29 Mart 2011 Salı

EAT PRAY LOVE (2010) by RYAN MURPHY **


Elizabeth Gilbert’in aynı adlı romanından Nip/Tuck ve Glee dizilerinin yaratıcısı ve Running with Scissors(2006) filminin yönetmeni Ryan Murphy tarafından sinemaya uyarlanan “Ye, Dua Et, Sev” hiç kimseyi memnun edemedi.

Ryan Murphy televizyonun en yetenekli isimlerinden biri olsa da sinema dünyasında henüz başarıya ulaşamadı. İlk filminden daha kötü denebilecek “Eat Pray Love” neresinden baksanız bir süper projeydi oysa. Onlarca dile çevrilmiş bir çoksatardan uyarlandı, başrolde Julia Roberts var, James Franco, Richard Jenkins ve Javier Bardem gibi aktörler geçit töreni yapıyorlar.

Dünyanın dört bir yanını gezdiriyor bize film. New York, Roma, Hindistan ve Bali’yi cennetten köşeler gibi sunuyor. Evliliğinden mutsuz kadın yazar Liz Gilbert (gerçekte de kitabın yazarı, bu onun hayat öyküsü) tanıdığı şeyleri geride bırakıp uzun bir yolculuğa çıkınca biz de arkasından sürükleniyoruz.

Kitabın anlatmak istediği, tüm zincirlerini kırmış bir kadının içsel yolculuğu ve denge bulma arayışı. Bu uğurda mükemmel evinden, mükemmel işinden ve mükemmel kocasından kaçıp sıcak su bile olmayan, tavanın her an tepesine yıkılma ihtimali olan Roma’da bir pansiyona yerleşiyor Liz. Burada arkadaşlar ediniyor, lezzetli İtalyan yemeklerine veriyor kendini ve kasalar dolusu şarap içiyor. Ne var ki; burada tanıştığı insanlar da ona hep ailenin ve aşkın öneminden bahsediyorlar.

İtalya’da geçen dört ayın ardından Hindistan’da meditasyona başlıyor. Burada tanıştığı Teksaslı bir adamla arkadaşlık kurup Hindistan geleneklerine ayak uydurmaya çalışıyor. Son durağı Bali’de ise yeniden âşık oluyor.


Filmin ilk büyük problemi Julia Roberts. Durmadan yiyen, kendisine bakmayan ve sürekli kilo aldığı vurgulanan Liz karakteri Roberts’ın narin vücudunda hayat bulmuyor. Yılların oyun gücünden de çok şey çaldığı görünen aktrisin rol yapabilen tek yeri alnındaki damarlar. James Franco yine sadece gözlerini kısıp bakıyor, Javier Bardem ise beyaz atlı prens giysisine sığmaya çalışıyor. Richard Jenkins bile iyi değil.

İkinci ve en ciddi problem ise Ryan Murphy’nin tercihleri. Filmdeki her şey kusursuz görünüyor. Yeşiller yemyeşil, maviler masmavi. Renk paleti geniş. Işık ve gölgenin uyumu nefes kesici. Çerçevelerin her biri sanat eseri. Egzotik mekanların kullanımı yaratıcı. Özellikle New York sahnelerinde ışığı sürekli tam karşısına alan kamera cesur. Fakat hepsi yanlış filmdeler! 60 milyon dolarlık bu sanat çalışmasının güzelliği gözlerimizi kamaştırsa da filmin ruhuna, anlatmak istediklerine, hissettirmesi gerekenlere taban tabana zıt. Böyle bir hatası varken de beğenilme ihtimali sıfır.


Ryan Murphy kitabını yazdığı ahlaksızlığa hiç pas vermiyor. En iyi bildiği oyunu bırakmış, hanım hanımcık bir film çekmeye yeltenmiş. Ve başarılı olamamış.

BENDEN İSTEDİĞİN TATLANDIRICIYI BİTİRMEK ÜZEREYİM

Dün gece yatağıma girmiş, yan komşuların çıkardığı gürültüye sinir olmakla meşgulken; hayatımda hiç eğlence kalmadığını fark ettim. Yalnız yaşadığım üniversite yıllarında arkadaşlarla evde takılır, apartmanın gürültücü takımını biz oluştururduk. Oysa şimdi eğlenen, misafirleri gelip giden hareketli yan eve kıskanç bir sinirle bakan huysuz komşu ben oldum.

Hadi itiraf edeyim. Hiçbir zaman sabahlara kadar partileyen biri olmadım. Bir gün eğlendiysem bir hafta sakin yaşadım ama son iki aydır eve gömülmüş haldeyim.
Yeni işimin sağladığı bol sayıda boş günü spor, internet ve rüyalarla harcıyorum. İki yıldır el sürmediğim senaryolarıma dönmekti oysa hayalim. Ama işte yine bir insan yüzünden hayatımın ayağı takıldı.

"Her zaman mutsuz olacak bir şey bulan" olmamak için, bu kez mutsuz değil umutla bekliyorum. Büyük hayallere de kapılmadan.

Aşktan mutlu birini gördüğümde onun adına sevinemiyorum ama artık.

28 Mart 2011 Pazartesi

FOLLOWING (1998) by CHRISTOPHER NOLAN **-


Memento(2000) ile hayatımıza hızlı bir giriş yapmış, Insomnia(2002) ile üzmüş, Batman Begins(2005) ile seriye yeniden can vererek iyiden iyiye saygı görmeyi başarmış, The Prestige(2006) ile özgün fikirlerinin tükenmediğini ispatlamış, The Dark Knight(2008) ile son beş yılın en önemli filmlerinden birine imza atmış ve en son Inception(2010) ile 2000’li yılların en önemli yeni yönetmenlerinden biri ilan edilmiş olan Christopher Nolan’ın ilk uzun metrajlı filmi; pek kimsenin bilmediği 1998 tarihli “Takip” idi.

Nolan’ın senaryosunu yazdığı, kurgusunu yaptığı, ailesini ve yakın çevresini oynatarak sadece 6 bin dolar harcadığı bu siyah-beyaz ilk film; yönetmenin sinemasındaki bütün takıntıları en baştan belli ediyor. Sıçramalı kurgu, sürpriz final, seyirciden talepleri olan yapı burada da mevcut.

Nolan’ın yarattığı atmosfer Hitchcock filmlerini anımsatacak kadar güçlü. Başkarakterinin uzun saçlı, kısa saçlı ve dayak yemiş hallerini kullanarak zamansal düzlemde üçe böldüğü filmini bu görsel belirleyici sayesinde istediği gibi ileri-geri gidiş dönüşlerle anlatması takdire şayan. Ancak bu cümleler sizi fazla heyecanlandırmasın. İlk film olmasının ve çeşit çeşit imkânsızlıklar içinde kotarılmasının neticesi olarak “Takip” büyük hazlar vermeyi başaran bir film olamamış.


Oyuncuların bazı anlardaki kötü performansları, Nolan’ın birkaç sahneyi gerçekten başaramamış olması bir yana, yalnızca 68 dakika süren film; senaryosunun anlatmak istediklerini sisteme oturtamamasının altında ezilip süresini en az iki-üç katı kadar hissettiriyor.

Kendi imkânlarıyla sinema yapmak isteyenler ve yönetmenin filmografisinden eksiğim kalmasın diyenler hariç, görmeseniz de olur.

İzlerken, yazar karakterinin evinin kapısındaki ambleme dikkat!

Filmin ülkemizde Palermo tarafından dağıtılan orijinal DVD’sinde Türkçe ve İngilizce 2.0 ses bandı, Türkçe ve İngilizce altyazı bulunuyor. 4x3 Tam ekran izlenebilen diskte ek seçenek olarak dört fragmandan başka bir şey yer almıyor.

ÇOĞUNLUK (2010) by SEREN YÜCE ***

- Filme uzun bir yürüyüş sahnesiyle başlayalım. Bütün iyi Türk filmlerinde var.

- Babasını takip eden bir çocuk gösterelim ormanda. Bu; hayatı boyunca babasının ayak izlerini takip edeceğinin göstergesi olsun. Oflayıp puflasın ki gönülsüzlüğü de anlaşılsın.

- Çocuk, evdeki temizlikçi kadına kötü davransın. Kadının iyi niyetli karşılamasına rağmen baba oğluna daha da gaz versin ve ardından çocuk kadına tekme atsın. Böylece kendinden aşağı sınıftan birine nasıl davranması gerektiğini bireyin daha çocukken ailesinden öğrendiğini vurgularız.

- Çocuk büyüsün. Alışveriş merkezinde arkadaşlarıyla buz pateni yapanları izlesin. Kayanların ne yaptıklarını anlamadıklarını ifade eden cümleler kurduktan sonra küfür ederek konuyu –anlamadan- kapatsın gençler. Böylece onun ve çevresinin hayata sığ bakışını göstermiş oluruz.

- Bir yere oturduklarında üç arkadaşında para yokken, bizim gençte olsun. Böylece babasının para konusunda ondan bir şey esirgemediği anlaşılır.

- Akşam yemeğine oturmadan önce tuvalette mastürbasyon yapsın gencimiz. Bu sahne sayesinde ailesiyle yaşayan gencin cinsel hayatı olmadığını da belirtiriz.

- Baskın baba figürü oğluna emir versin. Oğulun babaya karşı acizliği de bu sahneden anlaşılsın.

- Genç, yıllar sonra gördüğü temizlikçi kadına yine soğuk davransın ve arkasından “kokuyor” desin. Aile için “köylü” tabiri böylece özetlensin.

- Bir sahneyle gencin yemek yerken ki oburluğu görülsün.

- Babasının çağırdığı her yere mecburen gitmek zorunda olduğu ve babasının arkadaşlarının çocuk muamelesine maruz kalışı da gösterilsin.

- Babasının baskısına, babasının arkadaşlarının haddini bilmez baskıları da eklensin ki gencin neden bu kadar sinik olduğu iyice anlaşılsın. Bunun için de askerlik mevzusu kullanılsın. Askerliğini yapmış bir abisi bir iki kez ona ne zaman askere gideceğini sorarak bu bilinmezlik ile korku versin.

- Evlerinin garaj girişine park eden bir arabanın yan aynasını kırsın baba. Böylece kendine güveni, saldırganlığı anlaşılsın.

- Önce baba sonra oğul aynı şekilde kapıdan girip aynı yere oturup ayakkabılarını aynı şekilde çıkarsın. Böylece ilk sahnenin etkisi güçlendirilsin.

- Anne karakteri babanın ilgisizliğinden dem vursun. Baba onu sustursun. Gücünün altı iyice çizilmiş olsun.

- Genç, saçına jöle sürsün. Dışarı çıkarken babasından izin alsın. Yaşı kaç olursa olsun baba evinde özgür olamayacağı, evlenmediği sürece kendi kararlarını veremeyeceği anlatılsın.

- Arkadaşları ile alışveriş merkezi gezmek dışında ancak arabayla turlamak gibi şeyler yaptıkları görülsün. Bu arada durup kül tablasını sokağın ortasına da döksünler.

- Babasıyla camiye de gitsin gencimiz. Orada zorla bulunduğunu iyice belli etsin vücut diliyle. Yeni neslin dinle ilişkisini de böyle vermiş oluruz.

- Ona ilgi gösteren alt sınıf bir kızla arkadaşlarına belli etmeden görüşsün. Elbette tek amacı seks olsun. Yalnız kaldıklarında ne yapacağını bilemesin. Kız bir de Vanlı olsun. Kürt olsun. Bölücü diye damgalansın. Kadınlara ve azınlıklara bakış açısı da böyle vurgulansın.

...


Seren Yüce ilk filmi “Çoğunluk”’ta ilk yarım saati yukarıdaki sakızı peliküle almakla harcıyor. Her karesi her cümlesi ayarlı, hedefe yönelik bilgiler dışında tek nefes içermeyen, bu yüzden yaşayan bir atmosfere değil de laboratuvar çalışmasından kesitlere benzeyen bu 30 dakika filme her nevi yergiyi hak ettirecek türden. Ancak Yüce; karakterleri tanıtmak ve nasıl insanları anlatmak istediğini belirtmek adına hazırladığı bu slayt gösterisini bitirdiğinde, film bambaşka bir seyir alıyor. Anlatıcı olmaktan vazgeçip gözlemci olmaya başladığında şeytanın bacağını kırıyor ve “Çoğunluk” yaşayan, perdeden taşan çok boyutlu bir filme dönüşüyor.


Başroldeki Bartu Küçükçağlayan tam bir casting başarısı. Anlatılan gençlerin doğuştan şanslı vücut yapılarına sahip fakat onlar gibi; kendisine bahşedileni hunharca kullanmış, üzerine bir şey koymadan cepten yemiş bir tipi var. Beyaz tenli, uzun boylu, güzel yüzlü fakat spordan uzak, kötü beslenmiş ve çirkinleşerek yaşlanan bir insan. Tıpkı babasının maddi gücüne, iş bitiren yapısına yama oluşu; bir okul bitirmeyişi, kendine yatırım yapmayışı ve doğumuyla hak ettiği serveti yemekle yetinişi gibi.

Settar Tanrıöğen ve oyuncu kadrosunun geri kalanı da üzerlerine düşeni layıkıyla yapmışlar ancak Seren Yüce’nin yönetmenliği için aynı şeyi söylemek zor. Yönetmen ne bir sinema dili oluşturmayı başarıyor ne de tek bir güzel çerçeve kurmayı. Filmin görsel anlamda hiçbir artısı, bakınca etkileyecek hiçbir karesi yok.

“Çoğunluk”’un büyük başarısı ise Seren Yüce’nin bir senarist olarak sahip olduğu gözlem gücünden geliyor. Anlattığı insanlarla ilgili neredeyse hiçbir ayrıntıyı kaçırmamış ve bunları senaryosuna başarıyla aktarmış olması onu yılın en önemli yerli yapımlarından birinin ardındaki isim yapıyor. Bu tarz gençlerin en büyük sorununun arabalarıyla olan ilişkileri olması gibi detayların tam 12’den yakalanışı çok değerli.

Türk filmlerine önyargı ile yaklaşanlara ya da Türk yönetmenlerin, Türk sinemasının gerçekte nerede olduğunu görmek isteyenlere tavsiye ediyorum.

24 Mart 2011 Perşembe

2011 MART TÜRKİYE VİZYON FİLMLERİ – 4.HAFTA

Mart ayının son cuması bir yerli, altı yabancı film gösterime çıkıyor.

Haftanın tek Türk filmi “Kaybedenler Kulübü” Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk’un 90’lı yıllarda Kent FM’de sundukları aynı adlı radyo programından yola çıkılarak yazılan, Tolga Örnek’in ikinci kurmaca uzun metrajı. Ufak bir kesime hitap eden yapım, popüler olması imkânsız bir öykü anlatıyor.

“Ben Dört Numara” filminin yapımcısı Michael Bay, yönetmeni D.J. Caruso. Başka söze gerek yok. Ne izleyeceğimiz belli.

“İntikam Yolu” Nicolas Cage’nin para için oynadığı bir başka kötü film. 75 milyon dolar bütçeli model araba fetiş filmi, 3D olarak gösterime çıkıyor.

“Kan Kokusu” incelikle çekilmiş bir yamyamlık filmi. Özellikle ilk yarısının oldukça iyi olduğu söyleniyor Meksika yapımının.

“Vay Anam Vay: Babasının Oğlu” kariyeri artık iyice yerlerde sürünen Martin Lawrence’nin Big Momma karakterini son 10 yılda canlandırdığı üçüncü film.

“Four Lions” radyo kökenli Christopher Morris’in ilk filmi. Sakar intihar bombacılarının trajikomik hikâyesini anlatan BAFTA ödüllü yapım, haftanın tek ilgi çekici yapımı.

“Hayatım Yalan!” Dennis Dugan’ın yönetip Adam Sandler’in oynadığı 6.film. 1969 yapımı “Cactus Flower” filminin bu yeniden çevrimi sadece hayatından iki saat daha kaybetmek isteyenler için.

KAYBEDENLER KULÜBÜ by tolga örnek 25.03
I AM NUMBER FOUR by d.j. caruso 25.03
SOMOS LO QUE HAY – WE ARE WHAT WE ARE by jorge michel grau 25.03
DRIVE ANGRY 3D by patrick lussier 25.03
BIG MOMMAS: LIKE FATHER, LIKE SON by john whitesell 25.03
FOUR LIONS by christopher morris 25.03
JUST GO WITH IT by dennis dugan 25.03

“YA SEN GİTTİN DİYE UZAKLARA, SENSİZLİĞE ALIŞIRSAM…”

Paralel evrende sakatladığım dizim iyice sızlıyor. İshal, yutkunma güçlüğü, uyuma bozukluğu ve halsizlik; sen gitmek zorunda kaldığından beri beni bırakmayanlar. Gerçekten çoğu hastalık ruh halinden. İnsanlar mutsuz oldukları için hastaneler bu kadar kalabalık. Ben ki; hiç hasta olmamakla övünen, hiç ağrı kesici içmemiş. Yine bekliyorum. Bütün bu fiziksel rahatsızlıklar umurumda değil. “Ya ben sevgilim ummadığım kadar, seni çabuk unutursam…”

Dün geceye göre bir basamak iyiyim şu an. En azından uyanık olduğum için kâbuslar görmüyorum. Peki, benden medet uman kıza yas tuttuğumu neden söylemiyorum.

Önümüzdeki dört gün çalışmak ve uyumakla geçecek. Sen benden uzakta tutulduğundan, herkese bağıracağım elimde olmadan. Sen rahat uyutulmadığın için uyuyamayacağım. Yediğim burnumdan gelecek. Üstelik ne olduğunu bile bilmiyorum henüz. Neden orada olduğunu. “Ya öğrenince bütün günahlarını, duygularımı başımdan atmak zorunda kalırsam…”

Mutlu olan, umudu olan kimseye tahammülüm yok. İki gündür açmadım telefonlarımı. Beni özleyen bir ses duymaya ya da hatırımı soranlara ağzımı açmaya gücüm yok. Senin arayamayacağından emin olduktan sonra, kim aramış diye bakmaya lüzum yok.

Seni bir kez gördüğüme, kim inanır…

22 Mart 2011 Salı

22 Mart 2011 Salı

Saat 01.53

Pencereden baktım. Dakikalarca. Tek bir yaya ya da araç geçmedi. “Bilin bakalım hangi şehirdeyim, bu da manuel foursquare olsun!” gibi cümleler geçti aklımdan sosyal medyada paylaşmak için. Sonra birden durdum. Sosyal medyada ne paylaşsam diye yaşadığımı fark ettim. Onlar yokken de ne paylaşsam diye yaşıyordum zaten ama o zamanlar paylaştığım gerçek insanlar vardı. Sesimi duyurmaktan mutlu olduğum, görünce hazdan kudurduğum insanlar. Yıllarca bana gerçek duygular yaşatan gerçek insanlar. Biri şimdi iletişilen her şeyden çok uzaklarda. Diğeri daha yakın olsa da duygusal harakiri yapmış durumda. Bir başkası fare çemberinde dönmekte, ilgimi çekmiyor, gömdüm. Diğer ikisi birbirine âşık, bana kapalı. Sonuncusunun başına gelenler “bana kaderimin bir oyunu mu bu” dedirtecek cinsten, inanılmaz. Arada unuttuklarım da olsa gerek.

Bir arkadaşımın aniden beliren düğün tarihini inanmaz aklımdan çıkmasın diye telefonumun ajandasına kaydederken bir baktım, otomatik fatura ödeme talimatlarımla ilgili yapmam gereken bir işim var o güne. Bir yerden sonra birlikte büyüdüğüm arkadaşımın kendi ailesini kurmaya imza atacağı gün benim internet bankacılığında bir iki tıklık işim var. Ve eminim ki o güne dek hayatımda olabilecek en büyük değişiklik belki işlemleri yeni bir bilgisayar ile yapmak olacak.

İlk işyerime her gün mutlulukla inmiştim. Evimden bir kat aşağıda olduğundan, gitmiştim diyemiyorum. Sabahın 6’sında da uyusam 8’de buz gibi eve uyanıp donarak yüzümü yıkadıktan sonra titreyerek inerdim basamakları. Ama işte o gelir, gelmese de penceremden geçer heyecanı ile hiç somurtmadım işe gidiyorum diye. İkinci işime daha da hevesle gittim. Bu sefer herkesi görmek güzeldi. Upuzun sohbetler, işin karizması, paralel evrenin yasalarıyla parlayan üniformam ve beni çok seven insanlar. Bir yıl boyunca tek gün bile sabah kalkmak istemediğim olmadı. Akşam olsun da odama gideyim demedim. Heyecanım bir an bile azalmadı. Orada çalışmak, nefes almak muhteşemdi. Üçüncü işim ise soğuk. Benim için bile over-dose kapitalist. İki gün önceden rahatsız etmeye başlıyor işe gitme düşüncesi. Arada iyi insanlar gözüme çarpıyorsa da hiçbirine hasta olmadım henüz. Ama bolca iğrençlik var. Bolca can sıkan kural. Kendinden ödün vermeni, sisteme çark olmanı, win-win yapmanı isteyen akbaba çok. Üçüncü işimin olduğu binaya girdap olmuş akan paraların kütlesel anlamda yer değiştirdiği şey ise ruh. Yakında uzaydan görünmemizi sağlayacak radyoaktif ışımaların arasından mutluluğumuzun ve içlerimizdeki iyi niyetin kendini kurtarma çabası belki bir gün bir yerde görsel efektlerle anlatabileceğim şeyler ancak.

2-17 Nisan tarihleri arasında İstanbul Film Festivali var. Parasızlığımı bahane ederken fark ettim ki sorun 6mart. 6mart’a bir daha dokunmadan hiçbir şeyden zevk alamayacağım için o filmlere haksızlık etmek istemiyorum. Birkaç ay önce yiyip bayıldığım bir yemeği bugün yine yedim ve nefret ettim. Üç farklı yere şikâyet yazdım. Ne bu öfke! 6mart kim bilir neler yerken, nasıl zevk alacaktım ki. Şimdi nasıl uyuyacağım. Hah! İşte esas konuya geldim sonunda. “Sen yoksan her şey eksik, sen varsan her şey tamam.” İşte bu kadar. Ne kadar tanırsın derseniz, yok. Ne biliyordun derseniz, yok. Ne olacak derseniz, o hiç yok. Sadece umut var. Mutluluk bir hafta sürdü. Yeri boş. Umut ölmedi ama karamsarlık gölgeliyor. Hani eski filmlerde “bugün mahallenden geçtim” ya da “oturduğun binaya baktım, ışıkların sönük” derlerdi ya… Seninle aynı havayı alma isteğiyle uyanıyorum her güne 6mart. Ama burnumda bu şehrin boktan kalorifer dumanı var sadece. Dönebilirsen bana eğer, döneceğini biliyorum. Gününü de, saatini de. Tam olarak neyi özlediğimi bilmesem de özlüyorum. Umut ediyorum. Hayal kuruyorum. Ama tava yandı bir kere, öyle değil mi. İçinde pişirdiğimiz her şeyde o garip tattan olacak biraz. Yeni alınan şeylerin başına böyle kötü olaylar gelmemeli. Bugün planetaryumda yıldızlara bakarken düşündüğüm yaratan varsa eğer, böyle şeylere izin vermemeli. Beni madde ile doldururken, maneviyatımı çalmaktan vazgeçmeli.

Gözlerimi uykudan son açtığımda, ölümüne bir mutsuzluk vardı tavanda. Üzerime yıkıldı. Kahvaltı, Arzu, spor, internet, mastürbasyon, temizlenme, dizi, kitap, film, çay ve tekrar yün yorganın altına girmek şeklinde özetlenebilecek son günlerimden birini daha yaşamak istemedim. Kendimi komşu şehre attım. Hiç sevmediğim, nefret ettiğim. Küçümsediğim. Mahallenden geçmekti amacım. Yanına bile yaklaşamadım. Işığına bakmak istedim o Türk delikanlıları gibi. Yapamadım. Seni çok özledim. Tanıdığım kadarını. Bağladığım umutları. Anlamayan herkesten birkaç puan daha kırdım. Rehberdeki 400 isme baktım. Ne zaman bu kadar az kişi kaldım. Dönsen de hayal ettiğim gibi olmayacak hiçbir şey belki ama dönmen lazım. Çünkü ben bu kez, ilk defa lafa “Her şey yolunda!” diyerek başladım. “Eninde, sonunda, dersin elbet bir gün: Her şey yolunda!” cümlesine tutundum. İlk defa “oldu” dedim, “olacak” bile demeden. Ve işte neyse o beni sikmeyi seven güç, yine yaptı yapacağını.

Çay kutusunu açıp rahatlatıcı şeylere baktım. Maraş’ta satılmayan oğul otlu organik relax çaydan bir tane kaldığını gördüm. Çöpçü kafam içmeyip saklamamı söyledi ama ne zaman ve kimin için saklayacağım diyerek demledim. Huzuru bir poşet çayda arayacak kadar yalnız kaldığımın farkındayım.

19 Mart 2011 Cumartesi

CARRIE GÜNLÜKLERİ – CANDACE BUSHNELL


“Carrie Bradshaw daha fazlasını istediğini bilen bir küçük kasaba kızıydı…”

Hem edebiyat hem televizyon hem de sinema dünyasında başarılı olmuş ancak sonunda tıkanmış bir hikâyenin var olduğu evreni genişletmenin en iyi yolu -eğer bilim kurgu yapmadığınız için paralel gerçeklikleri anlatamıyor ya da zamanda yolculuk yapamıyorsanız- karakterlerinizin okuyucu ya da seyirci ile ilk tanışmalarından önceki hallerini anlatmaya başlamanızdır.

Dünyaca ünlü “Sex and the City” kitabının yazarı Candace Bushnell; “Carrie Günlükleri” ile tam olarak bunu yapıyor. 1998 yılında HBO için Darren Star tarafından beyazcama uyarlanan kitaptan 6 sezon 94 bölümlük bir dizi çıkmış, dizinin yazar-yönetmen kadrosundan Michael Patrick King ise son bölümden dört ve altı yıl sonra iki sinema uyarlamasına imza atmıştı.

Bu süreçte benzer türde kitaplar yazan ve belli bir kitleye ulaşsa da asla Sex and the City günleri kadar parlayamayan Candace Bushnell, geçtiğimiz yıl SATC’nin başkahramanı Carrie Bradshaw’un lisedeki son yılını anlatmaya giriştiği Carrie Günlükleri’ni yayınladı.

Birlikte büyüdüğünüz hatta yaşlandığınız, çok sevdiğiniz, hayatınıza etki etmiş bir karakterin lise yıllarıyla ilgili bilgi alma fikri gerçekten heyecan verici.
Öykü 1980 yılında geçiyor. Carrie’nin çok sevdiği New York’a iki saat mesafede yerleşik kasabasında şekillenen öykü; gençlerin ilk aşklarına, arkadaş mı önemli sevgili mi meselelerine, bekâret maceralarına, çağdaş bireyler olma yolunda hayatlarına giren ilk eşcinsel ile etkileşimlerine ve aile dertlerine değiniyor.

Carrie’nin daha önce ailesinden bahsettiği hiç görülmemiştir. Bu anlamda annesi Mimi ile ilgili bilgi almak, babasıyla, kız kardeşleri Missy ve Dorrit ile tanışmak okuyucuya haz veriyor. Moda ikonu olma yolunda ilk adımını görmek, yazarlık hevesinin izini sürmek, güçlü kişiliğinin şekillenişine şahit olmak paha biçilemez tatlar yaşatıyor. Ancak kitap SATC külliyatına ekleme bir bilgi gösterisi olarak kalmak da istemiyor. Bizi de lise yıllarımıza götürüyor. Günlük tutan bir insansak ne ala fakat tutmamışsak Bushnell; Carrie’nin günlüğü ile bize de lisedeki ilk aşkımızı, yıllar içinde kimlerden nelerden vazgeçemem sanırken arkamızda bıraktığımızı hatırlatıyor. Şimdiki işimizin lisede yaptıklarımız tarafından nasıl da şekillendiğini gösterip bundan sonrası için cesaret veriyor.

“Carrie Günlükleri”, Artemis yayınlarının sık sık üye kazandırdığı genç kızlara yönelik serinin herhangi bir parçası gibi algılanabilir. Kapağı, sloganları ve reklam çalışması bu yönde. Hâlbuki SATC’yi bilen ve Carrie’nin tüm hayatına vakıf olan kişiler için bambaşka bir işlevi var kitabın. Lisedeyken 10 yıl sonra nerede olacağınızı tüm ayrıntılarıyla bilme şansınız olsa ve yine de o yılları yaşıyor olsanız neler olurdu? “Carrie Günlükleri” bugününü çok iyi bildiğimiz bir kadının lise hayatını anlatarak aslında bizi geleceğe götürüyor. Şimdiki yaşamlarımızın şekillendireceği geleceklerimizle ilgili mucizevi pencereler açıyor.

Kitap son cümlesinde SATC hayranlarının kalplerinin daha hızlı atmasını sağlayacak bir yere bağlanıp bitiyor.

“Devamı Haziran 2011’de…”

Artemis Yayınları, 415 sayfa

18 Mart 2011 Cuma

TRON: LEGACY (2010) by JOSEPH KOSINSKI **-


“Tron Efsanesi” yönetmen Joseph Kosinski’nin ilk uzun metrajlı filmi. İlk denemesinde bu kadar büyük bir işin altına girmesi şaşırtıcı, çıkan sonuç ise alkışlanası. Ama bunu yalnızca filmin görsel yetkinliği açısından söylediğimi bilmelisiniz.

1982 yılında, henüz ortada doğru düzgün bilgisayar bile yokken Steven Lisberger bilgisayarların içinde geçen bir film çekti. Jeff Bridges’in başrolde olduğu Tron(1982) efsane olmayı ne kadar hak etse de, bir grup sinefil tarafından bilinen ve sevilen kült bir yapım olarak anılmaktan öteye gidemedi.

28 yıl sonra, yıllardır beklenen ve projelendirilmesine rağmen bir türlü gerçekleşmeyen devam filmi geldi Tron’un. Yine Jeff Bridges’in, üstelik teknoloji sayesinde 28 yıl önceki haliyle karşılıklı oynadığı Tron Efsanesi, Walt Disney’in başarılı pazarlama çalışması ile 171 milyon dolarlık bütçesine karşın tüm dünyada 397 milyon dolar hasılat ve en iyi ses kurgusu dalında Oscar adaylığı elde etti.

Tamamına yakını sanal ortamda geçen filmin diğer başrol oyuncusu 26 yaşındaki Garrett Hedlung, ilk önemli rolünde başarılı bir performans sergileyemiyor. House dizisinden “13” olarak tanıdığımız ve yakın zamanda Paul Haggis’in The Next Three Days(2010) filminde izlediğimiz Olivia Wilde ise üzerine düşeni layıkıyla yapıyor.

Film, bir Walt Disney projesi olmanın tüm gerekliliklerini yerine getiriyor. Çocuklar için sahip olunası oyuncaklar sunarken, büyüklere de aksiyon vaat ediyor. Ancak perdede gördüğümüz tüm detaylar özenli ve ilginç dursa da filmin aşırı uzun süresi bir yerden sonra sıkıntı vermeye başlıyor.

Filmin iki buluşundan biri olan “disk savaşı” her ne kadar fazla naif ve heyecansız olsa da motosiklet yarışı sahneleri muhteşem anlar sunuyor. Neredeyse Speed Racer(2008) kadar iyi.

"Tron Efsanesi" güçlü çatışmalar üzerine oturmuyor. Haddinden fazla ölü an içeriyor. Yine de yarattığı görsel dünya ve kendine has estetiği ile orijinal filmi merak ettirmesi açısından önemsenebilecek, 3D hayranlarını fazlasıyla tatmin edecek bir yapım var karşımızda.

Düşündürmeyen, heyecanlandırmayan, sadece durup güzelliğine bakmamızı isteyen bir film.

17 Mart 2011 Perşembe

11 AY ÖNCE, BUGÜN.

“Ben senden hep mahrum bu dünya telaşlarında, bir ömrü soldurdum sevdanın zindanlarında” diyen bir şarkı dinliyorum ama nerede! Farklı açılardan farklı şekillerde yorumlanabilir bir savaş ortamındayım. Hiç bu kadar yakın olmamıştım başkası olmaya. Bütün gücümle korumaya çalışıyorum ruhumu ama zor. Geç saatlerde birilerine takılıp ballı elmalar yiyorum bildiğim yolları arşınlamak yerine. Paralel bir evrendeyim. İnanmazsınız.

BEN BU SATIRLARI YAZARKEN DE, SİZ BU SATIRLARI OKURKEN DE…

Bazı tanıdıklarım şu anda…

Herkesin birbirine eziyet ettiği bir yerdeler.

Hak hukuk olmayan sistemdeler.

Problemli erkeklerin bütün duvarlara attırıp durduğu mastürbasyon cennetindeler.

El bebek gül bebek büyütülüp mecburen gönderildikleri, sürekli küfür ve dayak yedikleri cehennemdeler.

Voltajı ayarsız elektriği gidip gelen, sürekli kesilen pis suyuna tahlil yapılması yasaklanmış ishal kentindeler.

İletişim kurulamayan ufak beyinlerin yönetimindeki krallıktalar.

7 gün 24 saat çalışmak zorunda oldukları işçi kampındalar.

Tüm giderlerini ödedikleri ama kardan pay alamadıkları işyerindeler.

Barınmak gibi çok temel ihtiyaçlara dahi cevap veremeyen acizliğin içindeler.

Hepsi aynı yerdeler. Kalbim onlarla.

2011 MART TÜRKİYE VİZYON FİLMLERİ – 3.HAFTA

Mart ayının üçüncü haftasında üçü yerli yedi yeni film gösterime giriyor ülkemizde. Sayıca bolluk içinde yüzen ay için kalite anlamında aynı şeyi söylemek mümkün değil ne yazık ki. Farrelly kardeşlerin yeni komedisi Hall Pass bu hafta da duyurulmasına rağmen vizyona çıkamıyor mesela.

Paul Giamatti’nin oyunculuğundan güç alan ve ona Altın Küre ödülü getiren, makyaj dalında Oscar adaylığı kapan “Benim Hikâyem” bir ay gecikmeli olarak bu hafta izleyici karşısında. 30 milyon dolar bütçeli yapımın dünya genelindeki hasılatı 3,5 milyon dolarda kalmıştı.

Siyah Kuğu’nun ardından ilk kez izleyeceğimiz Natalie Portman’lı “Bağlanmak Yok” gerçekte bir Ashton Kutcher komedisi. Hala doymayanlar varsa.

“Çınar Ağacı”; “Büyük Adam Küçük Aşk”’ın yönetmeni Handan İpekçi’nin yeni filmi. BKM filmin desteği, sosyal medyada yürütülen yoğun kampanya ve reklam bombardımanı sayesinde belli bir izleyiciye ulaşması sürpriz olmayacaksa da filmin bayat ekmek kadar iştah açıcı olduğunu düşünüyorum.

“Yürügari İbram” isimli Bodrum filmi, yalnızca Bodrum’da tek kopyayla gösterime girecek.

“Press” haftanın en ilgi çekici yapımı. Ele aldığı konu, çekim sürecinin sancıları ve iddiası nedeniyle görülmeyi hak ediyor.

100 milyon dolar bütçeli “Dünya İstilası: Los Angeles” ise yüksek ses severler dışında kimseyi tatmin etmeyeceği aşikâr bir başka uzaylı istilası filmi. Bu kez çoğu denizde geçiyor, o kadar.

Neil Burger’in son filmi “Limit Yok” ise yönetmenin iki önceki filmi “Sihirbaz”’ı sevenleri ve Robert De Niro hayranlarını çekecektir.

BARNEY’S VERSION by richard j.lewis
NO STRINGS ATTACHED by ivan reitman 18.03
ÇINAR AĞACI by handan ipekçi 18.03
YÜRÜGARİ İBRAM by harun özakıncı 18.03
PRESS by sedat yılmaz 18.03
BATTLE: LOS ANGELES by jonathan liebesman 18.03
LIMITLESS by neil burger 18.03

PREDATORS (2010) by NIMROD ANTAL –


Predators filmi; büyük işler başarabileceğini düşündüren Avrupalı bir yönetmenin, Hollywood’un attığı yemin peşinde sürüklenip tükenişinin göstergesi olması açısından önemli.

Macar yönetmen Nimród Antal ilk filmi Kontroll(2003) ile büyük ümit vadetmişti. Anadilinde ve ülkesinde çektiği bu filmin ardından seri üretim Hollywood korku filmlerinden birinin başına getirilen Antal, ilk yarım saatinde bocalasa da dönemin alışkanlıklarını kısmen kırmayı başarmış ve Vacancy(2007) ile kötü denemeyecek bir sonuca ulaşmıştı.

Ardından ne olduğu belirsiz bir projeye imza attı. Matt Dillon, Jean Reno, Laurence Fishburne gibi isimlerin yanına dönemin popüler dizileri Prison Break ve Heroes’tan birkaç yüz yerleştiren yönetmen ancak video piyasasında ilgi çekebilecek Armored(2009) isimli filmi çekti. 20 milyon dolarlık bütçesini yaklaşık 2000 salonda gösterime girmesine rağmen çıkaramayan yapım film çöplüğündeki yerini aldı.

2010 yılında Nimród Antal, Robert Rodriguez ile iki işbirliği yaptı. Antal, Rodriguez’in Machete(2010) filminde ufak bir rol aldı. Rodriguez ise Antal’ın son ve en kötü filmi Predators’a yapımcı olarak destek verdi.

Azımsanmayacak bir hayran kitlesi olan serinin bu en yeni filmi, açılış haftasında kayda değer hasılat elde etse de kötü eleştiriler nedeniyle beklenenin epey altında tamamladı box office yolculuğunu. Film için söylenebilecek en kestirme cümle çok kötü olduğu.

Laurence Fishburne’nin sinemada iş bulamadığı için önüne gelen her projede oynamasını anlıyorum ancak Oscar’lı aktör Adrien Brody arka arkaya yanlış tercihler yaparak kariyerini mahvediyor. Predators onun da oynadığı en kötü film. Michelle Rodriguez için yazılmış duran rol de sanırım o bulunamayınca benzeyen başka bir aktrise gitmiş. Zaten Fishburne dâhil herkes çok kötü oynuyor.

Predators, ünlü televizyon dizisi Lost gibi başlıyor. Bu, yakın dönem hafızasında diziye bolca yer ayırmış birinin özlemli sözleri değil. Neredeyse bire bir kopyalanmış dizi. Uçakla birlikte değil de paraşütle düşen başkahramanın ormanda gözlerini açışı, ağaçların gösterildiği planlar, çekim ölçekleri, ormanda yürüyüş mizansenleri, yürüdükçe ortaya çıkan ilginç detaylar bire bir çalıntı. Hatta kahramanların bir tepede yan yana dizildikleri cepheden uzaktan çekim, Lost’un ünlü afişinin yeniden yaratılmışı.

Sinir bozucu bu durumu korkunç mizah anlayışıyla tadından yenmez hale sokan senaryo ilk saati bitirip Predator filmi olmaya karar verdiğinde ise ilk perdeye rahmet okutacak kadar –daha da fazla- kötüleşiyor. Adrien Brody’nin boşluğa bakıp attığı tiratlar müsamere seviyesinin de altında.

Filmdeki Yakuzanın kılıç dövüşü sahnesi, sinema tarihinin en kötü kılıçla dövüş sahnesi olmaya aday. Oyuncunun yüz ifadesi, vücut dili, koreografi, nerede duracağına bir türlü karar veremeyen kamera… Bu sahnenin filmde yer almasına izin verenler kör olmalı.

Kapalı alanda gaza maruz kalıp hayatlarını kurtarmaya çalışan ekibe bu sahnede “siz panik yapıp etrafta koşturun, biz kurguda bunu güzel gösteririz” dendiği fakat ham görüntülerin filme konduğundan şüphelenmekteyim. Projenin bütünü gibi bu sahne de bir şaka olmalı.

Kapanış jeneriğindeki müzik filmin tonuna o kadar uymuyor ki; Titanic batarken Lady Gaga sahneye fırlamış gibi hissediyorsunuz.

Son olarak filmin Türkiye’de satılan orijinal DVD’sindeki çeviri hatalarının affedilmeyecek seviyede olduğunu da söylemeliyim.

16 Mart 2011 Çarşamba

SPARTACUS: GODS OF THE ARENA (2011) **


Starz televizyonu; açık kapı bıraksa da başrol oyuncusunun sağlık problemleri nedeniyle devamını getiremediği ancak popüler olmayı başaran ilk orijinal dizisi olduğundan peşini de bırakmak istemediği Spartacus: Blood and Sand(2010) dizisine ‘prequel’ çekti.

Popüler internet siteleri IMDb ve TV.com’a göre Spartacus ismini taşısa da Spartacus karakterini içermeyen ve alt başlığı farklı olan bu dizi, ilkinden bağımsız bir yapım. Fakat “Blood and Sand”’in bittiği yerden başlayıp geriye dönüşle anlatılan hikâye, mini dizinin son bölümünde yine aynı yere bağlanıyor ve ana karakterlerin hepsi aynı rollerle yerli yerinde. Bu yüzden farklı bir dizi olarak değerlendirmektense ikinci sezon gelene dek seyirciyi oyalayacak bir sıfırıncı sezon ya da İngilizce terimiyle ‘prequel’ demek daha doğru olacaktır.

“Gods of the Arena” işe ilk sezonda nefret ettirdiği Batiatus ve eşini mağdur gösterip sevdirmeye çalışarak başlıyor. 13 bölüm boyunca ilk sezonun sevilen karakterlerine eziyet eden ve son kertede hak ettiklerini bulan çiftimizin daha mağdur zamanları bunlar. Bu sefer kötü adamlar Batiatus’un babası ve birkaç Romalı soylu.

“Gods of the Arena” elbette Spartacus karakterinden kalan boşluğa dokunuyor ve Gannicus’u ortaya koyup sevilecek bir kahramanı daha sıfırdan yaratmayı başarıyor. İlk sezonda olup şimdi olmayan bir diğer karakter ise Viva Bianca’nın oynadığı Ilithyia. Onun yerine Batiatus’un eşi Lucretia’nın (Lucy Lawless) konaktaki yoldaşı olarak planlanan isim ise Jaime Murray’ın hayat verdiği Gaia.

Söylemek istediğim, dizi ilk sezondaki şablonu bire bir uyguluyor. Olayların gelişimi, hikâyenin dallanıp budaklanması, tıkanması ve karakterlerin suyun yüzeyine çıkmak için buldukları-uyguladıkları çözümler bire bir aynı. Şaşırtacak, heyecanlandıracak hiçbir hamle yok.

6 bölümlük sıfırıncı sezonu izlemenin eğlenceli yanı ise birinci sezonda bahsedilen olayların gerçekleştiğini görmek.

Crixus’un Batiatus hanesine nasıl geldiği, Lucretia ile ilişkilerinin nasıl başladığı, nasıl yükselip Capua şampiyonu olduğu gibi olaylara şahit oluyor, Ashur’un bacağını neden yaraladığını öğreniyoruz. Barca’nın kuşlarını neden çok sevdiğini anlamlandırıyor, içine özgürlük tohumlarının nasıl ekildiğini izliyoruz. Oenomaus’un Doctore sıfatını kazanışını, karısının ölümünü görüyor ve şaraba tövbe etmesinin sebebini anlıyoruz. Lucretia’nın Naevia’nın bekâretine neden bu kadar önem verdiğini anlıyor ve ilk sezondaki ihanete verdiği tepkinin büyüklüğünün temellerini kazıyoruz. Genç Batiatus’un Solonius ile dost oldukları zamanlara denk geliyor ve aralarındaki husumetin büyümesini izliyoruz.

Kısacası Starz’ın daha önce defalarca kullanılsa da dizinin afişine yazmaktan gocunmadığı “Every Legend Has A Beginning” cümlesinin altını doldurmaya çalışıp, kendi efsanesini yaratma sürecine tanıklık ediyoruz.

“Gods of the Arena”, “Blood and Sand”’i izlemiş olanların; bazılarını saydığım onlarca detay sayesinde sıkılmadan izleyecekleri bir dizi. Tek başına ne kadar değerli olduğu tartışılabileceği gibi, iki sezonun toplamda ne ifade edebildiği de başka bir mevzu. Sadece, izleyecek başka şey bırakmamış yabancı dizi fanatiklerine tavsiye edebilirim.

SPARTACUS: BLOOD AND SAND (2010) eleştirisi için tıklayın.

11 Mart 2011 Cuma

2011 MART TÜRKİYE VİZYON FİLMLERİ – 2.HAFTA

Mart ayının ikinci haftasında dördü yerli altı yeni film vizyona giriyor. Daha önce duyurulmasına rağmen programda yer bulamayan filmlerden biri “Monsters” oldu. İngiliz görsel efekt dehası Gareth Edwards’ın ilk uzun metrajını nisan ayında vizyonda görebiliriz. Simon Wells’in “Mars Needs Moms” isimli 3D animasyonu ise süresiz olarak ertelendi.

“Bir Avuç Deniz”; haftanın burjuvalar arasında geçen aşk filmi kontenjanını dolduruyor. “Aşk Tesadüfleri Sever” ve “Ya Sonra”’nın ardından şansı iyice azalan yapım, reklamcı Leyla Yılmaz’ın çok para harcayıp çok özenerek hazırladığı ilk uzun metrajı. Umursanmayacaktır.

Derviş Zaim’in üçlemesini tamamladığı “Gölgeler ve Suretler” Kıbrıs sorununa değinen, haftanın en ilgi çekici filmi.

“Kolpaçino Bomba” ise Şafak Sezer’in yönetmenlik koltuğuna da oturduğu, en kötü anlamıyla proje bir yapım. Tam sayfa film ilanı görmeyeli uzun zaman olmuştu gazetelerde.

Ahmet Haluk Ünal’ın “Saklı Hayatlar” filmi Alevilere yönelik Çorum katliamı üzerine sözleri olan bir yapım. Yönetmenin ilk sinema filmi.

Bir hafta erken gösterime giren “Konferenz Der Tiere” Almanya’dan gelen, hayvanların dünyadaki su sorununa dikkat çekmeye çalıştıkları bir animasyon.

Türk dağıtımcıların seçtiği isim yüzünden haftalardır protesto edilen Lisa Cholodenko imzalı “The Kids Are All Right” bu hafta geniş gösterime çıkıyor. Hala görmediyseniz ve üzerinde “İki Kadın, Bir Erkek” yazan bir bilet almakla ilgili sıkıntılarınız yoksa 4 dalda Oscar adayı bu filmi perdede görebilirsiniz.

BİR AVUÇ DENİZ by leyla yılmaz 11.04
GÖLGELER VE SURETLER by derviş zaim 11.04
KOLPAÇİNO BOMBA by şafak sezer 11.04
SAKLI HAYATLAR by ahmet haluk ünal 11.04
KONFERENZ DER TIERE – ANIMALS UNITED by reinhard klooss, holger tappe
THE KIDS ARE ALL RIGHT by lisa cholodenko 11.04

9 Mart 2011 Çarşamba

THE WALKING DEAD – 1.SEZON (2010)


Frank Darabont ilk sinema filmi Shawshank Redemption - Esaretin Bedeli(1994) ile kimselere nasip olmayan bir başarıya ulaşmıştı. 7 dalda Oscar adayı olan film ödül alamasa da dünyanın en büyük sinema sitesi IMDb’nin kullanıcı oylarıyla oluşturulan “En İyi 250” listesinde en uzun süre 1 numarada kalmayı başaran film oldu.

İkinci uzun metrajı The Green Mile - Yeşil Yol(1999) ile benzer bir başarıya yaklaştıysa da bu film son 15 yılın en iyi filmlerini izlediğimiz 1999 yılında gösterime girdiğinden, önceki filmine nazaran sesini daha az duyurabildi.
Takip eden iki filmi The Majestic(2001) ve The Mist(2007) ise yönetmenin hayranlarını üzmüştü.

Üç yıldır kamera arkasına geçmeyen Darabont; her detayıyla ilgilendiği iddialı bir televizyon dizisi ile döndü. Söz konusu diziye iddialı dememizin sebebi, artık haklarında her şeyi bildiğimiz ve her türlü halleri defalarca sinemada karşımıza çıkmış zombilerle ilgili bir proje olması.

Yaşayan ölülerle ilgili yeni bir şey yapmaya çalışmak, söylenmemiş söz bulmak ve projenin ölü doğmasını engellemek için ciddi bir çaba sarf edilmesi gereği herkesin malumudur. En ince detaylarına kadar inilmiş, bütün kodları ameliyat edilmiş bu türe Frank Darabont’un nasıl yaklaştığı merak uyandırıcı en önemli unsur.

Mad Men ve Breaking Bad dizileriyle son dönemde yükselişe geçen “AMC” kanalında gösterilen The Walking Dead; Robert Kirkman, Tony Moore ve Charlie Adlard’ın aynı adlı grafik romanından uyarlandı. İlk iki bölümün senaryosu Frank Darabont imzası taşıyor. Senarist-yönetmenin her şeyini ortaya koyduğu, muhteşem repliklerle dolu incelikli bir başlangıç yapıyor böylece dizi.

Darabont’un Hollywood sistemi içinde ne kadar özel bir yeri olduğunu ve yeteneklerini yeniden hatırlatan bu iki bölümün ardından ortak yazarla çalıştığı üçüncü bölümde seviye düşüyor, dördüncü ve beşinci bölümü emanet ettiği senaristler ne yazık ki büyük kan kaybına neden oluyor ve finale yaptığı katkılar sayesinde dizi kötü hatırlanmaktan bir nebze olsun kurtuluyor.

Darabont’un bizzat yazdığı kısımlarla ilgili tek problemi ilk bölüme afili bir açılış yapma isteğiyle zamanda ileri geri gidiş yöntemine başvurmuş olması. Heyecanı artırma işlevi görse de yanlış tercih olduğunu düşündüğüm bu hamle dışında neredeyse kusursuz bir metne imza atmış. Keşke ekibin geri kalanı da onun kadar yetenekli olsaydı, belki de Lost’tan bu yana True Blood ile birlikte izlediğimiz en iyi yeni dizi olacaktı The Walking Dead.

Oyuncu kadrosunda ilk göze çarpan isim Prison Break’in çok sevdiğimiz Sara’sı Sarah Wayne Callies olsa da aktrisin ne kadar kötü bir oyuncu olduğunu, Sara karakteri dışında seyirciye vereceği hiçbir mimiği ya da jesti olmadığını üzülerek anlıyoruz. Başroldeki Andrew Lincoln elinden geleni yapsa da dizinin asıl yıldızı Jon Bernthal. 33 yaşındaki aktör göründüğü her sahnede parlıyor.

31 Ekim 2010’da dünya prömiyerini yapan altı bölümlük ilk sezonuna zombi külliyatı ile post-apokaliptik filmleri harmanlayarak başlayan, Lost’a benzer bir atmosferde devam edip 2001: A Space Odyssey(1968) dahil birçok filme gönderme yaparak nokta koyan dizinin devamının ne zaman geleceği henüz belli değil ancak o zamana kadar çeşitli kanallardan daha fazla kişinin keşfedip ikinci sezonda reytingleri artıracağına kesin gözüyle bakılıyor.

Dizinin ikinci sezonu ile ilgili yazdığım yazıya ulaşmak için tıklayın.

AMERICAN SPLENDOR


Bir iki espri etrafında dönen arkadaşlıklar var. Bu insanlar birbirlerini seviyorlar aslında, ikisi de iyi dost olunacak kişiler ama belki kişisel yoğunluklarından belki de hayatlarının hıncahınç insan dolu oluşundan kaynaklanan sebeplerle ilişkilerini derinleştiremiyorlar. Her karşılaştıklarında aynı birkaç espriyi birbirlerine yapıp deliler gibi kahkahalar atıyor, eğleniyorlar.

Karşılaşmadıkları zamanlar buluşma çabaları olmadığından ya da birlikteyken sadece ortak tanıdıklarıyla ilgili sıkıntıları yine esprili bir dille paylaştıklarından, yüzeysellik yerini koruyor.

Onlara en sık işyerlerinde rastlarsınız. Ortak iş yükünü sırtlanmadığınız çalışma arkadaşlarınızdandırlar.

Bu insanlar eğlencelidir. Bu insanlara güvenilir. Ama onlarla bir adım ileri gitmeye, özelleşmeye çalışmak elinizdekinden de olmanıza sebebiyet verebilir.

6 Mart 2011 Pazar

HER ŞEY YOLUNDA (aka THE KIDS ARE ALL RIGHT)

Ben koydum her şeyi –çok zorlandım- yoluna
Unutmak için seni düştüm kirli kuyuma
Ellerinden kurtuldum, bir de baktım yeni bir yol
O yol benim olsun
Yolum açık olsun


Feridun Düzağaç’ın FD7 albümünü 500’den fazla kez dinlediğime eminim. Şarkıların hepsini ezbere bildiğime de. Ama bugün birinin sözleri kafamda ilk kez yerini buldu. Kartonetine baktım, ismi “Devrik”. Bugüne kadar Feridun Düzağaç’ın “Devrik” isimli bir şarkısı var mı diye sorsalar ne derdim bilmiyorum gerçekten. Tüm albümlerini hatmetmiştim ama o şarkı işte sanki bugün gelip girdi elimdeki CD’ye. Bugün ilk kez dinledim sanki.

Eninde sonunda, dersin elbet bir gün ‘HER ŞEY YOLUNDA’

5 Mart 2011 Cumartesi

SPARTACUS: BLOOD AND SAND (2010) **


Zevk sahibi insanlar için üretildiği hiçbir zaman iddia edilemeyecek “Spartacus: Kan ve Kum” isimli dizi Amerikan paralı Starz kanalının orijinal yapımı. HBO, abc, Fox ve Showtime gibi örneklerinden alışık olduğumuz şekilde ücretli kanal olmanın verdiği rahatlığı sınırları kaldırmak için kullanan kanal, dünya çapında duyurmayı başardığı ilk projesi Spartacus dışında iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda dizisi olan ve çoğunlukla film gösteren bir yayın organı.

Dizinin yaratıcısı Steven S. DeKnight’ın ismini Angel, Smallville ve Dollhouse dizilerinde görmüştük. Oyuncu kadrosu ise genelde kasları ya da memeleri sayesinde oradalar. John Hannah dışında kadroda kayda değer isme rastlamıyoruz.

Üçer bölüm yöneten Rick Jacobson, Jesse Warn ve oyuncu Michael Hurst ile birer bölüm yöneten Grady Hall, Rowan Woods, Chris Martin-Jones ve Glenn Standring gibi isimlerin hiçbiri kariyerlerinde kayda değer başarıya ulaşmış isimler değil.

İki sezon 22 bölümlük HBO dizisi Rome(2005-2007) ve Zack Snyder imzalı sinema filmi 300(2006) kırması olarak tanımlanabilecek dizi; ikisinin de cüret etmediği yerlere dalıyor. Antik Roma’da kölelerin, halkın, sınıf atlamak isteyenlerin ve soyluların alışkanlıkları ile ahlak anlayışlarını arenaların etrafında gezinerek anlatan yapım; kolaylıkla porno olarak sınıflandırılabilir.

Her bölümü 50-60 dakika süren 13 bölümlük dizinin ilk bölümlerinin tamamına yakını mavi ekran teknolojisi ve bilgisayarda yaratılmış fonların önünde geçiyor.

Başvurulan abartılı kan efektleri ve animeler ile 300(2006) filmine öykünen estetiğinin altını dolduramayan senaryo; dizinin parlak bir başlangıç yapmasına izin vermiyor. Bir seks, bir şiddet sahnesi mantığıyla örülen kurgu; çoğu insan için ilk bölümün bile sonuna kadar beklememe sebebi olacak türden.

Seks ya da şiddet sahnesi görmekle problemi olmayan dizinin asıl hedef kitlesini dahi memnun etmesi zor görünen bu ilk bölümün zaafları oldukça fazla. Arka planın amaçlananın da ötesinde abartılı, bazen de ucuz duruşu, Gladiator(2000) filminin konusunu bire bir kopyalayacak hissi vermesi, romantizm yaratmak adına durmadan uçuşan sanal yapraklar, The Lord of the Rings(2001-2003) serisinden kopyalanmış kalabalık savaş sahneleri, iyice eskiyen görüntüyü yavaşlatıp hızlandırma numaralarının bol kullanımı… İlk filmini çeken yönetmenlerin hevesle filmlerine her şeyi koymaya çalışmaları ile ilk bölümden bütün kozlarını ortaya seren Türk dizileri tadında acemi tercihler bunlar.

Neyse ki; ilk bölümden sağlam çıkar ve yine de devamına şans verecek kadar alçakgönüllü davranırsanız yaratıcı ekip de size daha iyi davranmaya başlıyor. Dizi aşırılık ile saçmalamak arasındaki ibreyi aşırılığa yaklaştırmayı daha iyi beceriyor ve sonraki bölümlerde izlenebilir görüntüler çıkmaya başlıyor.

Ana öyküyü oluşturan intikam sürecinin sezonun sonunu getirmeye yetmeyeceğini fark eden senaristler sekizinci bölümden itibaren yan karakterlere ağırlık vermeye başlıyor. Dizi birden arenalardaki kan ve kumdan uzaklaşıp Spartacus karakterini daha sık kadraj dışı bırakarak kölelerin ve soyluların kendi aralarındaki entrikalara odaklanıyor. Bu saatten sonra saray dizisine dönen yapım bu tercihiyle bir grup izleyiciyi sıkarken başka bir grup için devamı daha merak edilesi bir şov oluyor.

13 bölüm boyunca izlediğimiz şiddet sahnelerinde heyecanlanmamızın, bakmaktan zevk almamızın, ağzından tükürükler saçarak “öldür” diye bağıran arenadaki cahil halktan farkımız olmamasının nedense altı hiç çizilmiyor.

Kopan kafa ve kol parçaları için tezahürat yapan o dönemin görgüsüz addedilmiş insanları ile şimdinin modern insanı arasında neredeyse hiç fark olmadığı gibi bariz alt metinlere yüz vermiyor senaristler. Tek yaptıkları bir sonraki “maçı” ayarlamak için bahane üretmek. Oysa artık araba kovalamacası içermeyen filmlerden sıkılan, kötü adamın öldüğünü görmeden rahat edemeyen 21.yüzyıl izleyicisi ile antik Roma insanı arasında fark yok. Daha fazla kan, daha fazla şiddet, daha fazla seks ve aşırılık istiyor izleyici. O zamanlar evlerinden çıkıp bir yere gidiyorlardı da, şimdi aynı şeyi ekran başında yaptıkları için daha mı iyiler yani?

Sezon finalinde muhtemelen en son Dogville(2003) filminin finalinde Lars von Trier’in yaşattığı cinsten bir katharsisi Aristoteles’in Poetika’sındaki anlamıyla yaşatıyor dizi bizlere.

Başrol oyuncusu Andy Whitfield’in sağlık problemleri nedeniyle devamına açık kapı bırakan finalini hiçe sayıp olayların öncesini anlatan “Spartacus: Gods of the Arena” isimli 6 bölümlük bir mini diziye imza attı Starz ancak 2012 yılında “Blood and Sand”’in kaldığı yerden devam etmesi bekleniyor.

SPARTACUS: GODS OF THE ARENA (2011) eleştirisi için tıklayın.

2011 MART TÜRKİYE VİZYON FİLMLERİ – 1.HAFTA

Ülkemizde mart ayında gösterime girmesi planlanan 28 film var. Bunlardan 10 tanesi yerli. Dört cuma içeren bir ay için oldukça yüksek rakamlar bunlar. Yine de ülkemizde faaliyet gösteren şirketlerin tutarsızlığı nedeniyle rakamlar değişecektir.

İlk hafta yedi film gösterime giriyor. Bunlardan ilki iddialı bir animasyon. Pirates of the Caribbean serisinin yönetmeni Gore Verbinski; Star Wars’ın yaratıcısı George Lucas’ın başarılı görsel efekt şirketi Industrial Light & Magic imzalı ilk animasyonun yönetmenliğini üstlenmiş. Post-modern western olarak tanıtılan “Rango” yaratıcı ekibi nedeniyle ilgiye değer.

Murat Saraçoğlu yönetmenliğindeki 72.Koğuş Orhan Kemal’in ünlü eserinin yeni sinema uyarlaması. Ortalama bir ilgi göreceğinden dahi şüpheliyim.

“Quirij-Kir” Yusuf Çetin’in yazıp yönetip oynadığı, ülkemizdeki koruculuk sistemi üzerine sözleri olan yerli bir yapım.

Step Up 3D; serinin üçüncü filmi. Danstan başka hiçbir şey içermeyen dans filmi izlemek isteyenlere.

“The Adjustment Bureau - Kader Ajanları” yeni bir Philip K. Dick uyarlaması.

“The Silent Army – Vahşetin Çocukları” 2008 Hollanda yapımı, gösterildiği hiçbir yerde ses getirmemiş, ülkemizde de yalnız İstanbul’da üç kopyayla gösterime sokulan bir film. Vizyona çıkmayı aylarca bekleyen önemli yapımlara hakaret gibi bir karar.

“Winter’s Bone – Gerçeğin Parçaları” ise törenden önce vizyonda izleyemediğimiz, dört dalda Oscar adayı olup hiçbirini alamamış bir yapım.

RANGO by gore verbinski 04.03
72.KOĞUŞ by murat saraçoğlu 04.03
QİRİJ by yusuf çetin 04.13
STEP UP 3D by jon chu 04.03
THE ADJUSTMENT BUREAU by george nolfi 04.03
THE SILENT ARMY by jean van de velde 04.03
WINTER’S BONE by debra granik 04.03

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...