28 Mayıs 2016 Cumartesi
Dört Kişi, Bir Tarla
Fotoğraf sanatçısı Cemil Ağacıkoğlu ilk filmi Eylül ile Altın Koza Film Festivali‘nde karşımıza çıkmış ve En İyi Yönetmen ödülü kazanmıştı. Yazdığı karakterlerin gerçekliğine yüzde yüz inandıran, yaşadıkları acıyı iliklerimizde hissetmemizi sağlayan, ağır temposu nedeniyle herkese göre olmasa da kendi içinde amacına ulaşan dikkat çekici bir ilk filmdi. Birkaç yıl sonra Özür Dilerim ile toplumsal bir sorunu ele aldı ancak Eylül kadar güçlü bir iş değildi bu, sanatsal değerinden çok işlevselliği ön plandaydı.
Okumak için tıklayın.
Eckerö Line 3
Pencere
dönemini yakalamalısınız. Vücudunuza giren virüs yayılıp seçeneklerinizi
azaltmadan önce süreye ihtiyaç duyar. Pencere dönemi denen bu zaman diliminde
doğru davranmalısınız, özellikle de virüs sizseniz.
Belli
bir arayış çerçevesinde yürüyor ve açık pencereleri başınız yukarda takip
ediyorsanız, hoşunuza gidende durmalısınız. Yürümeye devam edip nasılsa
dönebilirim diye yanılmayın, penceresini açmış sizi davet eden kişi işten
geçebilir. Pencere dönemini yakalamalısınız.
Eckerö
Gurbet’e virüsle döndü. Gittiği yerde, Gurbet’te yaşam zordu. Yanında kendi
memleketinden bir ihtimal götürmek iyi fikir gibi gelmişti. Virüsle ilk
karşılaşmasının üzerinden geçen bir ay boyunca, pencere döneminde yani,
içindeki yabancının kontrolsüz çoğalmasına izin verdi. İçi içine sığmıyor,
virüsünü sevip okşuyordu. İstemez ile aralarında bir bağ olsun istiyordu.
Gardını düşürdü İstemez (ama asla indirmedi) ve virüs olmaya karar verdi.
Umutların yeşerdiği, iki kişinin birbirini mutlu mesut ettiği bir ayın ardından
İstemez’in başına hayatta en istemediği şeylerden biri geldi. Enerjisi düştü,
gücünü yitirdi, Eckerö’ya olan ufacık ilgisini de kaybetti. Gurbet’te
İstemez’den başka düşünecek pek konusu olmayan (saçları dışında tabi) Eckerö ise
daha da çok istemeye başladı İstemez’i fakat karşılığı yoktu işte. İstemez
robota bağladı kendini, günler aydınlanıp karardı üst üste ve aylar ayları
kovaladı. Pencere dönemini iyi değerlendirmek isteyen, bu uğurda çok çaba sarf
eden Eckerö mutluluktan ölemeyeceğini anlayınca, vazgeçti.
Pencere
dönemini yakalamalısınız. İstemez’in umurunda olmadı ve çabalamadı ve kaybetti.
Henüz bilmiyordu kaybettiğini.
Beş
ay sonra İstemez’in en istemediği şey nihayete erdi, yeniden özgürlüğüne
kavuştu, yollara düşme vakti geldi. Arnavut kaldırımlı taş sokağa adımını atar
atmaz kafasını kaldırıp Eckerö’nun penceresine baktı ama görebildiği sadece
camın arkasındaki muhteşem saçlardı. Soğuktan sandı pencerenin kapalı oluşunu,
üstünde durmadı ve içeri girme isteğini bildirdi. Davet etti Eckerö kendini
davet ettireni. Tırmanmaya başladı İstemez pencereye doğru ama kaygandı bina,
kokusu da farklıydı sanki ve küflenmiş miydi biraz; düşündüğü gibi olmayacak
mıydı yoksa camın ötesi. Dinlenmek için durdu ve sordu Eckerö’ya, “içerde biri
mi var” diye, cevap “ışıklar altında
sönmüş gibiyim, dostlarım içinde yalnız biriyim, bilinmez yollara girmiş
gibiyim, nerede bitecek benim hayatım, ne zaman bitecek benim hayatım”
dedirten cinstendi: “Evet.”
“Çekilmez çiledir benim
hayatım.”
O
an, altı aylık sürecin en büyük hatasını yaptı İstemez. Ellerini bırakıp
serbest düşüşe razı olmalıydı. Düşmeye, çarpmaya, ağrıya, sızıya, belki kırığa
çıkığa. Ellerini bırakmalıydı ve vazgeçmeliydi Eckerö’dan. Emeğine kıyamadı
güya, hangi emekse. Ne verdiyse. Harcadığı her kuruşun ve dakikanın hesabını
vicdanına sormakla daha fazla zaman kaybeden İstemez vazgeçmedi yolda geçen
süreden ve daha fazlasını kaybetme kumarına –yenileceğini bile bile- girdi. Eckerö’nun
suçunu da teslim edelim. Tırmanmaya devam etmesi için cesaretlendirdi, gel dedi
camın arkası çok güzel, artık başka biri de olsa bu odanın sahibi, gel dedi,
beraber iyi vakit geçirebiliriz. İstemez hız kesse de tırmanmayı sürdürdü ve
odaya vardı. Bir yatak, bir döşek, bolca nem ve muhteşem manzara. Eckerö’nun
yaşamının özetiydi oda. Geçmişi yok, geleceği umut dolu. Oda karaktersizdi.
Orada kimin yaşadığını anlamak güçtü. Kadın mı, erkek mi, zengin mi, fakir mi,
okumuş mu, cahil mi, görmüş mü, görmemiş mi… Ne bulduysa toplamış gibiydi
Eckerö odasına ve pek fazla şey bulamadığı açıktı. Ancak pencereden dışarı
bakıldığında dünyanın en güzel manzaralarından biri yürek hoplatıyordu. “Dünya”
diyordu manzara, “yani ben”, “çok güzelim, hala kirletemediğiniz yerlerim var,
umut edin, dışarı çıkın, bana doğru koşun, gece kısa ve şiddetten yoksun,
güvendesiniz, yapabilirsiniz” diye bir şarkı söylüyordu. İnanmak kolaydı.
Taşındığından beri panjurları indirmediğini söyledi Eckerö. Işığın girmesine
her daim izin veriyor, manzaraya bakarak içeriyi unutmayı, ümitlerini gözünün
önünde tutmayı seviyordu. İstemez ipi çekmeden önce bir saniye bile düşünmedi,
odayı karanlığa gömdü.
Devam edecek...
27 Mayıs 2016 Cuma
“Filmlerin Estetik Gücü Destekleme Fonlarının Yapısına Göre Şekilleniyor.”
Sinema ve güncel sanat eleştirmeni Kültigin Kağan Akbulut, Objective Araştırma Bursu ile Kültür Bakanlığı Sinema Destekleri üzerine bir araştırma gerçekleştirdi ve yakın zamanda e-kitap olarak ücretsiz yayımladı. Araştırma süreci ve sinema destekleri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Okumak için tıklayın.
24 Mayıs 2016 Salı
Eckerö Line 2
Gurbet’te
işler zordu. Dil, yol, iz bilmiyordu Eckerö. Anadili ve doğduğu ülkenin resmi
dili arasında bocalayan bir ergenken, iki dilli eğitim verilen Gurbet’e
taşınınca rüyalarını dört dilde görmeye başladı. Babası olacak adam gün boyu
çalışıp kazandığı paranın tamamını elinden alıyor, iyi davranmıyordu. Baba
olmuş adam uzun zaman önce ülkesini bırakıp Gurbet’e giderek oralı bir kadınla
evlenmiş, çocuklanmış, iki yıl sonra da boşanmıştı. Geride bıraktığı kadına,
Eckerö’nun annesine hep “yakında, sonra, daha sonra” demiş, bekletmişti. Geride
kalan kadın bir süre sonra kocasından ümidi kesmiş, araları bozulmuştu.
Kocasından darbe yiyen kadınların çoğu gibi yastığa yorgana ve çocuklarına
sarılmıştı. Belki de bu nedenle Eckerö için annesi, annesi olmuş kadın için de Eckerö
çok önemliydi. Eckerö’nun sırayla söylemesi bile yorucu hayallerinden biri de
annesini yanına almak, Gurbet’te beraber yaşamaktı bu nedenle ama elbette “yakında,
sonra, daha sonra” diye-dene geçiyordu zaman. Zaman.
Gurbet’te
işler zordur. Hayatta kalmak istiyorsanız uyum sağlamalı, güçlü yanlarınızı öne
çıkarmalı, tutulan taraflarınızın tutulmasına izin vermelisiniz. Eckerö şanslı
bir gençti, genetik vergisi birden fazla tutulmaya değer tarafı vardı, baktı
ilgi görüyor izin verdi, tutan tutana oldu sonra. Sonra, Başkent’te
sevgilisiyle yaşadığı bir buçuk yıldan sonra yani, bağımsızlığını ilan etti.
Artık reşit, bağımsız ve halihazırda bedenen şanslı idi.
Eckerö
ile yan yana gelirseniz saatlerce anlatabilir size yaptıklarını, yapacaklarını.
Mesela sevgilisinin yanına taşınmak için babasının şehrinde yarım bıraktığı
meslek okuluna döneceğini söyler size. Atılmıştır okuldan ama dönecektir işte.
Gurbet’in dilini mükemmel konuştuğunu iddia eder ama yazıların çoğunu okuyamaz.
Bu eksiğini kapatacaktır. Gurbet’in ikinci resmi dilini çok sevdiğini size
alıntılayarak bildirir, onu da öğrenecektir tabi ne zannettiniz, İngilizce
öğrenecek olduğu gibi. Hayallerini gökyüzü süslemektedir. Uçakları kullanan
insanlardan olmak ister, o olmazsa uçaklarda çay kahve servisi yapan
insanlardan olacaktır, o da olmazsa uçakta oturup bir yerden bir yere giden
insanlardan olabilir bu yaz. Belki bu yaz değil de gelecek yaz, ee, şey,
annesine memleketinde bir ev aldı da borcu var azıcık, hani bir gün memleketine
dönerse orada yaşayacak annesiyle –e hani annesini yanına aldırıyordu di mi ama
karıştırmayın şimdi bunları siz- saçı nasıl olmuş dersiniz? Evet, kestirmesi
lazım, boyatması lazım, çok uzadı, bütün parasını bakım ürünlerine harcasa da
zaman geçiyor işte-zaman bedenlerimizin düşmanı, saçımızın da. Yapacağı çok şey
olduğunu söyler durur Eckerö ama şimdi işe gitmesi lazım. Saat 22:00’ye kadar
çalışacak, bir saat sonra da ikinci işine gidecek. Arada telefonu var işte
elinde, her arada derede telefonu, hayalleri, telefonu var. Vakti yok şimdilik
anlayacağınız ama hayalleri var. Daha 21, 21, 21, 21’di(r).
“Artık seninle bir arada olmak
zor
Çok denedim yapamıyorum
Katlanmayı bilirdim çekilir
gibi olsa
Söyledim ya, duramıyorum”
Ona
biraz zaman lazımdı. Sessiz kıyamet gibiydi. Kendinden kurtulması lazımdı.
Sanki ihanet gibiydi. Biraz vefa biraz huzur olsun yeterdi, başka bir şey
istemezdi. Biraz sevilse biraz yüzler gülse yeter, sevdiğiyle ölüme giderdi.
Sevdiği. Kimi seviyordu Eckerö? Bir buçuk yılını geçirdiği pedofil hayat
öğretmenini mi? Evet. Onu çok sevmişti, gözünü onunla açmıştı, hayatı onunla
tanımıştı, Eckerö için ona bir harf bile öğreten herkes değerliydi ama geride
kalmıştı o insan işte artık. Sonrası otel odalarında networking. Eckerö’ya
sorarsanız çok insanla tanışmasının sebebi bu. Kimin ne zaman lazım olacağı
belli olmaz. Onun sizin gibi bir masası, title’ı, kariyeri yok henüz. İş
arkadaşları, komşuları, mahalleden tanıdıkları, kahveden ya da hamamdan
aşinalıkları yok. Onun yattığı, yatacak gibi yaptığı, yatmak üzere çıkılan
yolda bildiği kişileri var. Hem de sadece seks yapmanın enseste girmeye başladığı
az nüfuslu Gurbet’te değil, tüm dünyada. Borç, neşe, eşlik alabileceği insanlar
var telefonunda. Hepsine laf yetiştirmekle, hepsine çiçek dağıtmakla meşgul. Kimseyi kırmaya gönlü razı değil. Buna zamanı var, kendini geliştirmeye yok. Ya da
kendini geliştirme şekli Voltran.
“Ben seni azat ettim sen de
azat et, hakkımı helal ettim sen de helal et” deme şansınız yok Eckerö’ya. Nereye gideceksiniz
ki hem? Onun insan koleksiyonunun bir parçası olarak kalmalısınız. Sizi
sevgilisi yapmak isteyebilir ya da aşığı, belki yatak belki oyun belki bardan
arkadaşı. Sizi Facebook’tan, Instagram’dan, Snapchat’ten, Tinder’dan,
WhatsApp’dan, Viber’dan, Tango’dan –adını siz koyun- ekler, hayatına ekler.
Kaçamazsınız. İnsan kaybetmeyi sevmez. “Görüşüyoruz ya, her gün konuşuyoruz”
der, herkesi böyle tarif eder.
"Eckerö Line 1"de kaldığımız yere dönelim.
Dördüncü
saatte Eckerö Gurbet'e, evine döner ama İstemez'in onda kalmıştır yüreği.
Gördüğü anda tutulmuştur Eckerö’ya. Gördüğü en tatlı şeydir bu sanki bütün
ihtişamına karşın. İhtişam, ne de olsa ukalalık getirir. Eckerö ise anlayışlı,
sevecen, sahiplenen, sarılan, tüm aksilikleri görmezden gelen, gülen,
neşelendiren, sarılan, sözler veren, sözler isteyen, istemeden kandıran,
sarılan, öpen, övmekten gocunmayan, yüceltmeyi seven, kalbini bir çırpıda
gösterip acılarını ziyarete açan, sarılan, sımsıkı sarılan biridir. İstemez’in
dayanması güç özelliklerdir bunlar. Dördüncü saate girildiğinde Eckerö Gurbet’e
döner, İstemez yalnızlığına.
Devam edecek…
Eckerö Line 1
16
yaşında, gurbet ellerdeki babasının yanına gönderilmesi kesinleşen Eckerö
ortaokul öğretmeninin anlattıklarını dinlemeyi bırakıp gideceği ülkenin
hayallerine dalar. Yaşadığı yerde kalsa belki ablası gibi okul birincisi
olacaktır ama ne anlamı var diye düşünür aile, en büyük kızları o unvanla ne
yapmıştır da diğer çocukları bir baltaya sap olabilsin. Gider.
Yeni
ülke, yeni dil, 16 yaşında bir genç. Gurbet Hükümeti eğitim görmekten başka işi
olmaması gereken bu yaştaki birinin sınırlarından girdiğini öğrenince ona özel
hocalar verir, dil öğretir, yaşıt dersleri yanında meslek edinmesi için de
eğitime alır. Ne var ki baba Eckerö'yu yanına adam değil işçi olsun diye
çağırmıştır. O, ikisi de olmak istemez, aşık olur.
Cinsel
kimliğini toplumsal kimliğinden önce bulur Eckerö. Aşık olur. Bir yıl boyunca
Gurbet'in 300 km. uzaktaki başkentine gider gelir babasıyla kaldığı ufak
şehirden ve ilişkisini ilerletir. Sürenin sonunda babasına rest çekip
sevgilisinin evine taşınır, iç güveysi olur. İnanılmayacak derecede iyi
davranılır 17 yaşındaki Eckerö'ya. Okulu babasının şehrinde kalmış, Başkent'te
iş bulmuştur, elbette parası hep azdır ve sevgilisi elinden tutmasa hayatta
kalamaz. Pedofilik peri masalı 1,5 yıl sürer, kıskançlık ilişkilerini beraber
yaşanamaz hale getirir. Eckerö çalıştığı restoranın deposunda iki ay kalıp para
biriktirir ve bir ailenin odasını kiralayarak tekrar yatak yüzü görür. Hayır;
annesinin kuzusu, babasının işçisi, öğretmeninin öğrencisi ya da dönüp doğduğu
ülkenin koyun seçmeni olmak istememektedir. Zaten asla Kürt kanına sahip
çıkmamış biri olarak Türkiye'yi unutması da zor olmaz. Günler yılları oluşturur,
yaş legal sınırlara erer, okuldan atılır, oturma izni alır. O artık gurbetçi
Türk işçidir babası gibi, babası gibi olmamak için her şeyi yapmaya hazırdır.
Eckerö'nun
başında bir bela vardır. Güzelliği. Gurbet'te herkes birbirine benzediğinden bu
bir içimlik 18'lik Kürt haddinden fazla dikkat çekmektedir. Öyle ki, yolda
yürürken bile gözler ona dönmekte, laf atılmaktadır. Hiçbir zaman utangaç
olmamış Eckerö ilginin sarhoşu, çağıran herkesin davetlisi hatta bazı
podyumların ünlü yüzü olur. Gündüz hizmet sektöründe Sindirella, gece
vampirlerin aradığı taze kandır artık. Dil dile bolca değer yani, öğrenir her
türlü "şeyi", Narkissos'a takla attıracak, Pamuk Prenses'in üvey
annesine aynayı kırdırıp bu işleri bıraktıracak bir hal alır. Kendiyle
ilgilenmesi, başkalarının onunla ilgilenmesi, sonra biraz daha saçıyla
ilgilenmesi her gününün en önemli gündem maddeleri halini alır.
Eckerö'nun
çevresindeki insanların başında bir bela vardır. Eckerö'nun kişiliği. Bedeni değil, kişiliği. "Bilmem kime
bakar gözlerin, bilmem kimi sarar ellerin, bilmem kimi söyler dillerin, sende
kaldı yüreğim, sende soldu yüreğim" diyerek gezmektedirler. Bu
güzelliğin, onun güzelliğinin gelip geçici olmamasının, yüreklerin Eckerö'da
kalmasının bir sebebi vardır. Ayağına sermeye hazırdır tanışanlar umutlarını,
yaşamadan tüketmeye yarınlarını, çekip vurmaya acılarını… Onda
kalmaktadır yürekler, onda solmaktadır. Elbette dünyanın en güzel
insanı değildir ve elbette herkesin ağız tadına da uymayabilir ya da hevesini
alan yoluna gidebilir -ama gidemezler işte. Yapamazlar.
Onda kalır yürekleri. Çünkü bu güzellik üzücü bir fakir edebiyatının üzerine
inşa edilmeye başlanmış hayat mücadelesi ile desteklenmekte, Eckerö'nun
enerjisiyle göğüslerden havai fişekler çıkartmaktadır. Holy Golightly rolünde
bir Audrey Hepburn ya da aynı rolü
üstelenebilecek bir James Dean’dir o.
Konuşmaya başladığında yanındaki herkesi gün doğana, gün batana ve gece
yarısına kadar yanında yürütebilmekte, ışığından kaçabilmekse mümkün
olmamaktadır.
"İncir incir gözlerin var
Bakar bana yeşili var
Seni bir gün görmesem deli
olurum
Sana hala çok ihtiyacım
var"
Eckerö
bir gün memleketine gitmeye karar verir. Hayır, elbette kalıcı olarak değil
fakat yine de orada bulunacağı kısacık süre için seyirciye, alkışa, spot
ışıklarına, sevilmeye ihtiyaç duymaktadır. Gitmeden hazırlıklara başlar. Günde beş litre su
içen kadınlar gibi artık olay ihtiyaç değil iddiadır aslında, belki de
alışkanlık, "içiyorum" diyebilmek belki. Kaç insanı memleketinde
yapacağı şova davet ettiği hep muamma kalacak olsa da, onunla asla tanışmak
istemeyene takar kafayı. O kimdir ki Eckerö'ya hayır demektedir! Altından
girer, üstünden çıkar, her dediğine evet der İstemez'in ve yan yana gelmeyi başarır
haftalar süren çabadan sonra Eckerö. Üç saat geçirirler baş başa, gerisini
tahmin edemiyorsanız buraya kadar yazılanları anlamış olamazsınız.
Devam edecek…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
2023 - Kalan 6 Ay
Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...
-
Başlığın bile yeterince şok edici olduğunun farkındayım. Günlerdir arabesk soslu aşk nidalarımı okumaktan sıkılmışsınızdır belki düşüncesiyl...
-
Yasemin Alkaya; bale eğitimi almış, konservatuar mezunu bir tiyatro sanatçısı olarak tanınıyor. Fotomodellik de yapmış ve bir kafe işletiyor...