30 Nisan 2010 Cuma

THE PRINCESS AND THE FROG (2009) by RON CLEMENTS-JOHN MUSKER **


Oscar töreninde Disney stüdyolarına Pixar desteği olmadan üç adaylık getiren modern Kurbağa Prens uyarlaması; The Great Mouse Detective(1986), The Little Mermaid(1989), Aladdin(1992), Hercules(1997) ve Treasure Planet(2002) yapımlarında da birlikte çalışan yönetmen ikilisinin yeni filmi. Ancak bu isimler sizi yanılmasın çünkü karşımızdaki iş oldukça zayıf.
Klasik hikâyeyi masal, kendilerini gerçek addeden filmin kahramanları; masaldakine benzer bir durumla karşı karşıya kalıyorlar. En büyük fark başkarakterlerin siyahî olması gibi görünse de, bütün filmi kurbağa olarak geçirdiklerinden, tenlerinin rengi pek önemli olmuyor. İkinci radikal karar sevimli bir Disney karakterinin filmin sonunda ölüyor olması. Elbette çocuklar etkilenmesin diye bu durum mümkün olduğunca toz pembe gösterilmeye çalışılmış ama yine de bu tercih takdir edilesi. Bunun dışında filmin tek artısı üç boyutlu animasyon değil sevenleri için eski usul bir çizgi film olması. Başka da ele gelir yanı yok. Onlarca yıllık Disney tarihinin çizgi karakterlerinden ezberlediğimiz cılkı çıkmış yüz ifadelerini, vücut dilini, benzer sözleri kullanan şarkıları ve optimizmi yeniden ısıtan sıradan bir animasyon. Klasik öyküye modern yorum getirmeye çalışan küf kokulu bir uyarlama.

29 Nisan 2010 Perşembe

THE COVE (2009) by LOUIE PSIHOYOS ****


Japonya’da yaşanan yunus katliamını anlatmaktan öte buna son vermek için çabalayan, olayları belgelemek bir yana olay çıkaran, aktivizm ne demek, bir aktivist ne yapar gösteren-öğreten, sadece geçtiğimiz yılın değil tüm zamanların en iyi belgesellerinden biri Koy. Bu iyi olma durumunu belgeselcilik yetilerinden ya da anlattığı olayların çarpıcılığından çok, ruhundan ve ekibinin inancından alıyor. Elbette yılda 23000 yunusun katledildiği Taiji ilginç ve ele alınması gereken bir konu fakat en ön sıralarda olmadığı aşikâr. Filmin motivasyonu da tam olarak bu. “Eğer bunu durduramazsak, eğer bunu düzeltemezsek, daha büyük meseleleri unutun gitsin.”
Belgeselde bir yunusun doğru şekilde kullanıldığında yılda bir milyon dolar gelir getirmesi ya da yüksek doz cıva içerdiğinden yenmesi çok tehlikeli olmasına rağmen öğrencilerin öğle yemeği menülerinde standart olarak yunus eti yer alması gibi çarpıcı bilgiler veren kişi; 1964 tarihli Flipper dizisindeki yunusların eğitimcisi, şovun beyni Ric O’Barry. O’Barry’nin Flipper’ı canlandıran beş yunustan biri olan Cathy’i kaybetmesinin ardından yaşadığı pişmanlık ve kazandığı doğa bilinci ile yola çıkmasını ve dünyanın en çok balık avlayan-katleden ülkesi Japonya’nın gizli kapaklı işler çevirdiği Taiji bölgesindeki ölüm koyunu anlatan yapım; olaylara oldukça duygusal yaklaşıyor. Sinema için üretilen tüm Amerikan belgeselleri gibi üst düzey teknik beceri, heyecanı artıracak müzikler ve çarpıcı istatistiklerle desteklenen yapım; bunlara sırtını yaslayan analitik bir iş olmak yerine insanların yunusları sevmesini sağlayıp, koruma güdüsü oluşturmaya çabalıyor.
Film; gördüğüm en yaratıcı eylemlerden biriyle biterken, ekibin bu süreçte görevden aldırmayı başardığı kişileri gösterip “başarabiliriz” mesajını gerçekleyen, sms, telefon numarası, web adresi vererek sizi de davalarına davacı olmaya çağıran filmi izledikten sonra unutup günlük işlerinize dönmeniz zor görünüyor.

28 Nisan 2010 Çarşamba

UN PROPHETE (2009) by JACQUES AUDIARD ***


Fransa’nın en prestijli sinema ödülü Cesar’a 13 dalda aday olup 9’unu toplayan Yeraltı Peygamberi; Lumiere, London Film Festival, European Film Awards, BAFTA ve Cannes’da da ödüllendirilip okyanus ötesinden Altın Küre adaylığı aldı. Fransa adına Oscar için yarışıp ilk beşe kaldı ancak ödülü kaptırdı.
Dünya çapında böylesi takdir görmüş, ülkemizde de !f İstanbul 2010 kapsamında gösterilen film, altı yıla yayılan bir hapishane öyküsü anlatıyor.
Polis döven başkarakterinin on sekiz yaşını doldurması ile ıslahevinden büyükler ligine transferini göstererek başlıyor yapım ve Korsika mafyasının cinayet işlettirdiği Arap Malik’in yaşamaya başladığı değişimi anlatıyor. Yan karakterler ve ufak hikâyeler sunarken, ana iskeletini sadece Malik’in fiziksel varlığıyla bir tutan film, oldukça uzun süresini inandırıcılığın peşinde harcıyor.
Basit sayılabilecek bir sebepten içeri girip burada ister istemez suçun yollarını keşfeden, doğru adımlar attığı için de yükselen Malik neredeyse sürekli kazanıyor. “40 gün 40 gece” ve kıyafet göndermeleri ile başlayıp “geleceği görme” durumuyla başka bir suçlunun “Peygamber” lakabı takmasına varan Malik’in yükseliş şovu güçlü bir sinema ile aktarılsa da nafile bir çaba gibi duruyor. Pörsümüş bir malzemeyi alıp başarılı görsel fikirler, iyi oyunculuklar ve sabırlı bir anlatımla birleştiren yönetmen her karesinden iddiası okunan filmiyle ne yazık ki bir yere varamıyor. Film, son dönemde iyice sinir bozmaya başlayan bu senaryo yazımındaki çıkışsızlık durumuna yeni bir örnek olmakla kalıyor.
Acele etmeden ve başarılı cümleler kurarak hikâye örmek elbette senaryo yazımı için olmazsa olmaz fakat anlatacak bir şeyiniz yoksa bence kimseyi boşa yormamalısınız.

23 Nisan 2010 Cuma

NEW YORK, I LOVE YOU (2009) by JIANG WEN-MIRA NAIR-SHUNJI IWAI-YVAN ATTAL-BRETT RATNER-ALLEN HUGHES-SHEKHAR KAPUR-NATALIE PORTMAN-FATİH AKIN... **-


Bu tarz toplamalarda taze ve çürük meyveler aynı sepette sunulduğundan, midemizi bozan ısırıklar bütün hakkında olumsuz kararlar vermemize neden olur. Buradan yola çıkarak herhangi bir kaynaktan ulaşmanız zor görünen bir mini rehber hazırladım.
Hayden Christensen ve Andy Garcia’nın rol aldığı Jiang Wen yönetimindeki bölüm, iki hırsızın bir kadın ve daha ufak şeyler üzerine abartılı tesadüflerle dolu aşık atmaları üzerine kurulu. Ne inandırıcı, ne de yeni.
Natalie Portman ve Irrfan Khan’lı Mira Nair kısmı, başarılı yönetmenin çok şeyi ve genelde aynı şeyleri anlatma ısrarının (ki kesinlikle şikâyetçi değiliz ama) başarısız bir denemesi.
Japon yönetmen Shunjı Iwaı’ye teslim edilen Orlando Bloom ve Christina Ricci’li kısım, New York ruhuna yakışır kısa bir aşk hikâyesi sunuyor.
Yvan Attal’ın başarıyla kotardığı Maggie Q, Ethan Hawke, Chris Cooper ve Robin Wright Penn’li kısa film, kadrosundaki tüm isimlerin hakkın veren bir cadde öyküsü.
Bu isimlerin arasında nasıl yer aldığı büyük soru işareti olan Brett Ratner, önemli oyuncularla çalışmamış olmasına rağmen çoğu öncülünden daha akılda kalıcı bir mezuniyet gecesi yaratıyor.
New York’un karizmasını iletme görevini üstlendiği belli olan Allen Hughes, favori aktrislerimden Drea De Matteo ve Bradley Cooper’ı görüntülediği çalışmasıyla, From Hell(2001)’in tesadüf olmadığını kanıtlıyor.
New York, I Love You’nun en özel parçası şüphesiz merhum usta Anthony Minghella’nın yazıp Elizabeth(1998) ve Elizabeth: The Golden Age(2007) ile adını duyuran Shekhar Kapur’un yönettiği Hotel Suite. Kapur’un çerçevelerinin plastik-estetik ustalığını, her daim objelerin arkasına yerleştirdiği kamerasını özlediğimizi hatırlatan bu parça da toplamanın geneline sinen abartı hastalığından muzdarip olmasa paha biçilemeyebilirdi. Shia LaBeouf’un varlığı nedeniyle de hasar alan kısa film, Julie Christie’nin pozitif varlığı gibi denge bozucularla bir yükseliyor bir alçalıyor. Ne beğenebiliyorsunuz sonunda, ne beğenemiyor.
Natalie Portman’ın 2008 tarihli Eve’nin ardından ikinci kez kamera arkasına geçtiği parçalanmış aile konulu kısa film, tek cümleyle ırkçılığa da değinmeye çalışıyor, temiz ve güvenli sularda yüzüp tamamlanıyor.
Fatih Akın’ın Uğur Yücel’i oynatmamış da olsa her karesinden imzası okunan kısa filmi; diğer bölümlerin düştüğü tuzağa düşüp, vurucu olma yolunda vuruluyor. Yine de dokunaklı ve Uğur Yücel’in yıllardır yumuşak görünmemek adına üzerinden çıkarmadığı ifadeleri soymasıyla önemli.
Joshua Marston’un 63 yıldır evli örnek bir çifti idealize ettiği bölüm, standart dozda, yaşlanmaktan ve evlenmekten korkmayın aşısı.
Bölümler arasında bağ kurma görevini üstlenen görsel efekt süpervizörü Randall Balsmeyer’in ise üzerine düşeni yapabildiğini inkar edemeyiz.
Like “Paris, je t’aime”, “New York, I Love You” is officially part of the Cities of Love franchise. Coming next: “Shanghai, I Love You” cümleleriyle bitiyor film. Paris, Seni Seviyorum (2006) filminden fersah fersah başarılı ancak bir bölüm Sex and the City(1998) izlemek New York’u daha fazla sevmenizi sağlayabilir.

21 Nisan 2010 Çarşamba

FANTASTIC MR.FOX (2009) by WES ANDERSON ***


Takip edilesi sinemacı Wes Anderson’un altıncı uzun metraj filmi Fantastic Mr.Fox, bu yıl en iyi animasyon ve orijinal film müziği dallarında Oscar’a aday gösterilmişti. İlk animasyon denemesinde Charlie and the Chocolate Factory’nin de yazarı Roald Dahl’ın ünlü kitabını uyarlamayı seçen Anderson, seslendirme kadrosunu A sınıfı oyunculardan kurmuş, özellikle George Clooney’in Mr.Fox seslendirmesi filmi bir gömlek yukarı taşımış. Film hakkında söylenebilecek en konsantre cümle, oldukça eğlenceli olduğu.
Pixar’ın seri üretime geçtiği son yıllarda aklınız hesapsız animasyonlarda kaldıysa görün.

19 Nisan 2010 Pazartesi

SHUTTER ISLAND (2010) by MARTIN SCORSESE **


Martin Scorsese yaş aldıkça üretime devam edip, kendi ününe ve karizmasına ihanet eden, sahneden ne zaman müsaade istemesi gerektiğini bilmeyen sanatçılardan. Sinema tarihine en az üç başyapıt kazandırmasına rağmen 10 yıldır vasat işlerle karşımıza gelen ve bu süre zarfında yeniden çevrim The Departed (2006) ile “sırası geldi Oscar’ı” alan yönetmen, bu kez Hollywood için her daim popüler ama klişe, kendi içinse yeni sayılabilecek bir türde ürün veriyor.
90’ların bitişinden itibaren bolca izlemek zorunda kaldığımız, şimdilerde aralıkları seyrekleşen “şizofreniden muzdarip başkarakterin gözünden izlediklerinizin doğrusu aslında böyleydi” sonlu filmlerden biri ne yazık ki Zindan Adası. Fight Club(1999), The Sixth Sense(1999), The Others(2001), Mulholland Dr.(2001), A Beautiful Mind(2001), A la folie… pas du tout(2002) gibi filmlerde alası yapılan yapı bozumuna son saniyesine dek yüz vermeyecekmiş gibi duran ancak bu bayat numarayı baştan beri kozmuş gibi kullandığı ortaya çıkan senaryo, huzurlarımızdan ayrılırken yaşattığı bütün hazları da hafızamızda kötü anılara çeviriyor. Martin Scorsese yukarıda saydığımız filmlerden habersizmişçesine başına geçtiği projeyi olağanüstü şekilde filme aktarmış olsaydı dahi senaryonun bildik sonu nedeniyle itibar görmesi mümkün olmayan bir film bu.
Hızlı kurgusu ve heyecan verici müziğiyle başlarda geren, öykü ilerledikçe gerçeğin sınırları muğlâklaşıp temposu ile ilgi çekiciliği ters orantıyla giden, A sınıfı oyuncuları ve yönetmeninin adıyla beklentiyi yüksek tutmamıza neden olan Zindan Adası 12 yıl önce karşımıza çıksa başarısız görsel efektlerini yok sayıp filme tapabilirdik. Ancak bu hali ve zamanlamasıyla Hollywood’un seri üretimini yaptığı sürpriz son vaatli gerilim filmleri arasına, klasik Amerikan sineması kodlarıyla işlenmiş düzeyli ancak gereksiz bir örnek olarak adını yazdırmaktan öteye gidemiyor.
Filmin bini bir para gerilimlerden farkını anlamak için Teddy’nun çocuklarının cesetlerini gölden topladığı sahneyi görmek yeterli. Kurgu masasında film yapan yeni nesil şekilci yönetmenlerin klip estetiğiyle bol kesme ve filtre kullanarak yüksek müzik altında sunması muhtemel bu sahne, Scorsese’nin elinde gözünü kırpmayan ve uzun tutulmuş yapısıyla sinemasal tatlara odaklanıyor, hepsi bu.

18 Nisan 2010 Pazar

MİNE VAGANTİ (2010) by FERZAN ÖZPETEK ***


Ferzan Özpetek Türkiye galasını Gaziantep’te yaptığı sekizinci filmi Serseri Mayınlar’da komediyi deniyor ve onu uluslararası arenada ün sahibi yapan eşcinsellik temalı filmlerindeki dram dozunu azaltıp, işlere daha eğlenceli bir gözle bakmaya çalışıyor.
İkinci el estetik bir açılış yaptığı yeni filminin ilk yarısını “yemekte ailesine eşcinsel olduğunu açıklamak üzere olan genç, abisinin kendinden önce aynı itirafta bulunması üzerine zor durumda kalır” cümlesini görselleştirmeye ayıran yönetmen, sürenin kalanını gencin şehirli gay arkadaşlarının taşrada cinsel kimliklerini saklamaya çalışırken düştükleri durumlar üzerinden ucuz efeminen davranış komedisi yaparak geçiriyor. Tek cümlelik yan karakterler ve klişe aile fertleri arasında sadece süreyi uzatmak adına dolaşıyormuş gibi görünen kamera neyse ki görsel gücünü hiçbir sahnede yitirmiyor.
Açılıştan itibaren izleyici ya da üretici, filme dâhil herkes adına vakit kaybı olan yapım, Ferzan Özpetek’in en boş ve gereksiz filmi olarak perdede akıyor ancak iyi tasarlanmış final sayesinde yine de salondan mutlu ayrılıyoruz. İlk sahnenin güzelliğine rağmen gereksizliğini ve en azından yan karakterlerden birinin fazlalık hikâyesini kurtaran bu görkemli son, keşke karşımıza kısa film olarak çıksaydı diye hayıflanıyoruz. Etkisini azaltmamak için detaylandırmak istemediğim final fikri ve kusursuz uygulanışı sanki bütün film bu son için yapılmış dedirtiyor.
Ferzan Özpetek’in hayattayken cinsel kimliğini açıklayamadığı babasına ithaf ettiği ve az çok bu “aileye açılma” konusu etrafında dönen yeni filmi elbette yönetmen için kişisel anlamlarla yüklü, belki de ruhunu sıkan yaşanmamışlığı içinde çözmesi adına rehabilite edici bir araç fakat hala büyük işler beklediğimiz Özpetek için “başyapıtı Le fate ignoranti(2001) idi, üzerine çıkması da zor” hissi uyandırıyor.

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...