12 Şubat 2019 Salı

Sarayın Gözdesi, Hollywood’un Delisi


Yorgos Lanthimos sinemasını yer yer takdir etmekle birlikte Kutsal Geyiğin Ölümü’nü görene kadar sevememiştim. Yapmak istediklerini anlıyor, cesaretini takdir ediyor, özgünlüğüne şapka çıkarıyor ancak bir türlü iyi bir film izlediğime ikna olamıyordum. Tüm o aşırılık, uçuk kamera hareketleri, alışılmışın dışındaki lens seçimleri, hızlanıp duran yerli yersiz pan ve zoom’lar Kutsal Geyiğin Ölümü’ne kadar hep denemiş hep yenilmiş bir yönetmenin çabalarıydı benim için ve taşlar ilk defa bu senaryo ile birlikte yerli yerine oturmuş, Lanthimos yıllardır bu filmi çekmek için pratik yapmış gibi gelmişti bana. Bağ kuramadığım son üç çabasını tek kalemde temize çektiği bu işin ardından yeni filmi Sarayın Gözdesi (The Favourite, 2018) ile 10 dalda Oscar Ödülü’ne aday gösterilince, açıkçası çok büyük umut ve heyecanla sinemaya koştum ve başyapıt beklentisiyle dikkat kesildim.

Okumak için tıklayın.

6 Şubat 2019 Çarşamba

Harika Bir Kahvaltı Mekânı: The Crepe Escape Arnavutköy

Bir çarşamba sabahı arkadaşımın doğum günü için kahvaltı etmek üzere Hudson Arnavutköy’e girdiğimizde saat 9:40 idi. Işıklarını bile açmamış mekânın iki çalışanı mutfak elemanlarının gelmediğini söyleyerek bizi belirsiz bir saate kadar kahve içip beklemek üzere koltuklara davet ettiler ancak internetteki tüm bilgilere göre 10:00’da servise başlaması gereken işletmenin “elemanlar ne zaman gelirse” belirsizliği bize güven vermedi. Time Out vb. kaynaklara göre yeni şefi sayesinde harikalar yaratan bu şık mekânın pahalı kahvaltılıklarını tatmaktan vazgeçip, Arnavutköy sokaklarında yürümeye başladık. Gözümüze dış cephe rengiyle çarpan The Crepe Escape’e “bir şeyler içerken ne yapacağımızı düşünürüz” diye girdik ancak ortam, menü ve çalışanlar hemen aklımızı çeldi. Bakın bu çok önemli. HudsonThe Crepe Escape’in dört katı kadar pahalı ancak üstü başı özensiz, müşteriyi idare etmeyi bilmeyen varoş gençler çalışıyor. Pardon ama Arnavutköy’deyiz, domates salatalık her yerde var, belli ki biz aydınlık yüzler ve şıklık arıyoruz. The Crepe Escape’de çalışanlara bakınca kendinizi güvende, temiz ve medeni hissediyorsunuz.


Menü harika. Çok seçenek var ve hepsi de çekici. Vejetaryenler de düşünülmüş. Mekân aydınlık, duvardan çok cam var ve ara sokakta olmasına rağmen iyi ışık alıyor. Renkler, neon yazılar çekici. Masalar, bar ve tuvalet tertemiz. Üç kişiydik, iki kişilik American Sunday (81TL) kahvaltı söyledik. Dört krep, bolca taze ekmek, sınırsız çay ya da birer filtre kahve, peynir ve soslar geldi masaya. Hepsi de kaliteli ve lezzetliydi. Ekstra olarak Rus Usulü Lor Peynirli Pancake Syrniki (31TL) söyledik. Kestane unu kalmadığı için nohut unuyla yapılmış dört pancake, harika bir ekşi krema ve reçelle servis edildi. Üç kişi doyduk, üstelik üçüncü kişinin sınırsız çay hakkı olmamasına rağmen içtiği üç çayı hesaba eklemediler. Çaylar termosla değil her seferinde yeni bardaklarla taze geldi.

The Crepe Escape Arnavutköy mekân eleştirisi yazmaya başladığımdan beri beğendiğim ilk işletme. Her fırsatta gidip menüden daha fazla yiyecek ve kahvelerini denemek istiyorum. Bizim gibi gazeteci Rahşan Gülşan da doğum günü kahvaltısı için oradaydı, önceden söylendiği için pancakeleri mumla geldi. Servis elemanımız “bilseydik sizinkini de mumla getirirdik” diyerek böyle bir gelenekleri olduğunu belirtti, aklınızda bulunsun.
Ayrıca GastroClub üyelerine yüzde 15 indirim var.

Beşiktaş’ta Popüler Bir Mekân: Molecule Coffee

Şair Nedim Caddesi, Akaretler’de yer alan Molecule Coffee deneyimim için sadece iki olumlu yorum yapabileceğim, onları da en baştan söyleyeyim: Şehrin en şık caddelerinden Süleyman Seba’ya yakın ancak kalabalıktan uzak konumu harika ve çalışanlar Beşiktaş esnafının birçoğu gibi son derece kibar, güler yüzlü. Olumsuzlukları okumak istemeyenler burada bırakabilir.


Bir cumartesi sabahı kahvaltı için tercih ettiğimiz mekâna üç kişi gidip, iki kişilik Kule Kahvaltı’dan (55TL)iki tane sipariş verdik yani dört kişilik yiyecek söylemiş olduk. “İki yumurtadan omlet” dışında sıcak içermeyen kahvaltının 45 dakikada hazırlandığını, 4 çeşit peynirin toplamının bir kalın dilim peynire eşit olduğunu, Anamur fıstık ezmesinin hiç gelmediğini ve menüde “4 adet pancake” olarak belirtilen ürünün birbirinden tamamen farklı boyutlarda ve bir başka 30 dakikanın sonunda bizim hatırlatmamızla geldiğini söyleyerek başlayayım. Zeytinyağı, tereyağı ve balın asla evime sokmayacağım kadar düşük kalitede olduğunu, Sapanca Zeliş Çiftliği denen yerden geldiği söylenen reçeli sürdüğüm ekmeği reçelin yenemeyecek kadar acı bir tadı olduğundan bıraktığımı, peynirlerin boyutunu dert etmesem de tadını dert ettiğimi üstelik tüm bu eksi puanların komik sunumun gölgesinde kaldığını söyleyerek devam edeyim. Kule Kahvaltı dedikleri şey üç katlı tatlı tabağında kahvaltılık sunmak. Ufak masalarda yer tasarrufu yapmak açısından ilginç bir buluş gibi gelse de yiyecekleri paylaştığınız kişilerle sürekli tabağı döndürmek zorunda kalışınız ve yükseklik nedeniyle karşınızdaki kişiyi görüşünüzün kısıtlanması uzun hafta sonu kahvaltı sohbetleri için kabul edilemez bir tasarım hatası. En kısa zamanda herkesin tabağına ürünleri pay edip, kulenin masadan kalkması için uğraştım.

Kahvaltı dışında laktozsuz sütle Flat White (12,5TL) denedik, kulpsuz özel tasarım fincan (45TL) güzeldi ancak tadı ve kıvamı daha çok Coffee Latte’ye yakındı. Filtre Kahve(9TL) kocaman kahve barına sahip bir mekânda neden bilmem termostan doldurularak geldi ve soğuktu. Su yerine filtre kahve tüketen biri olarak, bitirmekte zorlandığımı söylemem gerek. Çayı (2 kişilik kahvaltıda 2 adet bedava) fena değildi.

Servis tabaklarının her biri birbirinden farklı ve şıktı, dükkândan alıp çıkabileceğiniz fincanları zaten övdüm… Evet, sanırım bu kadar. Biz Kuponsakullandığımız için ikinci kahvaltımıza ücret ödemedik ama zaten iki kişilik kahvaltının ancak bir kişiyi doyurabileceğini göz önünde bulundurursak, başa baş geldik diyebilirim.

Vegan notu: Menüde “Vegatarian Tangliatelli”dışında seçenek yok.
Sonuç olarak; İstanbul’un taşı toprağı kafe oldu bugünlerde ve rekabet büyük. Bir mekândan memnun kalmadığınızda, deneyebileceğiniz yüzlerce seçenek dururken bir daha yolunuzu düşürmeniz anlamsız. Molecule Coffee de benim için tek sabahlık bir ilişki olarak kalacak.

Şişhane’nin En İyisi: Noir Pit

Bir çalışan, bir mekânın tüm artılarını tek başına yok edebilir mi? Sanırım.
Pera’daki Noir Pit yıllardır kaliteli kahvenin adresi ve sıcak bir buluşma noktasıydı. Açıldığı konuma uygun dekorasyonu ve taze çekip düzgünce pişirdikleri kahveleriyle her üç dükkândan birinin kahveci olmadığı zamanlarda epey öne çıkmışlardı. Kahveci sayısı inanılmaz hızla arttı, tam karşılarına Starbucks açıldı ancak Noir Pit şubeleşmeyen butik kafe anlayışıyla değerini koruyup hem Starbucks’ın kapanmasını sağladı hem de müşteri sayısını artırmayı bildi.



Velhasıl Noir Pit ilk günden beri ilgi çekici ve değerini koruyan bir yerdi birçok insan için. Kısa süre öncesine kadar. Önce mekanla bütünleşen baristalarını kaybettiler sonra zaten çok da iyi olmayan yiyecek kalitelerini düşürdüler (paketli kekleri açıp vitrine koyarak ev yapımı süsü veriyorlar) ve her yere çıkıp inen, mekânı evi belleyen kedilere karşı iyice duyarsızlaşarak temizliklerinden şüphe ettirir oldular. Tüm bunlar yine de Şişhane civarındayken canımız kahve istediğinde Noir Pit’i seçmemizi engellemedi, ta ki çalışanların yaş ortalamasını artırıyor görünen hanımefendi kasaya geçene dek. Sürekli asık yüzü, yaydığı negatif enerji, hizmet etmek istemediğini haykıran vücut dili ve tavırlı ses tonuyla benim için Noir Pit’i bir daha kapısından girmek istemediğim bir mekâna dönüştürdü.
Kahvelerini konuşacak olursak, hala lezzetli ve ortalamanın üstünde. Çayları hala yüksek fiyatlı ancak lezzetli. Son gidişimizde denediğimiz iki ayrı sandviç yine vasattı ama tabaklar ile sunum hala şık… Fiyatlara gelirsek; zam furyasına uymadıkları için şu ara Starbucks seviyesindeler, Flat White 12₺, Espresso 9,5₺, sebzeli sandviç 12₺.

Vegan notu: Menüde vegan yahut vejetaryenleri düşündüklerine dair bir ibare yok. Vegan seçenek olmamakla birlikte bir adet vejetaryen yiyecek var. Soya sütü için de ekstra ödeme istiyorlar.
Pire için yorgan yakmam diyenler ve hiç gitmemiş olanlara tavsiye ediyorum ancak söz konusu hanımı bir daha görmek istemediğim için ben Noir Pit sayfasını bu yazıyla kapatmış bulunuyorum.

Şehrin Yenisi: Raphael Nişantaşı

Nişantaşı Mim Kemal Öke Caddesinin yeni mekânı Raphael üç duvarı ve tavanının bir kısmı camdan oluşan ferah bir yer. Ortaya konumlanmış açık mutfak havasındaki barı ve kullanılan malzemeler girdiğiniz anda çok şık ve kalburüstü bir mekana değil de, rahat rahat vakit geçirebileceğiniz bir yere adım attığınızı bir çırpıda anlatıyor. Karşılama ve servis elemanları güler yüzlü, davranışları içten ve menü konusunda epey yardımseverler.



Gündüz kafe, akşamları smart casual dining, belli bir saatten sonra da DJ performansıyla bara dönüşen mekana bir cuma akşamı 18:00 gibi, rezervasyon sahipleri gelmeden önce, nispeten erken bir saatte gittim; iki buçuk saat sonra kalkmak şartıyla istediğim masaya oturdum. Vejetaryen seçeneklerden Falafel Burger ve Falafel için “şu an yok” yanıtını aldım, fotoğrafını gördüğüm Veggie Plate’i yetersiz buldum ve tek seçeneğim olan Taze Trüf Mantarlı Ispanaklı Risotto’ya (48TL) tamam demek zorunda kaldım. Evet, 2018’in sonlarında Nişantaşı’nda açılan bir mekânda bile hala kırmızı etsiz, tavuksuz, ördek ya da deniz canlısı içermeyen seçenek yok. Risotto bir çok mekana göre porsiyon olarak büyüktü ancak çok ağır, kuru ve lezzetsizdi. Arkadaşım da Carbonara Spagetti’sini beğenmedi, hamurunun tadına baktığım kadarıyla o da market makarnasından farksızdı. Tapas başlığı altında sunulan ürünlerden de Patatas Bravas istedim hatta başlangıç olarak önce bunu istedim fakat İstanbul’da birçok mekânda olduğu gibi ana yemekten sadece iki dakika önce geldi ve başlangıç kültürünün yerleşmekte daha uzun süre zorlanacağı hatırlatılmış oldu. Patatas Bravas’ın da miktarı, baharatı, sosu ve lezzeti yetersizdi. İyisi için hala Madrid’e gitmek gerekiyor.
İçecek olarak San Pellegrino söyledim, onun da sevkiyatında sorun varmış, yerine servis elemanının deyimiyle “yeşil şişede maden suyu” içtim. Markasını bilmiyorum.

Turgay Yıldız’ın Mitte’den sonra açtığı Raphael özellikle menüsüyle benim için sınıfta kaldı. Yüzlerce seçenek dururken bir şans daha verir miyim bilmiyorum.
GastroClub üyelerine yüzde 15 indirim mevcut.

Sevimli Bir Teşvikiyeli: The Cake Away

Teşvikiye Mahallesi Ahmet Fetgari Sokakta bulunan The Cake Away, mini minnacık bir kafe. Dışarda dört, içerde iki masası var. Bir cuma akşamı uğradığım mekandaki tek boş masaya oturdum. Siparişleri alan kişi aynı zamanda kahveleri de yapıyordu yani tek çalışan vardı. Çekirdeklerinin Hollanda’dan geldiğini söyledi ama ne kadar asidik vb. sorularıma “beğenmezseniz başka bir şey hazırlayabilirim” yanıtını verdi. Bilmemesi eksi, bilmediğini itiraf edip kibarca çözüm sunmasıysa artı puan.



Menünün ön sayfasında 32 çeşit sıcak kahve var. Başka bir sayfadaysa 27 çeşit soğuk kahve. Filtre kahve ve çeşitli aromalarla gelen French Press seçenekleri hariç. Bu kadar çeşidi bir kişi hakkıyla nasıl yapabilir diye düşünüyordum ki, birçoğunun aynı kahvenin farklı şuruplar eklenmiş hali olduğunu öğrendim. Denediğim Coconut Latte’de şurup tadından başka bir şey almadığımı söylemem gerek. Ayrıca Türkiye’deki kafeler ne zaman kahve isimlerini doğru yazmayı öğrenecek merak ediyorum çünkü Coconut Latte aslında hindistan cevizli süt demek, kahve değil. Diğer denediğim içecek ise Decaf Filtre Kahve idi. 18,50TL’lik fiyatını çok yüksek buldum. Kahvesini az koymamasını söylememe rağmen çok hafifti ve herhangi bir baskın aroması yoktu. Kullanılan French Press de kaliteli olmadığı için pistonu indirirken bir kısmı dışarı püskürdü. Cafe Latte fincanı standart cam, filtre kahve fincanıysa şık desenli ve porselendi.

Tatlıların daha başarılı olduğunu söyleyebilirim. Vegan dahil birçok seçenek var. Ben Balkabaklı Cheesecake (18,50TL) ve Ballı Karamelli Kek (16TL) denedim. İlki vasattı ve balkabağı taze değildi ancak sıcak servis edilen ikinciden karamele karışmış bal akıyordu ve çok lezzetliydi.
Menüde ayrıca Kruvasan gibi kahvaltılıklar, tostlar, kurabiyeler, çay çeşitleri mevcut.
Mekân küçük ancak tuvaleti var ve temiz. Çalışan kişi kibar ve ilgiliydi. İndirim sevenler için de Kuponsa’da Kahvaltı, Sandwich, Tatlı ve İçecek kuponları mevcut yani bir alana bir bedava oluyor bu ürünler. Çalışan Kuponsa’yı hiç duymamıştı ancak hızla adapte olup uyguladı. Yolunuz düşerse gönül rahatlığıyla oturup vakit geçirebilirsiniz.

Web Sitesi: https://www.cakeaway.com.tr

Ralph ve İnternet ve Biz

Oyunbozan Ralph’in (Wreck-It Ralph, 2012) devamı Ralph ve İnternet (Ralph Breaks The Internet, 2018) isminden de anlaşılacağı üzere Atari Salonu (Arcade) kahramanlarını internete bağlayarak hem ilk filmin dünyasını genişletiyor hem de internet kullanımının ve yapım şirketi Walt Disney’in günümüzde geldiği noktayı düşünmemizi istiyor.

Filmin hikayesinden sürprizleri bozmamak adına bahsetmeyeceğim ancak demografiden başlayarak onu anlamaya çalışacağım. Basın gösterimi bittiği anda arkadaşımla birbirimize dönüp “bu film hangi yaş grubu içindi” dedik. İkimiz de 30’lu yaşlardayız ve özellikle son 40 dakikayı çocuksu bulduk. Ön sıramızda oturan genç YouTuber’ları işaret edip “acaba onlar için mi” diye düşündük ancak onlar da internetsiz dönemi bilmediklerinden, ilk bir saatteki şakaları bizim kadar eğlenceli bulmayacaklarına kanaat getirdik. Ne ilkokuldaki yeğenimiz için uygundu filmin tamamı, ne de lisedeki. Kimin içindi öyleyse, herkes için az çok bir şeyler olsun diye mi uğraşılmıştı?



Lucas Film ile Fox’u da satın alarak popüler kültürde yer etmiş birçok figürün sahibi olan ve dev bir yapım şirketine dönüşen Disney’in bu filmde yaptığı belki de en önemli şey, sektörde geldiği konumu tiye almak. Filmin ilk saatini yetişkin izleyici için eğlenceli kılan bu kendiyle yüzleşmelerin zirvesi şüphesiz Disney Prensesleri’nin bir araya geldiği sahne. Pocahontas, Cinderella, Rapunzel, Snow White, Mulan, Ariel, Moana, Tiana, Belle ve Jasmine’i bir araya getiren; Disney masallarında onlara yüklenen rolleri eleştirerek başlayıp söz konusu kadınları feminist çizgiye taşıyan bu bölüm şüphesiz daha çok konuşulacaktır fakat mesela ben Pocahontas gibi bir karakteri bu durumda görmekten hoşlanmadım üstelik odaya girip komiklik yapan C3PO’yu ve koridorlarda güvenliği sağlamaya çalışan Stormtrooper’ları görünce düpedüz kalbim kırıldı. Disney’in bunların tamamına sahip oluşu ve onları istediği gibi maymuna çevirebileceğini ilan edişi ister “kendiyle hesaplaşma” ister “tekelleşme sonucu gövde gösterisi” olarak okunsun; bana düşündürücü geldi.

Ralph’in internetle tanışması, belli bir yaşın üzerindekilerin internetle tanışmasını andırıyor. Elbette biz artık eBay’in ne olduğunu çok iyi bildiğimiz için onun düştüğü durumlara gülüyoruz üstelik bir iki kuşak büyüklerimizin teknolojiye ayak uyduramaması gibi değil, Ralph’e daha rahat gülüyoruz. Bir yandan küçüklere internetin nasıl çalıştığını öğretmeye çalışan sevimli bir eğitici videoyken bir yandan da tüm bunları bilenler için parodi olmayı başarıyor böylece ilk saat. İnternetten sorumsuzca alışveriş yapmanın kötü sonuçları olabileceğini öğütlerken, geleceğini YouTube’da arayanları da hafiften alaya alıp belki ayna tutmayı deniyor. Her halükârda dolu dolu bir giriş izliyoruz.

Filme ne oluyorsa miniklerin ve adrenalin bağımlıların hatırlandığı ikinci yarıda oluyor. Son kırk dakikadaki tüm tercihler ve hikâyenin önemli de olsa bir mesaj uğruna uzatılması yoruyor, Disney’in Deadpool’u ya da Ready Player One’ın animasyon kardeşi olabilecek film Ralph’in oyunda yaptığı gibi o ana kadar yaptıklarını sorumsuzca kırıp dökerek yarım başarı olarak kalıyor.
Son olarak filmdeki ürün yerleştirmelerden bahsetmek istiyorum. Ne tarafa baksanız reklam gördüğünüz, Apple ve Netflix’in esamesinin okunmadığı, en yüksek ve görkemli binanın Google’a ait olduğu bu bilinç altına saldıran akış nasıl Cem Yılmaz’ın aklına gelmedi şimdiye dek bilmiyorum ama umarım feyz alıp sonraki filminden vizyona bile girmeden kar elde etmeyi başarır.

Kefernahum: Beni Neden Doğurdunuz?

Kefernahum ismini konu ettiği coğrafyadan alıyor ve kaderiyle boğuşan tahminen 12 yaşında bir çocuğun yaşadıklarını anlatıyor. Tahminen diyorum çünkü Zain’in arka arkaya çocuk yapan anne babası doğumları kayıt altına almadığından, kimse yaşını tam olarak bilmiyor.

Kefernahum fragmanında da görebileceğiniz çarpıcı bir noktadan yola çıkıyor. Zain anne babasını onu doğurdukları için mahkemeye veren ve o sırada kız kardeşini hamile bırakıp ölümüne neden olan adamı bıçaklamaktan hapis yatan ufacık bir çocuk. Hayatta olduğuna dair herhangi bir belgesi yok, okula gitmiyor, sayısını tam kestiremediği kardeşleri ve anne babası için tüm gün çalışıp duruyor. İlk âdet kanamasının ardından birkaç tavuk karşılığında beline geldiği bir adama satılan kız kardeşinin acısına dayanamayıp evden kaçıyor ve film boyunca kendisininkine benzer zor hayatlar yaşayan başka insanlarla yolu kesişiyor.



Fragmanının uyandırdığı hissiyatın aksine bir mahkeme filmi değil Kefernahum, şahsen ben bir dava izlemeyi tercih ederdim. Kanunların her sene bir çocuk doğurup hiçbirine bakamayan aileler karşısında ne yapacağını görmek, fazla vicdan muhasebesine girmeden, katı bir gerçekçilikle ailenin yargılanışını izlemek isterdim. Oysa bu haliyle film geçen yıl izlediğimiz Aida Begic’den Never Leave Me (2017) ile Andaç Haznedaroğlu’ndan The Guest Aleppo to İstanbul’una (2017) kardeş gelmiş gibi duruyor. Sokakta yaşamak zorunda kalan çocukların yaşamını makyajsız bir gerçekçilikle sunan bir başka film olarak kayıtlara geçiyor.


Kefernahum bahsettiğimiz iki filmle akraba olmakla birlikte neyse ki onlardan daha üstün yanlara sahip ve konusuna daha profesyonel yaklaşıyor. Sadece Zain’e odaklanarak daha sağlam bir iskelet üzerinde yükselmekle birlikte diğer sesleri ve fikirleri de serpiştirerek taraf tutmamaya çalışıyor. En sevdiğim yanıysa tarafsız davranacağım derken ana fikrine zarar vermemesi ve karşıt görüşlerin her birini haklı çıkarmaya çabalamaması. Zaid’in babası imkânım olsaydı “herkesten daha iyi bir adam olurdum” ya da “bize bu öğretildi başka ne yapabilirdim” diye kendini acındırırken evladı Zaid’in ufak yaşında nasıl kendisinden daha iyiyi bildiğini açıklayamıyor mesela. Anne çocuklarını sürekli dövüp aşağıladıktan sonra “çocuklarım için her türlü suçu işlerim, onlar için en iyisini istiyorum” dese de arınamıyor. Çalışmayan babanın karşısında çalışan didinen Zaid, kötü annenin karşısında iyi anne Rahil var. Kimse cahilliğinden ya da imkansızlığından dolayı aklanmıyor.

Benim gibi sokaklara çıkıp “çocuk yapmayın” diye çığlık atmak isteyenlere sadece daha fazla acı veren, asıl aile planlaması yöntemi olarak kullanılıp her şekilde zorla izletilmesi gereken bir iş Keferhanum. Yabancı Dilde En İyi Film dalında Altın Küre adaylığının ardından Oscar’a da aday gösterilerek daha çok izleyicinin ilgisini çekmeyi başardı ancak Çanlı olduğunu öğrendiğim her insana “Ahlat Ağacı filminden haberiniz var mı” diye sorduğumda aldığım olumsuz yanıtın da işaret ettiği gibi, Kefernahum’u da izlemesi gerekenler değil dünyanın en büyük problemi olan nüfus artışını zaten bilenler ve doğru olanı zaten yapanlar izleyecektir sadece. Yani yine biz söyleyip biz dinleyeceğiz.

Altı Sandalyelik Hayat

Heybesinde taşıyabileceğinden çok daha fazla sorun olan 17 yaşındaki Asım; gündüzleri Kuşkonmaz adlı mahallenin kıraathanesinde çalışarak, geceleri de birbirine eklediği sandalyelerin üzerine uzanıp yakındaki ağaca konan Ayhan ismini verdiği baykuşla konuşarak geçirmektedir. Dükkân sahibi Bekir Kahya’nın sahip çıktığı bu kimsesiz gencin yaşamı Zeki Müren’li bir tesadüfle renklense de geçmişin hayaletleri ve geleceğin gebe olduğu tehlikeler mutlu olmasına izin vermez. 50’li yılların mahalle yaşamı, esnaf ilişkileri, bir dost ve ansızın yakalayan gönül çarpıntısı ile örülen Asım’ın hikayesi Yavuz Turgul filmlerinden Yeşilçam nostaljisine, toplumsal gerçeklerden çocuksu kaçış fantezilerine uzanan tatlar sunuyor. Kapısı sokağa açılan sinemaların, göz göze oturulan muhallebicilerin, topluca gidilip eğlenilen hamamların, Madam’ların, gazete ve dergilerin önem arz ettiği zamanların hikayesi bu.



Murat Orçan aslen tiyatro için nefes alan genç bir isim, Kuşkonmaz da Savaşın Şafağında Aşk’ın ardından yayımladığı ikinci romanı. Kahramanmaraş’ta, Kurtuluş Savaşı öncesinde yaşanan imkânsız bir aşkı anlattığı ilk romanı okuyanlarca takdir edilen Orçan Kuşkonmaz ile ilk işinin fersah fersah üzerine çıkarak tüm acemiliğini attığını ilan ediyor. Kuşkonmaz’ın özellikle ilk elli sayfası Orhan Pamuk detaycılığına sahip. İlk romanındaki Sabahattin Ali etkisinden kurtulup kendi dilini bulan yazar; diyalogları, anlatıcıyı ve başkarakterinin iç sesini bir arada kullandığı üç kollu zengin bir anlatı yaratmış. Alaylı bir romancı için dikkate değer bir başarı.
Kuşkonmaz yerli roman uyarlamaları bakımından fakir yerli sinemamız için de değerlendirilmesi gereken malzemeye sahip. Ehil ellerde nitelikli bir popüler sinema örneğine dönüşebilecek, eleştirmenleri yakalarken genel izleyiciye de kendini sevdirerek bilet sattırabilecek içerikte. Siyaset, aşk ve mahalle yaşamı nostaljisi, insanları birbirine kenetleyen sırlar ve farklılıklarla zenginleşen yaşamlar ile örülmüş bu kitap; keşfedilmeyi bekleyen taze bir romancının kaleminden okuyucuya ulaşmayı bekliyor.

Basın bülteni için tıklayın.

Satın almak için tıklayın.

2018

Bugünlerde aklıma sık sık eski imajlar geliyor. Birinde, ortaokulda matematik dersindeyim. Çetin Gerek isimli öğretmenimiz ufak çaplı bir aydınlanma yaşamama vesile oluyor. Dersi dinlemeyen öğrencilere her zaman yaptığı gibi kızgınlık dolu bir nasihat vermek amacı fakat bu sefer, en azından beni kıskıvrak yakalıyor ve aradan geçen yirmi küsur yıla rağmen unutamayacağım cümleler kuruyor. “Neden sabah sabah kalkıp bu buz gibi tahta sıraların üzerine oturmaya geldiniz, incecik bir yastık desteği bile yok, tahta, sert, soğuk ve siz yıllarca her sabah gelip günün çoğunu onun üzerinde oturarak geçiriyorsunuz…” minvalinde bir şeyler. Sahi, neden?




Aklıma takılan ikinci hatıra da ortaokuldan. Bu kez edebiyat öğretmeninin dersindeyiz, bir ara Almanca dersine de giriyordu ki diğer müdür yardımcılığı yapan edebiyat öğretmeni de Almanca dersine gelebiliyordu-şimdi kaç kişi birden fazla dil biliyor! Neyse, bu kadın öğretmen Kahramanmaraş’ta toplu taşımada kızlı erkekli oturulmasını tasvip etmeyen halka burun kıvıran CNBC-e izleyicisi/modern/dünyayı değiştirmeye gelmiş biz öğrencilerine “Haklısınız fakat bir kadın bazen dolmuşta rastgele bir adamın yanına oturduğunda, o adam o kadınla nikah masasına oturmuş gibi davranıyor, kendinde öyle haklar görüyor” diyerek tam da anlayamadığımız bir şeyler anlatmıştı. Dün akşam bitirdiğim, arkadaşımın yazdığı romanda kızla erkek böyle bir toplu ulaşım aracında yan yana oturarak, hadi daha da açayım; erkeğin yanına oturduğu kıza sarkıntılığı sonucu tanışıp aşk yaşıyorlar! Yazar bunu ne kadar romantize ederse etsin benim aklımda Habibe Öğretmenin anlattıkları var ve erkek roman kahramanını tacizci olarak görmekten kendimi alıkoyamıyorum.

2018 yılında yaşadıklarımı okumak için girip neler buldunuz. Ama bunlar benim 2018’im. İzlediğim 259 film (2017’de 235), 63 diziden 700 bölüm (2017’de 52 diziden 691 bölüm), utanarak söylüyorum ki okuduğum 7 kitap, izlediğim 5 gösteri ya da dans ettiğim 3 konserden çok bu iki hatıra zihnimi meşgul ediyor. Sadece 3 kez yurt dışına çıktığım 2018’de sadece 13 gün medenice yaşayabilmişim, belki de sebep budur.

Yurt içinde, geçen yıl da belirttiğim gibi git gide daha az seyahat ediyorum. İstanbul neyime yetiyor demek ki. 6 kez Kahramanmaraş’a, 2 kez Ankara’ya, 2 kez Mersin’e, 1 kez Adana’ya, 1 kez de Edirne’ye uğradım o kadar.

Biraz da bu noktaya kadar okuyanları memnun etmek gerekirse; sadece 2 gün resmi izin kullanarak 105,5 gün işe gittiğimi (2017’de 102,5), 68 gün alkol aldığımı (2017’de 100), 73 kez seks yaptığımı (2017’de 107), 243 gün spora gittiğimi (2017’de 207) ve 366 kilometre koştuğumu (2017’de 365) söylemem gerek.

Son olarak; 2018’de 10 yıl aradan sonra sinema için makaleden başka bir şey üretmek istedim ama boğazıma dizildi. Bunu da asla unutmayacağım.

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...