iki açık çeki elimin tersiyle ittiğim bir geri zekalılık çağı. Ölüme yaklaşırken anın tadını çıkarmaktan başka bir şey yapmadığım. Hala zamanım var diye düşünüp bahaneler bulup ertelediğim. Amansız bir hastalığa tutulmuşun güneşimi kapatmasına izin verdiğim. Vicdanımın ruhumu çürüttüğü. Dışımın her zamankinden daha seksi olduğu, içimin yumuşadığı, öfkemin törpülendiği, medeni insan olmam gerektiğinin öğütlendiği, hiç uyuyamadığım gecelerden uyuyakaldıklarıma varan zaman geçti. Bitti.
-->

29 Ağustos 2019 Perşembe

35. Yaşımı Ne Yaptım? (İkinci Bölüm)

2019’a, yıl bitmeden başka ülkelere taşınması muhtemel, çok sevdiğim üç insan ve daimî bakıcısı olduğum hastamla; İran yemekleri, Lars von Trier, Lemony Snicket, Rober Hatemo, İbrahim Tatlıses ve beni bir yılbaşı ağacına dönüştüren kimonom eşliğinde girdim.

Yılın bitirdiğim ilk kitabı, co-writer’ımın beni hayrete düşüren güzellikteki ikinci romanı oldu. Sonraki günler beğenmediğim hediyeleri değiştirmekle, bit pazarından bozma evlere gitmekle, Balat’ta üç beş tur atmakla ve zekasız bulduğum insanlara bile içimdeki sıkıntıyı atabilmek ihtimali uğruna tahammül etmekle geçti. Ocak ayında kendimi çok yordum. Her davete icabet ettim, sürekli yeni kan aradım ve her gün annemi İstanbul’a geldiği ilk günmüş de yarın dönecekmiş aceleciliğiyle ağırladım. Bir daha dönmeyeceğini kabullenmem ve bu mecburiyetten kendimi sıyırmam yedi ay sürdü.

Doğum günü hediyemi beş ay gecikmeli kullandım, hayatımda ilk defa botoks yaptırdım. Fena olmadı diye üç ay sonra ikinci kez gittim ama su enjekte etmiş kadar etkisiz oldu. Yemek yapmaya başladığım yetmezmiş gibi kek yapmaya da başladım. Tam bir sıkışmışlık sendromuna tutulmuş olmalıyım ki ev hanımına bağladım. Sonra, ölüme biraz daha yaklaştığımı hissettiren bir olay yaşadım, ağzımdan bir diş daha eksildi. Sinema, tiyatro, kitap, dizi, şarap tadımı, size gele-bize gele davetler derken şubat ayı bitti, şimdi, şu andan bakınca, 14 Şubat günü sanırım biz de bitmişiz.

Mart fena başlamamıştı zaten ama 9 Mart günü iki yıldır satmaya uğraştığım evimden kurtuldum, yani harika devam etti. İlk günden beri hayallerimi yüz üstü bırakan, içinde mutlu olmak için çabaladıkça beni kapının önüne koyan, huzurla eşdeğer tutmaya çalışırken sonsuza dek içten ve dıştan istila edildiğini kabullendiğim evimi; aldığı ceketi, etiketini sökmeden giyen bir Libyalıya sattım. Elli aydır süren “kredi borçlu” statüsünden “ufacık parasını ne yapacak” statüsüne atladım. Ev seçimimin de insan seçimim gibi “ilk gördüğümde aklım kalır, o olmazsa başkası da olmaz” şeklinde olduğunu bile bile ısrarla ev aradım ama yine ilk gördüğüme taşındım. Türkiye’nin en yüksek binasının 55.katında, sığınak inşa etmekle kulaklarıma şiş sokma arasında gidip geldiğim tüm o gürültülerden uzak, insandan çok gökyüzüne yakın bir hayata başladım. Elbette taşınalı beş ay olmasına rağmen beş yüz sorunun sadece yüzde beşi çözüldü evle ilgili fakat eskisinden o kadar iyi ki; şikâyet etmeye hakkım yokmuş gibi hissediyorum.
 

Evlendiği için mi bilmiyorum parantezinde, iki yıldır görmediğim, eskiden çok sık görüştüğüm ve (hala) çok sevdiğim bir dostumu gördüm. Bana, evliliğin onu ne kadar değiştirdiğini anlattı. Bazı şakalar çok gerçek.

İstanbul FF bol filmli ve yeni evimden dolayı ulaşımı zor geçti. Film arası rahatlamalar da iyi sayılmazdı. 15 Nisan “anneni işe getir” animasyonunun başladığı tarih oldu. Sırtımda, zihnimde ve kollarımda taşıdıklarım yetmezmiş gibi, İstanbul’un sineması olmayan 4 ilçesinden birine her gidişimde annemin de elini tutmaya başladım.

Bazı akılda kalanları gerçekleştirip yeni “aşağı mahalleyi” tanıma dönemi geldi sonra.
 

Yeni evime her hafta birini davet etmeliyim cumartesileri, içinden pislik akan birinin zehrini daha fazla içinde tutamadığı güne kadar sürdü. Arkadaşıyla aramızın bozulduğu gün benimle iletişimi kesen “topluluk içinde çok yüksek sesle Almanca konuşan kadın”, insanlarla ilgili son iki yılda yaşadığım en büyük hayal kırıklığı oldu. Kendisi bir saniyede yok olduğu gibi, asistanını/kocasını da kısıtladı. Böyle insanlar keşke ölse.

101 İstanbul Lezzeti geçen yılki kadar olmasa da güzel geçti. Sugardaddy’lerin ne kadar işe yarar oldukları bir kez daha ispatlandı. Sonra bir kez daha ispatlandı. Hayatımda ilk defa Londra’ya gittim. Tate Modern, Hyde Park, Royal Albert Hall, National Gallery derken üç günü sanatla ve doğada yedim. Sonraki günleriyse Soho’daki otelimde, Soho’daki barlarda, Soho’daki hype restoranlarda geçirdim. Çok mu havalı, eh, biraz öyleydi. Teşekkürler kredi kartları dünyasının büyük oyuncusu.
 

Londra ne kadar güzel olursa olsun, 11 ay sonra ilk defa annemin olmadığı bir evin kapısını açmak daha güzeldi. Üç hafta boyunca yemek yapmadım, bulaşık çamaşır yıkamadım, istediğim saatte yatıp kalktım, kendimi tutamayıp şarkılar bağırdım, dans ettim, özgürlüğün tadını hatırladım. Sıvı mamayla beslendim, sağlığımı uzun vadede tehlikeye atabilecek hareketlerde bulundum, düşünmeden para harcadım. Komşularımla tanışmaya başladım, yeni taşınanlara kahve/kahvaltı götürdüm, olasılıkları değerlendirdim, camdan dışarı, gökyüzüne ve İstanbul’un çirkinliğine baktım bol bol… Hayatımın en şiddetli orgazmlarından birini yaşadım, etkisi üç saat daha sürdü, birini arayıp tarif etmemi gerektirecek kadar güçlüydü. Aklımı yitirdim. Yıllardır aynı ortamlarda bulunmamıza rağmen suratıma bakmayan birinin çok tatlı, pek içten ilgisine mazhar oldum, ne yalan söyleyeyim, sayesinde kendimi biraz daha iyi hissettim.

20 Mayıs’ta çok önemli bir bağım koptu. Murakami’nin Kumandanı Öldürmek kitabını bitirdiğim gün, biri de içinde beni öldürdü, bir nevi kumandanı olduğum biri. Aynı gün Game of Thrones da tamamen bitti. İktidar kaleleri yerle yeksan edildi, mine included. Six Feet Under büyük finalinde söylendiği gibi: Everything. Everyone. Everywhere. Ends.

(Devam edecek...)

21 Ağustos 2019 Çarşamba

35. Yaşımı Ne Yaptım? (Birinci Bölüm)

35. yaş günüm, bir öncekiyle kıyasladığımdan olsa gerek, hayal kırıklığı oldu. Gazebo’da kemik takımla kahvaltı sonrası organizatör beni evine davet etti, diğerlerinden ayırarak. Tüm gün birlikte olmak isteyeceğim insanları “başka planlarımız var” diyerek evlerine yolladı ama yalnız kaldık çünkü başka planımız yoktu, en azından işleyen bir plan. Elinden geleni yapmıştı, tüm cevaplar “kusura bakma” ile bitmişti ve ikimiz, az önce yediğimizden de büyük bir pastayla yalnız kalmıştık. “Peki madem günün geri kalanı için çağırdığın herkes mazeretliydi, neden halihazırda yanımızda olanları evlerine gönderdin?” Sadece sordum, cevap alamadım çünkü o böyle biriydi. Beyni hiçbir zaman benimkiyle aynı frekansta çalışmayacak biri. Ben de o zaman “kusana kadar yiyelim” moduna geçtim ve birbirinden pahalı 4 restoranda kusmasak da karnımıza ağrılar girene kadar baş başa yemek yedik.

Yeni yaşımın ilk günleri parklarda, bahçelerde, otomobil servislerinde, sinemalarda ve spor salonlarında geçti. Suudi Arabistan ile ilgili içerden bilgiler edindim ve kaçacak yer aradım ve hayır, Cemal Kaşıkçı henüz öldürülmemişti yani sadece içgüdü diyelim. Netflix yüzünden Bollywood filmleri izlemeye başladım ama kısa sürdü, hayır filmler değil bu dönem. Suudi Arabistan ve Hindistan deneyimleri beni yeni gerçeğimiz Suriye’ye götürdü. Sadece San Pellegrino içebilen (diğerleri ağır kaçıyormuş) Beyaz Yakalı Beyaz Suriyeli olarak tarif edebileceğim biriyle tanıştım. Aramızda Love-hate Relationship tanımına bire bir uyan bir dostluk başladı. Görüşmediğimiz zamanlar sürekli bir araya gelmenin yollarını arıyor, aynı odaya girdiğimizde birbirimizi yiyorduk. Uzun eslerle neredeyse bir sene boyunca mülteci (hayır, sığınmacı değil) sorununa çok yüksek bir binanın tepesinden (hayır, Skyland değil) baktım. Çok iyi vakit geçirdim, çok da göğsüm kabardı fakat bazen insanların neden mutsuz olduklarını onlarla birlikte çukurlarına düşmeden anlayamıyormuşsunuz. Bu “annem hasta” kartının bana belki de ilk büyük hediyesiydi fakat keşke hiç cüzdanımı açmasaymışım diyorum şimdi.


Ozark’ın ikinci sezonundan da ilk kez gördüğüm Kınalıada’dan da tat almadım. Annem için çiğ tavuk yedim (Serdar Ortaç konserine gittim demek istemiyorum ama tavuk daha kötü sanırım), bazı Yoga sınıflarına kaynak yaptım, İstiklal’de hızlı davrandım ve Disenchantment’ı beğenmedim. Bazı vegan festivalleri, bazı zengin düğünleri, bazı annesi ölmüş make-up artistler ve bazı kazıkçı plant based restoranlar beni oyalasa da iki güne bir olmaktan korktuğum yerdeydim. The Ring’in (2002) hala taş gibi olduğunu onaylayıp, Insatiable ile ilk güzel dizi sürprizini yaşadım. Anneme protez yaptırmak için 8-10 kere Medipol denen hastaneye gitmek zorunda kaldım (ve şunu söylemeliyim ki; önünde kalp krizi geçiriyor olsanız başka yere götürülmeyi talep etmelisiniz.) ama o gün bile hatta Coffee Fest yüzünden kalp krizi geçireceğim gün bile olmaktan korktuğum yere gittim.


Yunanistan kendilerine ilk vize başvurumu 6,5 ay gibi bir cevapla hoş karşılamadıktan hemen sonra en sevdiğim şehir dışı festival için (şehir burada İstanbul oluyor tabi ki) Adana’ya gittim. 8 ay sonra ilk Podcast kaydıma konu olacak, yılın bence en iyi filmi Beoning’le tanıştım, bazı eski tanışlardan kaçamadım, azgınlıktan peşimden spora bile gelen ikiyüzlü yavşakları bir festivalde daha sallamadım ve Climax güzelliğini en sevdiğim sanatçı çiftle izleme şansına eriştim. İdolümle bir röp daha yaptım, bir akşamı Sangria içerek eski dedikoduları köpürtmeye ayırdım, Tarkan Adanalı olsa nasıl olurdu sorusunun cevabını “muah” ve haftayı ilk kez skorsuz tamamladım.

Dört ekim akşamı ablam hayatında ilk defa İstanbul’a geldi ve sekiz ekim sabahı döndü.

Homecoming’i görene kadar yılın en iyi dizisi olduğunu düşüneceğim The Haunting of Hill House ile tanıştığım günler kahvaltıcı kahvaltıcı gezdiğim döneme denk geldi. Hemen ardından ikinci kez Atina’ya gittim ve dört gün her şey dahil 1500TL’ye harika vakit geçirdim, dostlar sağ olsun. Sonunda Küçük Prens’i okudum, The Ghost müzikalini ve Kramer vs. Kramer’i izledim, evet bunlar 2018 yılında oldu ve dayım annemi görmeye geldi. Malatya FF gitmememe rağmen gitmişim gibi vaktimi yedi sonra dayımla kabak tatlısı yapıp onu yedik. Tarafıma seferberlik emri çıktı. Hizmet kesiminden biri yine gereksiz yakınlaşma çabasına girdi. Evi demans hastası birine uzaktan yardım edebilecek hale getirme çabalarım başladı. Hayatımda son kez akvaryuma gittim, Karaçili dostlar edindim, Bebek’te ev partisi düzenleyen sosyetelerle takıldım ve hayatımda ilk kez birinin kollarımda panik atak geçirip kaldırıma yığılmasına şahit oldum. Korkunçtu.

Celui Qui Tombe vadettiklerini sunmaktan çok uzaktı, 14 kasımda uzun süredir tanısam da kalbini açmaya o gün karar verdiğinden bir kadın dost edindim, birilerince Luzia’ya birilerince Esenler’deki pastanelere sürüklendim, yılın son 2 ayı dizi film ve annemin sinir krizleri ile geçti derken hayatımın en güzel hediyelerinden birini aldım: İki günlük Madrid seyehati. Door-to-door hizmet, alles inklusive paket, muhteşem bir şehir, harikulade seksi insanlar… Bu kadar popüler olduğum başka bir kara parçasında bulunmadım.

19 aralık hayatımda en çok sevdiğim insanlardan biriyle kopuşumuzun başlama tarihi oldu. Onun sevgisiyle birlikte kendi sevgimden de şüphe ettim.

Yalda gecesi, Swiss Fondue gecesi, ev davetleri, restoran buluşmaları derken 2018’i sürekli eğlenmeli ve annemi eğlendirmeliyim motivasyonuyla bitirdim.

(Devam edecek...) 
 

18 Nisan 2019 Perşembe

38. Uluslararası İstanbul Film Festivali

38. Uluslararası İstanbul Film Festivali sırasında yazdığım yazıları aşağıda bir arada bulabilirsiniz.

#istfilmfest19 Nebula – Tarık Aktaş

#istfilmfest19 Sadık Bir Adam – Louis Garrel

#istfilmfest19 Oray – Mehmet Akif Büyükatalay

#istfilmfest19 Oyunbozan – Nora Fingscheidt

#istfilmfest19 Diane – Kent Jones

#istfilmfest19 Kız Kardeşler – Emin Alper

#istfilmfest19 Saf – Ali Vatansever

Are You Chocolate? Hiç Sanmıyorum!

İkincikat’ta Yan Rol isimli amatör bir oyun izleyip, mutfak ve servis kalitesiyle birlikte popülaritesini de yitirdiğine üzülerek şahit olduğumuz Unter’de kötü bir yemek yedikten sonra cuma gecemizin vasatlığını tatlıyla gideririz umuduyla Karaköy’ün şu sıralar en kalabalık sokağı olan Kılıç Alipaşa Mescidi Sokak’ta yer alan Are You Chocolate Karaköy’ün yolunu tuttuk. Bu detayları da veriyorum çünkü bence yediğimiz içtiğimiz şeylerle kurduğumuz ilişki biraz da ruh halimize bağlı. Burayı gerçekten sevmek ve tat almak için tercih ettik.


Küçücük sevimli bir dükkân Are You Chocolate Karaköy. İçerde dip dibe sekiz kişiyi ağırlayacak yerleri var, bir o kadar da dışarı taşan masaları. Ufak bir tezgâhları, camekanda sergiledikleri tatlıları, tezgâhın arkasıyla merdiven altına sıkışmış temiz bir tuvaletleri ve göremediğimiz ancak siparişlerin hazırlandığı bir de üst katları mevcut. Havada asılı bisiklet ve grafitilerden oluşan dekora bizim gittiğimiz vakitte iki genç ve saygılı servis elemanı eşlik ediyordu. Müşteri kitlesi farklı yaş gruplarından ve sosyal çevreden gibi bir izlenim bıraktı. Görsellere ve yoldan geçerken tabaklarda göze takılan sunumlara kayıtsız kalamayan çok insan vardı anlayacağınız, mekân tamamen doluydu, yüzler gülüyordu.

Menüden “Taze Çilek Dilimleri, Muz Dilimleri, Kivi Dilimleri, Brownie Kek, Krem Şanti, Antep Fıstığı ve Sütlü Belçika Çikolatası”ndan oluştuğu söylenen Are You FANTASTİK (20TL) ile birlikte yine tüm içeriği kâğıda dökülmüş Waffle’ı (21TL) seçtik. Porsiyonlar gerçekten büyük, iki kişi bir tatlı söyleyip kararında tüketim yapabilir. Sütlü çikolatayla yapılan desenler de çekici ancak ilk kaşıkta hayal kırıklığı başlıyor. İçi dolu dolu olduğundan iki tatlıyı da “orasından da yiyelim, burasının da tadına bakalım” diyerek yarıladık ancak ne yazık ki çikolatasının kalitesiz hammaddeden yapılmasından olsa gerek; ilk defa satın aldığım bir tatlıyı bitiremedim. İnsanların neden Zomato ya da Foursquare gibi uygulamalarda mekâna yüksek puan verdiğini anlayabiliyorum, bu büyüklük ve sunumda tatlılar İstanbul’un nezih semtlerinde 35TL’den başlıyor ve ucuza çikolataya doyup hoş tabakları sosyal medyada paylaşmak cazip geliyor ancak gerçekten yememenin yemekten daha karlı olduğu tatlılar bunlar, bedava verilse vücudunuza sokmak istemeyeceğiniz kadar düşük kalitedeler. Öte yandan 6TL’ye kocaman kupayla getirdikleri çayları saat 22:00 olmasına rağmen kabul edilebilir tazelikteydi yani o muhitteyseniz ve canınız doya doya çay içmek istiyorsa şirin mekâna girip vakit geçirebilirsiniz.

Kuponsa ile tatlı ve içecek alanlara ikincisini ücretsiz sunan mekânda vegan seçenek bulunmadığını da belirtelim.

12 Şubat 2019 Salı

Sarayın Gözdesi, Hollywood’un Delisi


Yorgos Lanthimos sinemasını yer yer takdir etmekle birlikte Kutsal Geyiğin Ölümü’nü görene kadar sevememiştim. Yapmak istediklerini anlıyor, cesaretini takdir ediyor, özgünlüğüne şapka çıkarıyor ancak bir türlü iyi bir film izlediğime ikna olamıyordum. Tüm o aşırılık, uçuk kamera hareketleri, alışılmışın dışındaki lens seçimleri, hızlanıp duran yerli yersiz pan ve zoom’lar Kutsal Geyiğin Ölümü’ne kadar hep denemiş hep yenilmiş bir yönetmenin çabalarıydı benim için ve taşlar ilk defa bu senaryo ile birlikte yerli yerine oturmuş, Lanthimos yıllardır bu filmi çekmek için pratik yapmış gibi gelmişti bana. Bağ kuramadığım son üç çabasını tek kalemde temize çektiği bu işin ardından yeni filmi Sarayın Gözdesi (The Favourite, 2018) ile 10 dalda Oscar Ödülü’ne aday gösterilince, açıkçası çok büyük umut ve heyecanla sinemaya koştum ve başyapıt beklentisiyle dikkat kesildim.

Okumak için tıklayın.

6 Şubat 2019 Çarşamba

Harika Bir Kahvaltı Mekânı: The Crepe Escape Arnavutköy

Bir çarşamba sabahı arkadaşımın doğum günü için kahvaltı etmek üzere Hudson Arnavutköy’e girdiğimizde saat 9:40 idi. Işıklarını bile açmamış mekânın iki çalışanı mutfak elemanlarının gelmediğini söyleyerek bizi belirsiz bir saate kadar kahve içip beklemek üzere koltuklara davet ettiler ancak internetteki tüm bilgilere göre 10:00’da servise başlaması gereken işletmenin “elemanlar ne zaman gelirse” belirsizliği bize güven vermedi. Time Out vb. kaynaklara göre yeni şefi sayesinde harikalar yaratan bu şık mekânın pahalı kahvaltılıklarını tatmaktan vazgeçip, Arnavutköy sokaklarında yürümeye başladık. Gözümüze dış cephe rengiyle çarpan The Crepe Escape’e “bir şeyler içerken ne yapacağımızı düşünürüz” diye girdik ancak ortam, menü ve çalışanlar hemen aklımızı çeldi. Bakın bu çok önemli. HudsonThe Crepe Escape’in dört katı kadar pahalı ancak üstü başı özensiz, müşteriyi idare etmeyi bilmeyen varoş gençler çalışıyor. Pardon ama Arnavutköy’deyiz, domates salatalık her yerde var, belli ki biz aydınlık yüzler ve şıklık arıyoruz. The Crepe Escape’de çalışanlara bakınca kendinizi güvende, temiz ve medeni hissediyorsunuz.


Menü harika. Çok seçenek var ve hepsi de çekici. Vejetaryenler de düşünülmüş. Mekân aydınlık, duvardan çok cam var ve ara sokakta olmasına rağmen iyi ışık alıyor. Renkler, neon yazılar çekici. Masalar, bar ve tuvalet tertemiz. Üç kişiydik, iki kişilik American Sunday (81TL) kahvaltı söyledik. Dört krep, bolca taze ekmek, sınırsız çay ya da birer filtre kahve, peynir ve soslar geldi masaya. Hepsi de kaliteli ve lezzetliydi. Ekstra olarak Rus Usulü Lor Peynirli Pancake Syrniki (31TL) söyledik. Kestane unu kalmadığı için nohut unuyla yapılmış dört pancake, harika bir ekşi krema ve reçelle servis edildi. Üç kişi doyduk, üstelik üçüncü kişinin sınırsız çay hakkı olmamasına rağmen içtiği üç çayı hesaba eklemediler. Çaylar termosla değil her seferinde yeni bardaklarla taze geldi.

The Crepe Escape Arnavutköy mekân eleştirisi yazmaya başladığımdan beri beğendiğim ilk işletme. Her fırsatta gidip menüden daha fazla yiyecek ve kahvelerini denemek istiyorum. Bizim gibi gazeteci Rahşan Gülşan da doğum günü kahvaltısı için oradaydı, önceden söylendiği için pancakeleri mumla geldi. Servis elemanımız “bilseydik sizinkini de mumla getirirdik” diyerek böyle bir gelenekleri olduğunu belirtti, aklınızda bulunsun.
Ayrıca GastroClub üyelerine yüzde 15 indirim var.

Beşiktaş’ta Popüler Bir Mekân: Molecule Coffee

Şair Nedim Caddesi, Akaretler’de yer alan Molecule Coffee deneyimim için sadece iki olumlu yorum yapabileceğim, onları da en baştan söyleyeyim: Şehrin en şık caddelerinden Süleyman Seba’ya yakın ancak kalabalıktan uzak konumu harika ve çalışanlar Beşiktaş esnafının birçoğu gibi son derece kibar, güler yüzlü. Olumsuzlukları okumak istemeyenler burada bırakabilir.


Bir cumartesi sabahı kahvaltı için tercih ettiğimiz mekâna üç kişi gidip, iki kişilik Kule Kahvaltı’dan (55TL)iki tane sipariş verdik yani dört kişilik yiyecek söylemiş olduk. “İki yumurtadan omlet” dışında sıcak içermeyen kahvaltının 45 dakikada hazırlandığını, 4 çeşit peynirin toplamının bir kalın dilim peynire eşit olduğunu, Anamur fıstık ezmesinin hiç gelmediğini ve menüde “4 adet pancake” olarak belirtilen ürünün birbirinden tamamen farklı boyutlarda ve bir başka 30 dakikanın sonunda bizim hatırlatmamızla geldiğini söyleyerek başlayayım. Zeytinyağı, tereyağı ve balın asla evime sokmayacağım kadar düşük kalitede olduğunu, Sapanca Zeliş Çiftliği denen yerden geldiği söylenen reçeli sürdüğüm ekmeği reçelin yenemeyecek kadar acı bir tadı olduğundan bıraktığımı, peynirlerin boyutunu dert etmesem de tadını dert ettiğimi üstelik tüm bu eksi puanların komik sunumun gölgesinde kaldığını söyleyerek devam edeyim. Kule Kahvaltı dedikleri şey üç katlı tatlı tabağında kahvaltılık sunmak. Ufak masalarda yer tasarrufu yapmak açısından ilginç bir buluş gibi gelse de yiyecekleri paylaştığınız kişilerle sürekli tabağı döndürmek zorunda kalışınız ve yükseklik nedeniyle karşınızdaki kişiyi görüşünüzün kısıtlanması uzun hafta sonu kahvaltı sohbetleri için kabul edilemez bir tasarım hatası. En kısa zamanda herkesin tabağına ürünleri pay edip, kulenin masadan kalkması için uğraştım.

Kahvaltı dışında laktozsuz sütle Flat White (12,5TL) denedik, kulpsuz özel tasarım fincan (45TL) güzeldi ancak tadı ve kıvamı daha çok Coffee Latte’ye yakındı. Filtre Kahve(9TL) kocaman kahve barına sahip bir mekânda neden bilmem termostan doldurularak geldi ve soğuktu. Su yerine filtre kahve tüketen biri olarak, bitirmekte zorlandığımı söylemem gerek. Çayı (2 kişilik kahvaltıda 2 adet bedava) fena değildi.

Servis tabaklarının her biri birbirinden farklı ve şıktı, dükkândan alıp çıkabileceğiniz fincanları zaten övdüm… Evet, sanırım bu kadar. Biz Kuponsakullandığımız için ikinci kahvaltımıza ücret ödemedik ama zaten iki kişilik kahvaltının ancak bir kişiyi doyurabileceğini göz önünde bulundurursak, başa baş geldik diyebilirim.

Vegan notu: Menüde “Vegatarian Tangliatelli”dışında seçenek yok.
Sonuç olarak; İstanbul’un taşı toprağı kafe oldu bugünlerde ve rekabet büyük. Bir mekândan memnun kalmadığınızda, deneyebileceğiniz yüzlerce seçenek dururken bir daha yolunuzu düşürmeniz anlamsız. Molecule Coffee de benim için tek sabahlık bir ilişki olarak kalacak.

Şişhane’nin En İyisi: Noir Pit

Bir çalışan, bir mekânın tüm artılarını tek başına yok edebilir mi? Sanırım.
Pera’daki Noir Pit yıllardır kaliteli kahvenin adresi ve sıcak bir buluşma noktasıydı. Açıldığı konuma uygun dekorasyonu ve taze çekip düzgünce pişirdikleri kahveleriyle her üç dükkândan birinin kahveci olmadığı zamanlarda epey öne çıkmışlardı. Kahveci sayısı inanılmaz hızla arttı, tam karşılarına Starbucks açıldı ancak Noir Pit şubeleşmeyen butik kafe anlayışıyla değerini koruyup hem Starbucks’ın kapanmasını sağladı hem de müşteri sayısını artırmayı bildi.



Velhasıl Noir Pit ilk günden beri ilgi çekici ve değerini koruyan bir yerdi birçok insan için. Kısa süre öncesine kadar. Önce mekanla bütünleşen baristalarını kaybettiler sonra zaten çok da iyi olmayan yiyecek kalitelerini düşürdüler (paketli kekleri açıp vitrine koyarak ev yapımı süsü veriyorlar) ve her yere çıkıp inen, mekânı evi belleyen kedilere karşı iyice duyarsızlaşarak temizliklerinden şüphe ettirir oldular. Tüm bunlar yine de Şişhane civarındayken canımız kahve istediğinde Noir Pit’i seçmemizi engellemedi, ta ki çalışanların yaş ortalamasını artırıyor görünen hanımefendi kasaya geçene dek. Sürekli asık yüzü, yaydığı negatif enerji, hizmet etmek istemediğini haykıran vücut dili ve tavırlı ses tonuyla benim için Noir Pit’i bir daha kapısından girmek istemediğim bir mekâna dönüştürdü.
Kahvelerini konuşacak olursak, hala lezzetli ve ortalamanın üstünde. Çayları hala yüksek fiyatlı ancak lezzetli. Son gidişimizde denediğimiz iki ayrı sandviç yine vasattı ama tabaklar ile sunum hala şık… Fiyatlara gelirsek; zam furyasına uymadıkları için şu ara Starbucks seviyesindeler, Flat White 12₺, Espresso 9,5₺, sebzeli sandviç 12₺.

Vegan notu: Menüde vegan yahut vejetaryenleri düşündüklerine dair bir ibare yok. Vegan seçenek olmamakla birlikte bir adet vejetaryen yiyecek var. Soya sütü için de ekstra ödeme istiyorlar.
Pire için yorgan yakmam diyenler ve hiç gitmemiş olanlara tavsiye ediyorum ancak söz konusu hanımı bir daha görmek istemediğim için ben Noir Pit sayfasını bu yazıyla kapatmış bulunuyorum.

Şehrin Yenisi: Raphael Nişantaşı

Nişantaşı Mim Kemal Öke Caddesinin yeni mekânı Raphael üç duvarı ve tavanının bir kısmı camdan oluşan ferah bir yer. Ortaya konumlanmış açık mutfak havasındaki barı ve kullanılan malzemeler girdiğiniz anda çok şık ve kalburüstü bir mekana değil de, rahat rahat vakit geçirebileceğiniz bir yere adım attığınızı bir çırpıda anlatıyor. Karşılama ve servis elemanları güler yüzlü, davranışları içten ve menü konusunda epey yardımseverler.



Gündüz kafe, akşamları smart casual dining, belli bir saatten sonra da DJ performansıyla bara dönüşen mekana bir cuma akşamı 18:00 gibi, rezervasyon sahipleri gelmeden önce, nispeten erken bir saatte gittim; iki buçuk saat sonra kalkmak şartıyla istediğim masaya oturdum. Vejetaryen seçeneklerden Falafel Burger ve Falafel için “şu an yok” yanıtını aldım, fotoğrafını gördüğüm Veggie Plate’i yetersiz buldum ve tek seçeneğim olan Taze Trüf Mantarlı Ispanaklı Risotto’ya (48TL) tamam demek zorunda kaldım. Evet, 2018’in sonlarında Nişantaşı’nda açılan bir mekânda bile hala kırmızı etsiz, tavuksuz, ördek ya da deniz canlısı içermeyen seçenek yok. Risotto bir çok mekana göre porsiyon olarak büyüktü ancak çok ağır, kuru ve lezzetsizdi. Arkadaşım da Carbonara Spagetti’sini beğenmedi, hamurunun tadına baktığım kadarıyla o da market makarnasından farksızdı. Tapas başlığı altında sunulan ürünlerden de Patatas Bravas istedim hatta başlangıç olarak önce bunu istedim fakat İstanbul’da birçok mekânda olduğu gibi ana yemekten sadece iki dakika önce geldi ve başlangıç kültürünün yerleşmekte daha uzun süre zorlanacağı hatırlatılmış oldu. Patatas Bravas’ın da miktarı, baharatı, sosu ve lezzeti yetersizdi. İyisi için hala Madrid’e gitmek gerekiyor.
İçecek olarak San Pellegrino söyledim, onun da sevkiyatında sorun varmış, yerine servis elemanının deyimiyle “yeşil şişede maden suyu” içtim. Markasını bilmiyorum.

Turgay Yıldız’ın Mitte’den sonra açtığı Raphael özellikle menüsüyle benim için sınıfta kaldı. Yüzlerce seçenek dururken bir şans daha verir miyim bilmiyorum.
GastroClub üyelerine yüzde 15 indirim mevcut.

Sevimli Bir Teşvikiyeli: The Cake Away

Teşvikiye Mahallesi Ahmet Fetgari Sokakta bulunan The Cake Away, mini minnacık bir kafe. Dışarda dört, içerde iki masası var. Bir cuma akşamı uğradığım mekandaki tek boş masaya oturdum. Siparişleri alan kişi aynı zamanda kahveleri de yapıyordu yani tek çalışan vardı. Çekirdeklerinin Hollanda’dan geldiğini söyledi ama ne kadar asidik vb. sorularıma “beğenmezseniz başka bir şey hazırlayabilirim” yanıtını verdi. Bilmemesi eksi, bilmediğini itiraf edip kibarca çözüm sunmasıysa artı puan.



Menünün ön sayfasında 32 çeşit sıcak kahve var. Başka bir sayfadaysa 27 çeşit soğuk kahve. Filtre kahve ve çeşitli aromalarla gelen French Press seçenekleri hariç. Bu kadar çeşidi bir kişi hakkıyla nasıl yapabilir diye düşünüyordum ki, birçoğunun aynı kahvenin farklı şuruplar eklenmiş hali olduğunu öğrendim. Denediğim Coconut Latte’de şurup tadından başka bir şey almadığımı söylemem gerek. Ayrıca Türkiye’deki kafeler ne zaman kahve isimlerini doğru yazmayı öğrenecek merak ediyorum çünkü Coconut Latte aslında hindistan cevizli süt demek, kahve değil. Diğer denediğim içecek ise Decaf Filtre Kahve idi. 18,50TL’lik fiyatını çok yüksek buldum. Kahvesini az koymamasını söylememe rağmen çok hafifti ve herhangi bir baskın aroması yoktu. Kullanılan French Press de kaliteli olmadığı için pistonu indirirken bir kısmı dışarı püskürdü. Cafe Latte fincanı standart cam, filtre kahve fincanıysa şık desenli ve porselendi.

Tatlıların daha başarılı olduğunu söyleyebilirim. Vegan dahil birçok seçenek var. Ben Balkabaklı Cheesecake (18,50TL) ve Ballı Karamelli Kek (16TL) denedim. İlki vasattı ve balkabağı taze değildi ancak sıcak servis edilen ikinciden karamele karışmış bal akıyordu ve çok lezzetliydi.
Menüde ayrıca Kruvasan gibi kahvaltılıklar, tostlar, kurabiyeler, çay çeşitleri mevcut.
Mekân küçük ancak tuvaleti var ve temiz. Çalışan kişi kibar ve ilgiliydi. İndirim sevenler için de Kuponsa’da Kahvaltı, Sandwich, Tatlı ve İçecek kuponları mevcut yani bir alana bir bedava oluyor bu ürünler. Çalışan Kuponsa’yı hiç duymamıştı ancak hızla adapte olup uyguladı. Yolunuz düşerse gönül rahatlığıyla oturup vakit geçirebilirsiniz.

Web Sitesi: https://www.cakeaway.com.tr

Ralph ve İnternet ve Biz

Oyunbozan Ralph’in (Wreck-It Ralph, 2012) devamı Ralph ve İnternet (Ralph Breaks The Internet, 2018) isminden de anlaşılacağı üzere Atari Salonu (Arcade) kahramanlarını internete bağlayarak hem ilk filmin dünyasını genişletiyor hem de internet kullanımının ve yapım şirketi Walt Disney’in günümüzde geldiği noktayı düşünmemizi istiyor.

Filmin hikayesinden sürprizleri bozmamak adına bahsetmeyeceğim ancak demografiden başlayarak onu anlamaya çalışacağım. Basın gösterimi bittiği anda arkadaşımla birbirimize dönüp “bu film hangi yaş grubu içindi” dedik. İkimiz de 30’lu yaşlardayız ve özellikle son 40 dakikayı çocuksu bulduk. Ön sıramızda oturan genç YouTuber’ları işaret edip “acaba onlar için mi” diye düşündük ancak onlar da internetsiz dönemi bilmediklerinden, ilk bir saatteki şakaları bizim kadar eğlenceli bulmayacaklarına kanaat getirdik. Ne ilkokuldaki yeğenimiz için uygundu filmin tamamı, ne de lisedeki. Kimin içindi öyleyse, herkes için az çok bir şeyler olsun diye mi uğraşılmıştı?



Lucas Film ile Fox’u da satın alarak popüler kültürde yer etmiş birçok figürün sahibi olan ve dev bir yapım şirketine dönüşen Disney’in bu filmde yaptığı belki de en önemli şey, sektörde geldiği konumu tiye almak. Filmin ilk saatini yetişkin izleyici için eğlenceli kılan bu kendiyle yüzleşmelerin zirvesi şüphesiz Disney Prensesleri’nin bir araya geldiği sahne. Pocahontas, Cinderella, Rapunzel, Snow White, Mulan, Ariel, Moana, Tiana, Belle ve Jasmine’i bir araya getiren; Disney masallarında onlara yüklenen rolleri eleştirerek başlayıp söz konusu kadınları feminist çizgiye taşıyan bu bölüm şüphesiz daha çok konuşulacaktır fakat mesela ben Pocahontas gibi bir karakteri bu durumda görmekten hoşlanmadım üstelik odaya girip komiklik yapan C3PO’yu ve koridorlarda güvenliği sağlamaya çalışan Stormtrooper’ları görünce düpedüz kalbim kırıldı. Disney’in bunların tamamına sahip oluşu ve onları istediği gibi maymuna çevirebileceğini ilan edişi ister “kendiyle hesaplaşma” ister “tekelleşme sonucu gövde gösterisi” olarak okunsun; bana düşündürücü geldi.

Ralph’in internetle tanışması, belli bir yaşın üzerindekilerin internetle tanışmasını andırıyor. Elbette biz artık eBay’in ne olduğunu çok iyi bildiğimiz için onun düştüğü durumlara gülüyoruz üstelik bir iki kuşak büyüklerimizin teknolojiye ayak uyduramaması gibi değil, Ralph’e daha rahat gülüyoruz. Bir yandan küçüklere internetin nasıl çalıştığını öğretmeye çalışan sevimli bir eğitici videoyken bir yandan da tüm bunları bilenler için parodi olmayı başarıyor böylece ilk saat. İnternetten sorumsuzca alışveriş yapmanın kötü sonuçları olabileceğini öğütlerken, geleceğini YouTube’da arayanları da hafiften alaya alıp belki ayna tutmayı deniyor. Her halükârda dolu dolu bir giriş izliyoruz.

Filme ne oluyorsa miniklerin ve adrenalin bağımlıların hatırlandığı ikinci yarıda oluyor. Son kırk dakikadaki tüm tercihler ve hikâyenin önemli de olsa bir mesaj uğruna uzatılması yoruyor, Disney’in Deadpool’u ya da Ready Player One’ın animasyon kardeşi olabilecek film Ralph’in oyunda yaptığı gibi o ana kadar yaptıklarını sorumsuzca kırıp dökerek yarım başarı olarak kalıyor.
Son olarak filmdeki ürün yerleştirmelerden bahsetmek istiyorum. Ne tarafa baksanız reklam gördüğünüz, Apple ve Netflix’in esamesinin okunmadığı, en yüksek ve görkemli binanın Google’a ait olduğu bu bilinç altına saldıran akış nasıl Cem Yılmaz’ın aklına gelmedi şimdiye dek bilmiyorum ama umarım feyz alıp sonraki filminden vizyona bile girmeden kar elde etmeyi başarır.

Kefernahum: Beni Neden Doğurdunuz?

Kefernahum ismini konu ettiği coğrafyadan alıyor ve kaderiyle boğuşan tahminen 12 yaşında bir çocuğun yaşadıklarını anlatıyor. Tahminen diyorum çünkü Zain’in arka arkaya çocuk yapan anne babası doğumları kayıt altına almadığından, kimse yaşını tam olarak bilmiyor.

Kefernahum fragmanında da görebileceğiniz çarpıcı bir noktadan yola çıkıyor. Zain anne babasını onu doğurdukları için mahkemeye veren ve o sırada kız kardeşini hamile bırakıp ölümüne neden olan adamı bıçaklamaktan hapis yatan ufacık bir çocuk. Hayatta olduğuna dair herhangi bir belgesi yok, okula gitmiyor, sayısını tam kestiremediği kardeşleri ve anne babası için tüm gün çalışıp duruyor. İlk âdet kanamasının ardından birkaç tavuk karşılığında beline geldiği bir adama satılan kız kardeşinin acısına dayanamayıp evden kaçıyor ve film boyunca kendisininkine benzer zor hayatlar yaşayan başka insanlarla yolu kesişiyor.



Fragmanının uyandırdığı hissiyatın aksine bir mahkeme filmi değil Kefernahum, şahsen ben bir dava izlemeyi tercih ederdim. Kanunların her sene bir çocuk doğurup hiçbirine bakamayan aileler karşısında ne yapacağını görmek, fazla vicdan muhasebesine girmeden, katı bir gerçekçilikle ailenin yargılanışını izlemek isterdim. Oysa bu haliyle film geçen yıl izlediğimiz Aida Begic’den Never Leave Me (2017) ile Andaç Haznedaroğlu’ndan The Guest Aleppo to İstanbul’una (2017) kardeş gelmiş gibi duruyor. Sokakta yaşamak zorunda kalan çocukların yaşamını makyajsız bir gerçekçilikle sunan bir başka film olarak kayıtlara geçiyor.


Kefernahum bahsettiğimiz iki filmle akraba olmakla birlikte neyse ki onlardan daha üstün yanlara sahip ve konusuna daha profesyonel yaklaşıyor. Sadece Zain’e odaklanarak daha sağlam bir iskelet üzerinde yükselmekle birlikte diğer sesleri ve fikirleri de serpiştirerek taraf tutmamaya çalışıyor. En sevdiğim yanıysa tarafsız davranacağım derken ana fikrine zarar vermemesi ve karşıt görüşlerin her birini haklı çıkarmaya çabalamaması. Zaid’in babası imkânım olsaydı “herkesten daha iyi bir adam olurdum” ya da “bize bu öğretildi başka ne yapabilirdim” diye kendini acındırırken evladı Zaid’in ufak yaşında nasıl kendisinden daha iyiyi bildiğini açıklayamıyor mesela. Anne çocuklarını sürekli dövüp aşağıladıktan sonra “çocuklarım için her türlü suçu işlerim, onlar için en iyisini istiyorum” dese de arınamıyor. Çalışmayan babanın karşısında çalışan didinen Zaid, kötü annenin karşısında iyi anne Rahil var. Kimse cahilliğinden ya da imkansızlığından dolayı aklanmıyor.

Benim gibi sokaklara çıkıp “çocuk yapmayın” diye çığlık atmak isteyenlere sadece daha fazla acı veren, asıl aile planlaması yöntemi olarak kullanılıp her şekilde zorla izletilmesi gereken bir iş Keferhanum. Yabancı Dilde En İyi Film dalında Altın Küre adaylığının ardından Oscar’a da aday gösterilerek daha çok izleyicinin ilgisini çekmeyi başardı ancak Çanlı olduğunu öğrendiğim her insana “Ahlat Ağacı filminden haberiniz var mı” diye sorduğumda aldığım olumsuz yanıtın da işaret ettiği gibi, Kefernahum’u da izlemesi gerekenler değil dünyanın en büyük problemi olan nüfus artışını zaten bilenler ve doğru olanı zaten yapanlar izleyecektir sadece. Yani yine biz söyleyip biz dinleyeceğiz.

Altı Sandalyelik Hayat

Heybesinde taşıyabileceğinden çok daha fazla sorun olan 17 yaşındaki Asım; gündüzleri Kuşkonmaz adlı mahallenin kıraathanesinde çalışarak, geceleri de birbirine eklediği sandalyelerin üzerine uzanıp yakındaki ağaca konan Ayhan ismini verdiği baykuşla konuşarak geçirmektedir. Dükkân sahibi Bekir Kahya’nın sahip çıktığı bu kimsesiz gencin yaşamı Zeki Müren’li bir tesadüfle renklense de geçmişin hayaletleri ve geleceğin gebe olduğu tehlikeler mutlu olmasına izin vermez. 50’li yılların mahalle yaşamı, esnaf ilişkileri, bir dost ve ansızın yakalayan gönül çarpıntısı ile örülen Asım’ın hikayesi Yavuz Turgul filmlerinden Yeşilçam nostaljisine, toplumsal gerçeklerden çocuksu kaçış fantezilerine uzanan tatlar sunuyor. Kapısı sokağa açılan sinemaların, göz göze oturulan muhallebicilerin, topluca gidilip eğlenilen hamamların, Madam’ların, gazete ve dergilerin önem arz ettiği zamanların hikayesi bu.



Murat Orçan aslen tiyatro için nefes alan genç bir isim, Kuşkonmaz da Savaşın Şafağında Aşk’ın ardından yayımladığı ikinci romanı. Kahramanmaraş’ta, Kurtuluş Savaşı öncesinde yaşanan imkânsız bir aşkı anlattığı ilk romanı okuyanlarca takdir edilen Orçan Kuşkonmaz ile ilk işinin fersah fersah üzerine çıkarak tüm acemiliğini attığını ilan ediyor. Kuşkonmaz’ın özellikle ilk elli sayfası Orhan Pamuk detaycılığına sahip. İlk romanındaki Sabahattin Ali etkisinden kurtulup kendi dilini bulan yazar; diyalogları, anlatıcıyı ve başkarakterinin iç sesini bir arada kullandığı üç kollu zengin bir anlatı yaratmış. Alaylı bir romancı için dikkate değer bir başarı.
Kuşkonmaz yerli roman uyarlamaları bakımından fakir yerli sinemamız için de değerlendirilmesi gereken malzemeye sahip. Ehil ellerde nitelikli bir popüler sinema örneğine dönüşebilecek, eleştirmenleri yakalarken genel izleyiciye de kendini sevdirerek bilet sattırabilecek içerikte. Siyaset, aşk ve mahalle yaşamı nostaljisi, insanları birbirine kenetleyen sırlar ve farklılıklarla zenginleşen yaşamlar ile örülmüş bu kitap; keşfedilmeyi bekleyen taze bir romancının kaleminden okuyucuya ulaşmayı bekliyor.

Basın bülteni için tıklayın.

Satın almak için tıklayın.

2018

Bugünlerde aklıma sık sık eski imajlar geliyor. Birinde, ortaokulda matematik dersindeyim. Çetin Gerek isimli öğretmenimiz ufak çaplı bir aydınlanma yaşamama vesile oluyor. Dersi dinlemeyen öğrencilere her zaman yaptığı gibi kızgınlık dolu bir nasihat vermek amacı fakat bu sefer, en azından beni kıskıvrak yakalıyor ve aradan geçen yirmi küsur yıla rağmen unutamayacağım cümleler kuruyor. “Neden sabah sabah kalkıp bu buz gibi tahta sıraların üzerine oturmaya geldiniz, incecik bir yastık desteği bile yok, tahta, sert, soğuk ve siz yıllarca her sabah gelip günün çoğunu onun üzerinde oturarak geçiriyorsunuz…” minvalinde bir şeyler. Sahi, neden?




Aklıma takılan ikinci hatıra da ortaokuldan. Bu kez edebiyat öğretmeninin dersindeyiz, bir ara Almanca dersine de giriyordu ki diğer müdür yardımcılığı yapan edebiyat öğretmeni de Almanca dersine gelebiliyordu-şimdi kaç kişi birden fazla dil biliyor! Neyse, bu kadın öğretmen Kahramanmaraş’ta toplu taşımada kızlı erkekli oturulmasını tasvip etmeyen halka burun kıvıran CNBC-e izleyicisi/modern/dünyayı değiştirmeye gelmiş biz öğrencilerine “Haklısınız fakat bir kadın bazen dolmuşta rastgele bir adamın yanına oturduğunda, o adam o kadınla nikah masasına oturmuş gibi davranıyor, kendinde öyle haklar görüyor” diyerek tam da anlayamadığımız bir şeyler anlatmıştı. Dün akşam bitirdiğim, arkadaşımın yazdığı romanda kızla erkek böyle bir toplu ulaşım aracında yan yana oturarak, hadi daha da açayım; erkeğin yanına oturduğu kıza sarkıntılığı sonucu tanışıp aşk yaşıyorlar! Yazar bunu ne kadar romantize ederse etsin benim aklımda Habibe Öğretmenin anlattıkları var ve erkek roman kahramanını tacizci olarak görmekten kendimi alıkoyamıyorum.

2018 yılında yaşadıklarımı okumak için girip neler buldunuz. Ama bunlar benim 2018’im. İzlediğim 259 film (2017’de 235), 63 diziden 700 bölüm (2017’de 52 diziden 691 bölüm), utanarak söylüyorum ki okuduğum 7 kitap, izlediğim 5 gösteri ya da dans ettiğim 3 konserden çok bu iki hatıra zihnimi meşgul ediyor. Sadece 3 kez yurt dışına çıktığım 2018’de sadece 13 gün medenice yaşayabilmişim, belki de sebep budur.

Yurt içinde, geçen yıl da belirttiğim gibi git gide daha az seyahat ediyorum. İstanbul neyime yetiyor demek ki. 6 kez Kahramanmaraş’a, 2 kez Ankara’ya, 2 kez Mersin’e, 1 kez Adana’ya, 1 kez de Edirne’ye uğradım o kadar.

Biraz da bu noktaya kadar okuyanları memnun etmek gerekirse; sadece 2 gün resmi izin kullanarak 105,5 gün işe gittiğimi (2017’de 102,5), 68 gün alkol aldığımı (2017’de 100), 73 kez seks yaptığımı (2017’de 107), 243 gün spora gittiğimi (2017’de 207) ve 366 kilometre koştuğumu (2017’de 365) söylemem gerek.

Son olarak; 2018’de 10 yıl aradan sonra sinema için makaleden başka bir şey üretmek istedim ama boğazıma dizildi. Bunu da asla unutmayacağım.

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...