28 Haziran 2009 Pazar

Yatıyorum

tamam artık yatıyorum. msn'e ya da façaya girmeyeceksin. en son ne zaman okeye giriş yaptığını takip etmekten yoruldum zaten. ama telefonlarım açık; aramazsın da işte bir ümittir diye.

26 Haziran 2009 Cuma

25 Haziran 2009 Perşembe

Isparta sarhoş

gecenin dördü.. telefonum "Hayrola-Hande Yener" diye çalıyor. açıyorum. "dost değil, dost görünür feleğim, yaralıdır yüreğim, Urfalı sevmiş doğrudur güzelim, senin de gönlün var" diye çığlık çığlığasın. Sabah pişman olursun belki ama utanma, benim de gönlüm var.

Aptal

birbirimizin gözünün içine baka baka aptala yatıyoruz. yoksa gerçekten aptal mısın?

ama hala bulanmadım, bunalmadım \ yoksa orman misali yanar mıydım \ aşkla ölmeseydim aşkla doğmasaydım \ kendimi masallara adar mıydım.. (sezen aksu)

24 Haziran 2009 Çarşamba

BEKLERKEN (24.06.2009)

Tıraş oldum. Dünkü gibi banyo yaptım. Temiz kıyafetler giydim. Üç telefonumun ve sanal yollarımın açık olduğundan emin oldum. Dişlerimi bir kez daha fırçaladım. Perdeleri çekip uzandım dinlenmek için gece belki uzun olur diye. En iyi dostuma dönüp; bu gece geleceğini söylediğinde verdiğim olumsuz cevabı anlattım ve gururlandım kendimce. Telefonlarımın sinyal aldığından emin oldum. Kapıda pencerede kaldım. Müziği kıstım belki duymam diye. Duygu patlamaları yaşamadım nasıl olsa gelip bir köşede oturacağını söylediğin için ısrarla. Zaman aktı. Yüzüm düştü. Dört döndüm. Biraz daha parfüm sıktım hem kendime hem yeni ısınmış odama. Yılın ilk kısa kollularını giydim. Kendimi aradım adet olduğu üzere. Hava kararsa keşke demiştim yüz otuz beş kişiye, karanlık seni getirir diye. Sabah olsun istiyorum şimdi. Yarın perşembe.

Film değerlendirmesi

Killshot (2008) by John Madden *-
Push (2009) by Paul McGuigan ** bir cumartesi nasıl harcanır sorusunun cevabı..

Knowing (2009) by Alex Proyas * plastik görüntü yönetimi, bayat bilim kurgu, Yeşil-çam'lar bardak oldu tarzı abartılı oyunculuk ve fos kehanet.

Five Minutes of Heaven (2009) by Oliver Hirschbiegel *** atmosfer ustasının yeni dersi. keşke oyunculuk için de aynı şeyi söyleyebilseydim.

Confessions of a Shopaholic (2009) by P.J. Hogan ** telefon beklerken kafayı yememek için tavsiye edilebilir.

Transformers: Revenge of the Fallen (2009) by Michael Bay *** birincisinin açılış sahnesi kadar bile olamayan tacizci sinema örneği. "Yenilenlerin İntikamı" diye çeviren yetkili deliler filmdeki bir robotun adının "Fallen" olduğunu nasıl fark etmez? Sakın dublajlı izlemeyin. Sakın Konya'da izlemeyin.

YARIM KALDI, ÇÜNKÜ SEN GELDİN (23.06.2009)

Sen yoksun diye mutluluğu çikolatada arıyorum, hüznü Sezen Aksu’da. Baktım senden ses yok, güzel bir kadın sesi duyayım dedim bolca acı çekmiş gibi davranan. Bir liste yaptım hem en yenilerinden hem de tarihinden. Çalmaya başladı sırayla. Mum yaktım. Bütün kalın perdeleri çektim sanki sokak lambası varmış gibi bu her yere uzak köyde, sen hariç. Her birinde farklı bir yerdeydim bu şarkıları ilk duyduğumda. Her birinde benzer şeyler düşünüyordum dinlerken. Hayatımdan bir başka beş buçuk dakika harcıyordum asla işime yaramayacağını sandığım şeylere. Meğer çok iyi dostlar elde etmeme faydası olacakmış. Geçen akşam bir arkadaşım tespit etti. Benim çevremle aramda “psikologuna âşık olma sendromu” varmış. O kadar önemsiyor anlattıklarını, sürekli üst sorular soruyormuşum ki açmak için; ilk kez bu kadar iyi dinlendiklerini, önemsendiklerini düşünüp âşık oluyorlarmış bana farklı düzlemlerde tabi. Yani elde edemediğim sevgililer bana dost kazanma yetenekleri geliştirtmiş. Şimdi yeterince dosta sahip ama halen yalnız geceler yaşayan biri olduğuma göre; belki senden öncekilerin bana yaşattıkları boşa gitmemiş sayılabilir ama senin için harcanan saatler öyle görünüyor. Yirmi beş yaşında kariyer yapmaktan vazgeçmiş, on yıllık hayalini elinin tersiyle itmiş bir…
Telefon çaldı, sen geldin. Yarım kaldı yazım ama biraz yüzüm güldü. Allah razı olsun.

22 Haziran 2009 Pazartesi

Heyula

Hayat bana bir sürü red herring çıkarıyor ve ben de buna kanıyorsam, suçlu yanı başımdaki heyula mıdır yoksa onu arzulayan ben mi?

SANAL GAZETECİLİK (18.01.2009)

Sanal gazetecilik denince bugün akla birden fazla cevap geliyor. Bunlardan biri; her sabah bayilerde bulabileceğimiz kâğıda basılmış yayınları bilgisayar ekranı kullanarak internet bağlantısı sayesinde ve çoğunlukla ücretsiz okuyabilme lüksü. Bunun içerisine tabi ki sayfayı bire bir görüntüleyebildiğimiz için reklamlar, logolar, renkler, profesyonel ekipler tarafından hazırlanmış sayfa düzenleri giriyor. Bütün gün süren ve bu işin eğitimini almış ekiplerce dev plazalarda hazırlanan, birçok kontrol mekanizmasına sahip bu yayınlar iki kolumuzun arasını dolduracak büyüklükte kâğıtlara basılmak üzere tasarlandıklarından, küçük ekranda sıkıcı olabiliyorlar. Bu nedenle de internet, tirajları beklendiği gibi düşürmedi henüz. Yine de özellikle kendi ülkemiz gibi eve her gün gazete girmesi alışkanlığının edinilmediği ülkelerde maddi anlamda kolay ulaşılabilir olmaları sebebiyle gazetelerin internet siteleri, sanal dünyanın en çok ilgi gören sayfalarından bazıları olmaya devam ediyorlar.
Bir köke sahip gazeteler için “sanal gazetecilik” bu anlama gelse de; birçokları için yeni ve taze bir mecra, kontrol altında tutulmayan bir güç olarak öne çıkıyor. Özellikle yurt dışında; gazeteden kazandığı parayla yaşamak zorunda olmayan yazarların “blog” denen şeyi bu kadar benimsemesinin altında yatan başlıca neden; özgür olma isteği. Bir yazarın ya da muhabirin; redaksiyon ile uğraşmadan, editör tarafından kontrol edilmeyeceğini bilerek, üstelik başlığını da kendi seçebilme lüksüne sahip olduğu bu kişisel yayın, okuyuculardan da ilgi görüyor. Ücretsiz bir sayfadan ulaştırıldığı için herhangi bir holdingi memnun etme çabası taşımadığını bilmek bile bu metinlere güvenmek için yeterli bir sebep bazı insanlar için. İşte burada da, “ne kadar doğru” sorusu ortaya çıkıyor. Yukarıda bir kısmını saydığımız bu denetim mekanizmalarından uzak bir metne ne kadar güvenilebilir? Belki her zaman “dünkü haberi” veren eski moda gazetemizin aksine RSS’ler sayesinde yazıldığı anda bir haberi zihnimize sokma fırsatı buluyoruz ancak bu “aklına geleni söyleme-yazma” durumu hafızamızda nasıl bir kirlilik yaratıyor farkında değiliz. Burada da yine önceden çalıştığı gazeteden güvendiğimiz-bildiğimiz insanlara yöneliş ve belli bir tutarlılığa sahip yazarlara güvenme isteği geliştiğini iddia edebiliriz. Ancak herhangi bir “arayıp teyit etme” ya da kesinleşmeden herkesin üzerine ilk kendi fışkırtma güdüsü taşıyan haber sitelerinin; her gün tekzipler yayınlamak zorunda kalarak inandırıcılıklarını zedeledikleri de bir gerçek. Öyle ya da böyle her mecra gibi gazetecilik de teknoloji ile güzel ilişkiler kurup kendine hız dünyasında yer bulmaya çabalıyor. Gerek 60 yıllık bir gazetenin cep telefonunuza 160 karakteri geçemeyen haberler yollaması, gerek masaüstünüzde ihtiyacınızdan çok daha fazlasını akıtıp duran özel haber yazılımları ile olsun; yüzyılın en büyük buluşları en eski alışkanlıklarımıza kadar her yanımıza nüfuz etmeye devam ediyor.

21 Haziran 2009 Pazar

Ben bir karar verdim

şimdi gelsen, çat kapı.. kapatsan dinlediğim hüzünlü parçaları.. "bugün ne yaptın" gibi sıradan şeyler anlatsak.. bir sürpriz yapsan, gitmesen. hiç.

ya da bir böcek çıksa evimden, yese beni. b planım olsa bu...

Masa

her şeyin masanın üzerine konduğu, "acaba"ların, soru işaretlerinin kalmadığı yerde; bir adamın ümitleri tükenir ve belki de hiç çıkmaması gereken odasına geri döner.

18 Haziran 2009 Perşembe

AYIK KAFAYLA NASIL TUTARIM Kİ ELİNİ, GÜLDÜRME (18.06.2009)

tam sevecek gibiydin, arkadaş oldun . ansızın gidecek gibiydin, kaldın bir taş duvar oldun . bu gece yanımda dur diyecektim, bir paketin yoluna koyuldun . içimde ne varsa çürüyüp ölüyor ama elimdeki taş siyah sekiz..

(17.06.2009)

tam beni sevecek gibiydin, arkadaşım oldun :( ansızın gidecek gibiydin, taş duvar oldun :( bu gece yanımda dur diyecektim, bir paket sigaranın yoluna koyuldun :( içimde ne varsa çürüyüp ölüyor ama elimdeki taş siyah sekiz..

16 Haziran 2009 Salı

ARDINDAN (16.06.2009)

Elimi uzatsam tutacağım mesafedesin tutamıyorum uzatamıyorum cesaretim yok bir bakışını yakalamaya çalışıyorum boş bakıyorsun bana değil benim olan başka bir şeye dalıyor beni öldürüyorsun, öldürme beni sımsıkı tut artık gücüm tükeniyor bu görünmez duvara tosluyor dayanamıyorum..

15 Haziran 2009 Pazartesi

TENİN SICAK TENİN KIVRAK RUHUN SARIŞIN (15.06.2009)

Bir türlü kendini gösterememek nasıl bir duygu? En az iki kardeş yaşanan bir evde karındaşınızın gölgesinde kalmış olabilirsiniz. Ne kadar çalışkan olsanız da sizden daha iyi olanların belki kendi sınıfınızda belki daha büyük topluluklarda gerisine düşmüşsünüzdür bir zamanlar. Belki bir restoranda garson el hareketinizi fark etmemiş, belki kalabalık bir ortamda seslendiğiniz kişi dönüp bakmamış ve bakanların gözünde yerin dibinde hissetmişsinizdir. Bütün bu örnekler saklanmak isteme güdüsünden bağımsız. Saklanmak istediğimiz anlara da bunun gibi zekâ istemeyen onlarca örnek fışkırtabiliriz şu anda. Peki, susmak zorunda olup da oradan sessiz çığlıklar atmak durumunda kaldınız mı hiç? Ortaya çıkmak için içinizin gittiği fakat saklanmak zorunda olduğunuz? Buna rağmen oturduğunuz yerde duramayıp bin bir numara çekerek fark edilmeyi beklediğiniz?
Ağzının içine bakıyordu genç adam. Onu anlasın diye. Daha nasıl anlatabilirdi aşkını bilmiyordu. Sana aşığım bile demişti. Ama anlamıyordu aptal sarışın. Ya da anlamak istemiyordu. Yüzde yetmiş yakışıklı adam sarışın için ölmeyi öldürmeyi sevdiği sevmediği her şeyden vazgeçmeyi, ömrünü benliğini önüne sermeyi teklif etmişti bile. Bu kadar verici olması genelde başına geldiği gibi onun kıymetini de azaltmamıştı şansına bu sefer. Ama anlamıyordu aptal sarışın. Aslında aptal da değildi. Sadece sarışındı. Sarı saçlarından o suçlu değildi. Ama sarışın kelimesine illa ki “aptal” sıfatını ekleme terbiyesizliği bunu yazanın suçuydu. Ama yazara göre de bir insan aptal olmasa; artık anlardı. Komiser Kolombo olmak mı lazımdı bu ipuçlarından bir sonuca ya da en azından bir yola çıkmak için? “Anlamıyorum seni” diyordu sarışın. Aptal sarışın.

14 Haziran 2009 Pazar

BU BÖYLE (14.06.2009)

Kendi kısırlığından bana bir kelime bile yazdıramayacağına inandığım dünkü çocuk. İçimde bu kadar büyümene izin vermemeliydim. Okumayacağını biliyordum. Göğsümü kabartmayacağını. Üniversite sınavını veremeyeceğini ya da belki hiç girmeyeceğini de. Çirkin bir kız çocuğuydun zaten. Bol oyuncaklı, bol arkadaşlı. Evcilik oynamayı sevmese de sokaktan gelmeyen. Doğduğun anda sevileceğini iddia eden binlerce şarkı dinlemiştim hakkında. Masaüstümde resminin olacağını söylemişlerdi ve ben de biliyordum aslında. İçimdeki kıpırtıya kanmamalı ve seni plastik bir balonla suya boğmalıydım. Kanların zaten pis halıma damlamalıydı ve Mrs.Wheeler gibi de ölmemeliydim senden kurtulacağım diye. Sana sahip olmanın yolu bu kadar alkollü bir gecenin sonunda sarhoş bitap bir hata sonucu olmamalıydı. Böyle gebe kalmamalıydım bu kadar yaramaz bir oğlana. Annen de bizimle olmalıydı bu süreçte. Seni büyütmek için arkadaşlarımdan yardım almamalıydım. Sen bu kadar mekonyumun içinde düşmemeliydin ellerime. İçimde ya da dışımda büyümenin bu kadar güzel olacağını görmemeliydim. Âşık olmamalıydım babama. Annem her akşam düzenli olarak aramasaydı belki şu anda aramaması beni yataklara düşürmezdi. Önceki aşklarım kadar uzaklarda olmalıydın belki de. Bütün numaralarımı sildirip tek dostum olmamalıydın. İş arkadaşlarıma daha fazla önem vermeliydim. Getirdiklerine bu kadar açık olmasam yaşadığım metropolün götümde patlama tehlikesiyle karşı karşıya kalmayacaktım. Bu kadar yaklaşmışken mesafe koymazdın belki. Okulların kapanmasına bu kadar ağlamazdım. Mezun olduğum son okul değildi nasıl olsa lise. Üniversitenin bitişi de etkilememişti zaten. Anlatmaktan yorulsaydım seni sana, ona, buna ve şuna, en çok da kendime ve yine sana. Dul bir kadın yapma telaşına girmeseydim seni. En büyük yönetmenle tanışmış kadar heyecanlanmasaydım. Oynadığım en zevkli oyuna alet olmasaydın bilmeseydin ipten nasıl atlayacağını. Askerlik anıların olmasaydı. Huzurevinden mektuplar atmasaydın. O kadar hızlı süremeseydin pembe iki kişilik bisikletini. Yemekten sonra yapılan şey o güzel ellerine bu kadar yakışmasaydı. İlkokulundan kalma tek el yapımı sanat eserini önüme koyup çizdiğin çöp adamlarla gurur duymasaydın. Ve bir sansür mekanizması olmasaydı televizyonda. Bunları internetten özgürce yayınlasaydım. Seni seviyorum, aşığım demek bu kadar kolayken duymak hiç’ten bir fazla olabilseydi… Şu anda ağlamazdım değil mi?

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...