23 Kasım 2009 Pazartesi

2012 (2009) by ROLAND EMMERICH **


Sinemada izlemezsem bir daha da izlemem soyundan gelen yeni büyük bütçeli Hollywood blockbusterı 2012’yi tüm efektlerin hakkını veren bir salonda izledim. Öncelikle beyazperde.com yazarı Oktay Ege Kozak’ı bir daha asla okumayacağımı belirtmeliyim. Böylece dünyanın en çok okunan sekizinci sinema sitesi olduğunu iddia eden beyazperde’de okunacak kimse kalmamış oldu. Filmin konusu, amacı ve vaadi herkesin malumu zaten. Ben de unutulmayacak bir film değil, nefes kesen görsel efektler görmeye gittim zaten. California’nın yok olduğu ve kahramanlarımızın son anda kullanmayı bilmedikleri bir uçakla kaçmaları ile sonlanan ilk büyük sahne enfesti. Salondaki diğer insanlarla birlikte müthiş zevk aldım ancak gerisi gelmedi. İkinci ve üçüncü büyük felaket sahneleri ilkinin yanına bile yaklaşamıyordu. Finalin her zaman en büyük aksiyona ayrıldığını bildiğimden 158 dakikayı sabırla tamamlamaya karar verdim. Ne yazık ki film dünya geneline yayılan önemli yapıları birer birer fakat her birini öncekinden daha kısa ve özensiz şekilde yıkmaya devam ettikçe kalite dibe vurdu. İkinci yarıda Titanic olmaya çalışması ise içler acısıydı. Büyük şehirleri dev binaları geniş planlarda dümdüz ettikten sonra klostrofobik atmosfer yaratıp suyun içinde nefes tutma gerilimine sırtını dayamaya çalışması uzayan süreyi ucuza kapatmaya çalışmaktan başka bir şey değildi. Onlarca karton karakteri ağlatıp ölümlerine üzmeyi başaramadı. Büyük bütçeli filmlerin senaryo kuralı dâhilinde doğal olarak başrolü de öldüremedi. Elimizde sadece gürültü kirliliği kaldı. Sinema endüstrisindeki görsel efektlerin gelişiminden heyecan duyan izleyicilerin filmin ilk yarım saatini görmesi gerek, geri kalanlar için anlamsız bir film.

18 Kasım 2009 Çarşamba

SİYAH PLASTİK TESBİH


Bugünlerde tek yaptığım bir yerlerde bulunmak, oradan oraya koşturmak. Sabahtan akşama kadar hayatta hiçbir şey olamadım bari domuz gribi olayım ümidiyle sağlık ocağına koşup bir şeyleri olmadığını duyunca hayal kırıklığı içerisinde eve dönen insan yığınlarıyla uğraşıyorum. Yığın diyorum çünkü günde 175 kişiye kadar çıkıyor bu sayı. Birkaç hasta arasında vakit bulursam Arzu’nun İnleyen Nağmeleri’ni ve önceki gece kaydettiğim Disko Kralı-Medya Kralı-Muhabbet Kralı’nı izliyorum. Haftada 10 saat yayın yapan Arzu ve 14 saat yayın yapan Okan sayesinde dizüstü bilgisayarımın berbat metalik hoparlörlerinin sesi hep kulağımda oluyor. Bu arada sürekli takip ettiğim internet ve günde yirmi kez (artık cepten de) girdiğim sosyal paylaşım siteleri sonucu gereksiz bilgi akışım hiç durmuyor, beynim kirleniyor da kirleniyor.
Öğle yemeklerinde bizi yanında görmek isteyen ama tarlada çalışan arkadaşımızın her gün gerçekleşmeye başlayan davetlerini kıramayıp bir saatlik arada on beş kilometre yol gidip çölün ortasında steril ötesi bir ortamda yemek yiyoruz. Akşam eve girmemle çıkmam bir oluyor. İşten sonra yarım saat içinde bakkalda buluşup standartlaştırdığımız soframızı kuruyoruz. İlerleyen saatlerde bakkalın sahibi arkadaşımız da dükkânı kapatabilince kahveye gidip okeyin gözüne vuruyoruz.
Eve gelip yatağa yattığımda “mutluyum ya, yok ki ötesi” diye düşünüyorum. Hatta askere gitmekten bile vazgeçecek kadar mutluyum. Sanki burada bu anı dondurabilir, herkesi, her şeyi olduğu gibi muhafaza edebilirmişim gibi.
Bugün “hocam bıkarsınız” diyen biri çıktı. O an ona açıklarken kendime de bir cevap buldum. Onlarca hayale sırtımı dönmüş burada ne yapıyordum? Anlatmaya başladım. Sanki uzun süredir hazırladığım bir konuşmaymış gibi teklemeden, içimden kusarak. On beş yaşında babam öldüğünden beri cehennem azabı yaşıyorum dedim. Yirmi beş yaşına gelip bu köyde çalışmaya başlayana kadar devam etti. Burada herkesten uzakta, bütün dertlerden kaçabilmiş durumdayım. Yıllarca uğraştım. Asla sırtımı dönmedim. Her zaman işlerin düzeleceğini, sevdiğim kişileri mutlu edebileceğimi düşündüm. Saçlarımı döktüm, arzularımı erteledim, didindim. Başaramadım. Sonra dünyanın orta noktasına yakın, bildiğim her şeye uzak bu yere geldim ve bir anda hafifledim.
“Bir hasta kapıyı çalmadan girdiği için sinirlenebiliyorsam bu demektir ki artık hiç derdim kalmamış.”
Geçen bayramda Maraş’ın ışıklarını gördüğüm anda içim kıpırdanmaya başladı. On aydır görmediğim evimi şehrimi ne çok özlediğimi düşündüm. Eve girdikten iki saat sonra ağlamaya başladım. Bütün problemler aynı yerlerinde beni bekliyordu ve hiçbiri eskisinden daha insaflı değildi. Kaçmak istedim, gün saydım, kendime eğlence aradım. Burada mutluyum. Sorunlarımın her birinin aslında başkalarının sorunları olduğunu keşfettim. Hayattan zevk alamayan bir insan olmamın sebebinin çevremdekiler olduğunu da.
115 gündür kontörüm yok, kimseyi arayamıyorum. Şebeke izin vermediği için insanlar da bana ulaşamıyor. Hayat güzel. Ben Serkan Çellik. Kendi cennetimden bildiriyorum. Ellerimle bırakıp gideceğim çünkü dönmek istediğim tek yer olan cennetimden.

17 Kasım 2009 Salı

26 Kasım-20 Aralık tarihleri arasında izin kullanıp gezeceğim :) Adana, Maraş, Urfa, Mardin, Diyarbakır, Ankara ve inşallah Artvin.
-----
önce aşık oldum sonra nefret ettim. sonunda, bugün dost oldum. rahatladım, mutluyum.
-----
hayatta hiçbir şey olamadım bari domuz gribi olayım ümidiyle sağlık ocağına koşanlardan bıktım. yüzlerine bakıp "iyisiniz" dediğim anda yaşadıkları hayal kırıklığı şaşırtıcı.

14 Kasım 2009 Cumartesi

CHOKE (2008) by CLARK GREGG *


Dört başı mamur böylesine güçlü bir metnin komple ziyanı. Filmin tonunun içeriğine uyumsuzluğu içler acısı. Tek cümleyle: İyi ki Fight Club (1999)’ı David Fincher çekmiş.

RUMBA (2008) by DOMINIQUE ABEL-FIONA GORDON-BRUNO ROMY ***


Dans etmeyi tutku haline getirmiş öğretmen bir çift dersten sonra tedirgin bir gece geçirip ertesi sabah yola çıkarlar. Yarışmanın yapılacağı salona vardıklarında Fiona elbisesini evde unuttuğunu fark eder. Aceleyle geri dönüp alır, neyse ki zamanında yetişir ve birinci olurlar. Dönüş yolunda intihar etmek isteyen bir adama çarpmamak için direksiyonu kırınca kaza geçirirler. Fiona bir bacağını, Dom ise hafızasını kaybeder. Uzun nekahet döneminin ardından evine dönen çift okulda çocuklara yardımcı olamadıkları görüldüğünde işten atılır, markete gittikleri bir gün Fiona’nın tekerlekli sandalyesini çaldırır, akşamına da çıkan yangında evlerini kaybederler. Hafıza kaybı yaşayan Dom kahvaltılık bir şeyler almak için yola çıktığında evini kaybeder, onu gören bir adam zavallı Dom’u soyar ve döver…
Rumba bize bu hikâyeyi 77 dakika içinde asla tahmin edemeyeceğimiz bir şekilde anlatarak sinema sanatının neden tükenmeyeceğini ispat eder.

KÜLTİGİN’İN BLOGUNUN İLK YAZISINA YAZDIĞIM VE ONUN SİLDİĞİ ELEŞTİRİM. HAYIRLI OLSUN ARKADAŞIM. BU DA SANA HEDİYEM! REKLAMIN İYİSİ KÖTÜSÜ OLMAZ.

İlk konu seçimi bence fazla elitist. Zaten yazar olarak bunun farkındasın ve şov yapmaya çalışıyorsun. Önce bu müziği anlamayanları birkaç cümle ile aşağılıyor (Beethoven sağır mıymış? O zaman nasıl yapmış o “şarkıları”?) sonra kendini bu konuda nasıl eğittiğini-bunu öğrenmenin ne zor olduğunu anlatıp antipati topluyorsun.
“İki sene önce bunun için üniversitemin müzik arşivinden birçok kaydı toplayıp güzel kayıtlar dinlemiştim.” Cümlesinde çok kısa aralıklarla iki kez aynı kelimeyi kullanman hiç fonetik değil. Üstelik böyle müzik arşivi olan bir üniversiteye gittiğini gözümüze sokman da yine aynı derecede rüküş.
Sadece birkaç cümle sonra “hönk” gibi kelimeler kullanman, aslında entel-elit-üst düzey olma çabanın ne yaparsan yap Galatasaray Lisesi’ni bitirmediğin için bir yerde elinde patlayacağının kanıtı.
http://sublimationofdecadence.blogspot.com/

12 Kasım 2009 Perşembe

301

birine yatak odanızı gösteriyorsanız bebek beşiğini saklayın. libido taban yapıyor.

11 Kasım 2009 Çarşamba

THE HANGOVER (2009) by TODD PHILLLIPS **


2009 yılının tartışmasız en komik filmi diye pazarlanan Felekten Bir Gece’yi izlerken bir an bile sıkılmadım, bir kez bile gülmedim. Bir filmin eleştirisini yaparken güldüm-gülmedim sığlığına düşmek istemiyorum ancak her anını seyircisini güldürmek üzerine kurmuş bir film başka herhangi bir tartışmaya da gebe değil.

001-301-301

Çocuğu olan her erkek baba olamıyormuş, son 6 ayda bunu öğrendi.
---
Bir tek sen bana kal dedin. sen, en sevdiğimdendin.
---
Bugün hiç eğlenmedim çünkü daha fazlasını istedim.

10 Kasım 2009 Salı

İLKEL ROMANTİZM

Radyoda hoşuna giden bir parça çıkınca arayıp dinleten kaç insan kaldı. Ben bu akşam bunu yaşadım, mutlu oldum.

LANDING AT POINT RAIN

Star Wars evreninden bu gece izlediğim milyonuncu savaş sahnesinde ilk kez kendimi çarpışmanın içinde hissedip silkelendim. Ben uyursam da herkes ölür mü?

INVEST IN LOVE (GREY’S ANATOMY 6-08) after another 301 night

“Yatırımın ne kadar büyük olursa alacağın karşılık da o kadar büyük olur derler. Ama riske girmeye gönüllü olmak zorundasınız. Anlamak zorundasınız, yatırımın hepsini kaybedebilirsiniz. Ama o riske girip akıllıca yatırım yaparsanız karşılığı sizi şaşırtabilir.”
Aylarınızı verip büyütmeye çalıştığınız çiçek size dikenlerinden başka bir şey sunamıyor diye kanayıp dururken tam istediğiniz gibi bir ruh olan komşusu topraktan avuçlarınıza dökülür ve sizi mutlu edebilir. Bu kez su vermezsiniz, büyütmeyi küçültmeyi evinize götürmeyi sizin yapmayı denemezsiniz. Onun güzelliğini izler, belki bir gece omzuna bir yumruk geçirirsiniz.
Bad dreams bad dreams go away
Good dreams good dream here to stay

9 Kasım 2009 Pazartesi

Uzayda Aşk Var


Biliyorsunuz Hande Yener tezgâhtar sevgilisi ve onun berber kardeşi aracılığı ile elektronik müziğe yönelmişti. Mete Özgencil destekli iki albümü dışında çok da başarılı bulmadığım Yener, bu değişiklik ile benzerlerinden sıyrılmış olsa da Türk milleti olarak farklı olanı her zaman olduğu gibi kabullenemedik ve üçlü şimdi borç batağında. Yakın zamanda bence içleri kan ağlayarak ve utanç içinde, mecburen bir açıklama yapıp tükürdüklerini yaladılar ve pop müziğe dönmeye karar verdiler. Bu başlık altında gördüğünüz klip Berber Doğulu adlı kardeşin her şey iyi giderken uçukluğun dibine vurduğu bir projesi, aynı zamanda üçlünün son cesareti. Klipte gördüğünüz herkes, Türkiye’nin ünlü gay, lezbiyen ve destekçileri. Soner Arıca (bkz. Kadir İnanır), Janset, Özgür Çakıt (bkz. Disko Kralı-Medya Kralı-Muhabbet Kralı), Kemal Doğulu, Yonca Evcimik, Oben Budak, Özgür Aras, Işıl Sarraf, Pınar Yiğit, Gökçe, Esin Övet, Ayşe Özyılmazel, Berrin Şeker vb. büyük bir cesaret gösterip bu klipte dolaptan çıkmış ve kendi aralarında eğlenmişlerdir ancak şarkının müziğine ve düzenlemesine imza atan Erol Temizel’in parası ödenmediğinden proje rafa kalkmıştır. Şimdi ne olacak? Hande Yener pop müziğe dönecek. Ondan cesaret alanlar “o yapamadıysa biz hiç yapamayız” diyecekler. Özlem Tekin zaten kış uykusunda. En iyisi ben askere gideyim, belki dönüşte bazı şeyler değişmiş olur.
dün porno izlerken askere gitmeye karar verdim. ne kadar sağlıklı bir karar bilmiyorum ama sanırım yapacağım.

8 Kasım 2009 Pazar

TERMINATOR SALVATION (2009) by McG *-


Terminator serisinin berbat TV dizisi Sarah Connor Günlükleri dâhil her parçasını izlemiş ve dördüncü filmin animasyonlu posteri ile kendimden geçmiş vizyona çıkmasını bekliyordum. Sinemada izleme şansını ne yazık ki bulamadım ancak bugün filmi gördüm.
Filmin gelecekteki açılış sahnesinde “cehennemi andıran görsellik muhteşem” diye aklınızdan geçirseniz de sonrasında daha ucuz olduğu için bolca iç mekân çekimi izleyeceksiniz. Müstakbel Avatar (2009)’ımız Sam Worthington’un canlandırdığı Marcus karakterinin filmi bu. Ne John Connor’ın ne de Skynet’in. İlk yarı insan-yarı robot Marcus’un; geçmişinde yaptığı bir hata sonucu idam edilmesini, onlarca yıl sonra yeniden bir şans elde edişini, cesurca savaşmasını, kaderine karşı koymasını ve ne hikmetse “kurtarılmak” dışında bir numarasını dört film ve 31 bölüm dizi sonrası halen göremediğimiz John Connor’ı kurtarıp asilce ölmesini izliyoruz. Geri kalan her şey fondan ibaret. Neden böyle bir tercihte bulunulduğunu anlamak güç değil. Adeta mitleştirilen, insanlığın kurtarıcısı olarak sunulan John Connor’ın neden o kadar büyük bir figür olduğunu anlayacağımız filmdi bu. Yani ayrıntılı ve kusursuz bir karakter çizmeliydi senaryo. Elbette defalarca yazılmasının sebebi de bu. Başaramadılar. Ehil ellerden çıkan bir John Connor portresi belki tatmin edecekti ama yine de herkesi değil. Onlar da ne yapsalar ellerinde patlayacak ve geri dönüşü olamayacak bu zor işi Christian Bale’in sert yüzünün arkasına saklanarak geçiştirdiler. Bale’in kişilikli fakat her büyük kahramanın kişiliği olmaya çalışan (bkz. Melvin Purvis, John Connor, Bruce Wayne) eskimiş yüzü ise karaktersiz John karakterini nasıl yansıtacağını bilememiş, sadece sertçe etrafa bakmış. Worthington ise bu açığı muhteşem değerlendirip üç boyutlu, duygusal, karizmatik ve her Avustralyalı gibi yakışıklı (bkz. Eric Bana, Hugh Jackman) bir adam ortaya koymuş.
Sadece aksiyon ile ilgilenen sinemaseverler için de yine başka adresler tarif etmek zorundayım. Terminator adından medet umanlar artık bu işten vazgeçmeli.

FLASHFORWARD 1.Bölüm


Önüne gelenin övdüğü yeni abc dizisi FlashForward’a az önce bir şans verdim. İlk saniyesinden itibaren yeni Lost olmaya soyunduğunu herkes fark edebilir. Ne yazık ki yapanların fark edemediği şey; Lost bitmeden hiçbir dizinin Lost kategorisine yükselemeyeceği, hele ki taklit ederek. Neydi bu esinlenmeler (!) derseniz, izlerken onlarcasını içimden geçirdiğimi ancak şimdi çok azını hatırladığımı belirteyim.
1.Lost’un uçak kazası, bunun araba kazası ile başlaması
2.Lost’da uçak enkazı etrafında, bunda otoyoldaki kaza alanında geçen patlamalar, çığlıklar, aksiyon
3.Lost’un akışı renklendirmek için geçmişi, bunun geleceği göstermesi
4.İşini her şeyin önünde tutan doktor karakter (hatta hastane dizilerine de göz kırpıyor)
5.Hayatları ortak bir olayla kesişen sürüyle insan hikâyesi
6.Herkesten fazlasına vakıf bir çocuk
7.Hayatının sonuna geldiğini düşünen fakat şimdi bir amacı olduğuna inanan John Locke çakması karakter
8.Herkesin etkilendiği bir olaydan etkilenmemiş tek üstün varlık
9.Lost’un tropik adasındaki kutup ayısına karşılık Los Angeles sokaklarında zıplayan kanguru
Joseph Fiennes’in berbat mimikleri ve Fringe’den arak “gizemli olayları araştıran FBI birimi” gibi etkenler belki de iyi olabilecek bir diziden baştan soğumama neden oldu. Devam eder miyim bilmiyorum.

DISTRICT 9 (2009) by NEILL BLOMKAMP *-


Düşük bütçeli büyük hayran kitleli pazarlama harikası beş para etmez gerilim filmleri furyasının yeni takipçisi District 9; ne atası The Blair Witch Project (1999) kadar özgün ne de yönelimin yüz karası Cloverfield (2008) kadar kötü.
30 milyon dolar gibi küçük bir bütçe ile bir çok sahnesi özel efekt dolu bu tarz bir filmin nasıl yapıldığına şaşıranların, yönetmenin, Peter Jackson’ın sağ kolu olduğunu ve bir özel efekt şirketine sahip olduklarını hatırlamasında fayda var. Lüks bir restoranda mı yerseniz ucuza çıkar, yoksa evde kendi aranızda pişirirseniz mi?
Filmin Star Wars gibi klasiklerle karşılaştırılacak kadar büyütülmesini asla anlayamayacağım. Mockumentary olarak başlayıp aksiyon filmine dönüşmesindeki samimiyetsizliğe prim verilmesini de. Ne senaryosu orijinal ne de çıkış noktası. “Artık korku filmleri yaparak korkutamıyoruz bari gerçek gibi sunalım” numarası Blair Cadısı ya da “canavar filmleri ilgi çekmiyor ve pahalıya patlıyor diye işi baştan farklı pazarlayalım” sahtekârlığı Canavar gibi bu da “eski seriler kabak tadı verdi ama taze bilim kurgu yapacak kadar zeki değiliz bari şurada bir el kamerası numarası vardı onu kullanalım” kurnazlığı, o kadar.

6 Kasım 2009 Cuma

bir parfümü çok beğenip özel günlerde kullanırım diye açtıktan sonra bir köşeye bırakıp sürekli başka şişeler bitirdiğiniz 2 yılın ardından artık kokmadığını fark edince atmak zorunda kalıyormuşsunuz ya, öyleyim.
Hep inanmisimdir. Çiviyi sadece çivi söker. 001 in çivisi de 301 oldu. Bir bağımlılıktan kurtulmak için yenisini bulmak lazımdı, buldum. Şimdilik mutluyum. Ne zaman dozum aksamaya baslar, yoksunluk baş gösterir bilmiyorum. Bana kalıcı mutluluk olmadığına inandığımdan beri olduğu gibi, anı yaşıyorum.

4 Kasım 2009 Çarşamba

NE YAPMALIYIM ANKETİ SONUÇLANDI

Mecburi hizmetimin bitişi ile birlikte anketim de sonuçlandı ve karar vakti geldi. En yakın arkadaşlarım dâhil çoğu kişi görüşleri olsa da oy kullanmadıklarını söylediler o yüzden sonucu daha az duygusal ve daha çok gerçekçi buluyorum.
Köyde kal ve eğlenmene bak %0
Köyde kal ve ders çalış %0
Ankara’da özelde işe gir ve hayatını yaşa %18
Ankara’da özelde işe gir ve ders çalış %12
Askere git %50
Her şeyi bırakıp İstanbul’a git ve sinema yapmaya çalış %18
Anlaşıldığı üzere kimse köyde yaşamamdan mutlu değil. Hayatımın en mutlu anlarından bazılarını yaşadığımı/yaşamaya devam ettiğimi, rahatlığımı, imkânlarımı, sevilmemi anlata anlata bitiremediğim bir yerden gitmemi istiyor herkes. Neden? Kimse mutluluğumu istemiyor mu yoksa?
Son haftalarımı Ankara’da özel sektörde iş arayarak geçirdim, ayrıntıları araştırdım ve mantıksız bir hamle olduğuna çok uzun hikâyeler sonucu karar verdim.
Askerliği aradan çıkması gereken bir yük hatta istemeyenin yapmaması gereken bir iş olarak görsem de en iyi askerlik ya hiç yapılmamış ya da en geç yapılmış askerliktir diye karar verdim.
İstanbul’a gidip sinema yapmaya çalışmak için maddi desteğim hala yok.
Köyde ya da uzayda ders çalışıp TUS sınavına girmek benim için bünye dışı.
Yani köyde kalıp eğlenmeme bakacağım.
Mecburi hizmetim bitti! Artık zevk için yapacağım!

3 Kasım 2009 Salı

2 Kasım 2009 Pazartesi

ISPARTA, DÖRDÜNCÜ KEZ, SONRASI (02.11.2009)

Perşembe gerçekleşmesi beklenen buluşma çarşamba öğleden sonrası sürpriz bir şekilde gerçekleşti. Geçen karşılaşmamızda ikimiz de birbirimize sokak ortasında sarılmamış ve oturur oturmaz birbirimizi bundan dolayı suçlamıştık. Bu sefer öyle olmaması için ben hemen sarılsam da sanki bunu boşa yapmıyormuşum gibi hissettim.
Bir kız arkadaşımın evinde sohbet ederek hasret giderirken daha ilk dakikalardan itibaren beni suçlamaya başladı. Nefes almadan, söz hakkı tanımadan benim nasıl da onu hayal kırıklığına uğrattığımı anlatıp durdu. Sonra kızmaktan yoruldu ve ben daha yakından geldiğini zannetsem de bu sekiz saat sürecek ve çok azını yalnız geçirebileceğimiz buluşma için 1466 kilometre yol kat ettiğini/edecek olduğunu itiraf etti. Üçümüz çıkıp yemek yedikten sonra eve dönüp içmeye başladık. O, özel durumundan dolayı çok az içebildi ama sarhoş olmaya dünden hazırdık hepimiz.
Ayrıntılarda boğulmak işten olmasa da arkadaşımın ona aşk ile ilgili sorduğu soruya tereddütsüz “bir kez âşık oldum, o da Serkan’a” diye yanıt vermesi beni aylardır yaşadığım köyde içinde bulunduğum arzu nesnesini elde etmeye-etmemeye çalışma çalışmalarım-krizlerim hakkında çok kısa bir süre düşünmeye itip sonuca ulaştırdı. Gerçek aşkı yakaladığım biriyle Türkiye yüzünden bir araya gelememiş ve gidip bir öküze (her anlamda) arzular beslemiştim. Aptalcaydı, gereksizdi, saçmaydı. Neyse ki bitti.
Gitmeden önce Isparta’ya sarıldığım o kısıtlı anda gözlerim doldu. Ne kadar kıymetli bir şey yapabildiğimi fark ettim. Birine sekiz yıl büyük aşk beslemiş ve elini bile tutamadan onu kaybetmiştim. Bir buçuk yıl önce başlayıp sekiz ay süren ikinci aşkım Isparta’ya ise dört görüşmemiz toplamında bu ikinci sarılmamdı. 26 yaşında bir erkek olarak âşık olduğum birine ikinci kez dokunabiliyordum ve üçüncü seferin olup olmayacağı çok büyük bir soru işaretiydi. Ne kadar paha biçilemez ve elde edilemez olduğunu görmüyor musunuz?
Ertesi gün büyük bir alışveriş merkezinde bir arkadaşımla alışverişe verdik kendimizi, yine. Network mağazasında kıyafet bakarken ağlamaya başladım. Herkesin ortasında, olabilecek en soğuk dekorasyona ve robot ışığa sahip mağazada en duygusuz ürünlerin arasında, durup dururken. Dün gece ellerime konup hemen ardından kayıp giden duygular üzerime çökmüştü.
Evet, 2008 Haziranında birine âşık oldum. Evli ve o zaman 1 şimdi 1,8 çocuklu birine. Karşılıklı olması dâhil, her yönüyle ilkti. Kimseye zarar vermemek için onun isteği ile kendimizi mutsuzluğa mahkûm ettik ama unutamadık. O benim daha şanslı olduğumu düşünüyor çünkü benim için hala aşkı yeniden bulmak gibi bir fırsat varmış.
Okudunuz ve beni karılarınızın kocalarınızın sevgililerinizin rahat güvenli ve normal(!) ilişkilerinizin çerçevesinden yadırgadıysanız defolup gidin hayatımdan. Nasıl olsa dünyada arkadaş olabileceğiniz bir sürü başka insan var, bana ihtiyacınız yok. Benim de at gözlüklü yaşam tembellerine…

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...