30 Kasım 2010 Salı
SAW 3D (2010) by KEVIN GREUTERT **
Modaya uyup 3D çekilen yeni ve son Testere filmi; Testere VI’nın yönetmeni Kevin Greutert imzasıyla seriyi noktalıyor. Hepten karabasana dönüşen, akılda kalıcılığı oldukça düşük kahramanlarıyla ilgili her şeyi hatırladığımızı varsayıp önceki filmin kaldığı saniyeden devam eden devam filmleriyle takibi zor ve sıkıcı bir seriye dönüşen Testere; son parçasında nispeten temiz bir işle karşımıza geliyor.
Filmin gerçekten üç boyutlu sayılabilecek tek parçası olan jeneriğinin öncesinde ve sonrasında Testere hayranları tarafından yazılıp yönetilmiş gibi duran ana hikâyeden ve bu filmden tamamen ayrı birkaç oyun-dehşet sahnesi izliyoruz.
Sonrasında; eski filmlerin yaptığı hataya düşecek gibi görünüp bilmem kaçıncı filmden bir sahnenin devamındaki bir dakikalık durumu gösteren yapım, tam kopacağınız anda yeni ve 60 dakikalık bir oyuna başlıyor.
Jigsaw’dan kurtulduğunu iddia edip bu deneyimin kendine nasıl iyi geldiği üzerine bir kitap yazan, televizyon programlarına çıkan sahte umut taciri Bobby’nin; kandırdığı karısı, şeytani avukatı, basın sözcüsü ve en iyi arkadaşı ile yalandan anlattığı bu deneyimi gerçekten yaşamak zorunda kaldığı filmde akan ikinci hikâye ise Jigsaw’un dul eşi ile mirasını sürdüren Hoffman arasındaki intikam davası. Bu çerçevede takibi oldukça kolay, üç boyutlu gözlükler ardında hepten karanlığa gömülmesin diye bariz parlak çekilmiş ve artık devamı gelmeyecek hissi nedeniyle esneyerek değil de hafiften ilgiyle izlenen bir film var karşımızda.
Oyunlar aşağı yukarı aynı, motivasyon düşük ve oldukça başarılı-orijinal ilk filme göndermelerle dolu son yirmi dakikası da zorlama ve anlamsız.
21 Kasım 2010 Pazar
IRON MAN 2 (2010) by JON FAVREAU *
2008 yılında, çizgi roman uyarlaması bolluğunda, kimilerince taze bir nefes olarak görülüp baş tacı edilen ilk Iron Man filmi; hak ettiğinden fazla kredilendirilmiş, çok iyi gişe yapmış ve iki dalda Oscar adayı olmuştu. Devamının gelmesi için fazlasıyla sebep teşkil eden bu unsurlar sonucu iki yılın ardından Iron Man 2 gösterime girdi. İlkinden daha büyük bir bütçe ile çekilen ve Sam Rockwell, Gwyneth Paltrow, Mickey Rourke, Samuel L. Jackson, Scarlett Johansson ve sesiyle de olsa Paul Bettany gibi yıldızları bir araya getiren yapım devasa reklam kampanyalarının da etkisiyle gişeden istediğini alıp üçüncü filmi garantiledi ancak filmi beğenenlerin sayısı oldukça azda kaldı.
Baştan sona Spider Man 2(2004) filmini kendine örnek alan ve aksiyonu ıskalama pahasına karakterini derinleştirme çabasına giren film ne yazık ki klişelerden klişe beğeniyor.
Tony Stark’ın sınırsız kaynak ile son derece gelişmiş tesislerde ürettiği güç kaynağını Moskova’daki evinde demir çubuklarla yapabilen ilk düşman Ivan Vanko’nun ikinci sınıf intikam öyküsü ile açılış yapıyor film. Hemen ardından gelen abartılı ve içi boş Stark Expro fuarı keynote sahnesi aslında filmin özeti. Gösterişli, büyük ve boş. İşe yeni başlayan fettan stajyer Scarlett Johansson’un gizli ajan çıkmasına şaşıracak haldeyseniz finalde kızımızın Resident Evil(2002)’den Milla Jovovich takliti ile de eğlenebilirsiniz.
Seyirciyi cezbedebilme ihtimali olan ilk aksiyon sahnesinin gelmesi bu tarz filmlerden beklenmeyecek kadar geciktiği ve 30 dakika süren bu gelişin kısa sürede hayal kırıklığı yaratarak bitişinin ardından bir saati aşkın süre boyunca ikinci aksiyon sahnesi gelmiyor. Aradaki “boşluklarda” ise Demir Adam’ın alkol problemini, yalnızlığını, baba problemlerini, uydurma icatlarını izlerken; zehirleniyor diye üzülmeye çalışıyoruz.
Yine ikinci Örümcek Adam filminden yola çıkarak birden fazla düşman bulalım, bunlardan biri de Venom gibi olsun diye düşündüklerinden midir bilmem, Demir Adam’ın en yakın arkadaşlarından birine ikinci kostümü çaldırıp kahramanımızla savaştırıyor senaristler. Artık ne kadar derinlik bulabilirseniz, sizin başarınız.
Filmin yüksek teknolojik kahramanının bir düğmeye basarak saldığı ışınla onlarca dev robotu ortadan ikiye kesme gibi özellikleri olduğundan, filmin herhangi bir yerinde heyecanlanmamız mümkün olmuyor. Kimin kazanacağı her daim belli. Terminatörlerin kavgasına öykünen sahnede bile.
Bu ruhsuz filmin sonuna eklenen Spidey-Mary Jane öpüşmesi de en fazla yerinizden kaykılmanızı sağlayacak güçte.
SON 30 GÜN
Askerliğimin bitmesine otuz gün kaldı.
Samsun Sahra Sıhhiye Okulu’nda başlayan eğitimim, Isparta Eğirdir Dağ Komando Okulu’nda aldığım İç Güvenlik Kursu ile devam etti ve 2.Komando Tugayı İkizce yerleşkesinde 4.Komando Taburu Sıhhiye Takım Komutanı olarak Cudi ile Gabar dağları arasında görev yaptım. Derken talih yüzüme güldü ve geri kalan yedi ayı Bolu garnizonunda geçirdim. 2.Komando Tugayı Bolu Kışlası’nın, Bolu Jandarma Alayı’nın, İlçe jandarma karakollarının, Bolu Askerlik Şubesi’nin ve asker ailelerinin tek doktoru olarak aylarca gece gündüz çalıştım. Asteğmen olmama rağmen verilen bu büyük yükün altından da mükemmel bir şekilde kalktım. Her sabah erkenden başlayıp öğlene kadar asker eşlerine, çocuklarına, Bolu dışında görev yapıp o gün için burada bulunan askerlere, son askerlik yoklamaları için sivillere, Askeri Gazino Müdürlüğü ve Askeri İnzibat Komutanlığı askerlerine sağlık hizmeti verdim. Bittiği anda kendi imkânlarımla Tugay Revirine gidip beş dakikalık yemeğin ardından sabahtan beri kuyruk olmuş rütbeli personele, sivil memura ve sabahtan adını yazdırmış günlük yüzün üzerinde askere baktım. Cezaevi giriş ve çıkışlarına, kavgalara, “askerde dayağa” adli raporlar tuttum. İki ayda bir gelen asker sevkiyatı sırasında bütün bu işlerin yanında beş iş günü içinde 700 küsur yeni er-erbaşın altışar noktadan kalp ve akciğerlerini dinleyip detaylı özgeçmiş ve soy geçmiş sorgulamalarını yaparak spor yapar-yapamaz raporu verdim.
Mesai kavramım olmasa da işim bittiğinde –ki herkesten sonra demek oluyor- odama gidip bayılır tarzda uydum. İlk telefon gelene kadar. Ertesi sabah güneş doğup revirlerden birine gidene kadar da telefonla iki ayrı revire gelen hastalara bakmaya devam ettim. İki telefon arasında uyudum. Evlere iğneye gitmediğim mi kaldı, intikale çıkmadığım mı. İlkyardım kursları verdim, her çağırana koştum, ambulans görevleri yaptım, özel gezilerinde yanlarına doktor isteyen kaprisli hanımlara eşlik ettim. Bütün bunları tek başıma, bütün sorumluluğu üzerime alarak, üç kaşemin bütün gün yüzlerce kâğıda basılmasına izin verip durarak yaptım. Aldığım sorumluluk inanılmazdı. Ama sevdim. Bu gücü, bana duyulan güveni ve başarabilmeyi sevdim. Aksatmamayı. Kimseyi bekletmemeyi başarmayı ve sonuç almayı. Mesleğimi bile daha çok sevdirdi bana askerlik.
Komutan olmak için doğduğumu anladım.
Hem şefkatli hem despot, bazılarınca tapılan bazılarınca nefret edilen ama illa ki saygı duyulan, el üstünde tutulan ve birçoklarının deyimiyle “Tugayın en kilit adamı” oldum. Bu rütbedeki tek insan benmişim gibi rütbemin kısaltması ismim oldu. “Asteg” denince tek akla gelen ve en çok ürkülen komutan oldum. Albaylara yapılmayan muameleler gördüm, kıçım yalandı da yalandı. İstirahat verme yetkim, dört ay süren çarşıya çıkma yasağında erlerin kapının önünü görmelerinin tek yolunun benim hastane sevkim olması, sivil hastanelerde yazılan istirahatlerin benim onayım olmadan geçersiz sayılması ve hatta lojmanlarda ve kışlada kaloriferlerin planlı tarihten erken yanmasının tek yolunun benim imzam olması gibi yetkilerin getirdiği güç ve insanların bundan faydalanma çabaları işleri karıştırdı durdu.
Ama güzeldi. Hem de çok.
Samsun Sahra Sıhhiye Okulu’nda başlayan eğitimim, Isparta Eğirdir Dağ Komando Okulu’nda aldığım İç Güvenlik Kursu ile devam etti ve 2.Komando Tugayı İkizce yerleşkesinde 4.Komando Taburu Sıhhiye Takım Komutanı olarak Cudi ile Gabar dağları arasında görev yaptım. Derken talih yüzüme güldü ve geri kalan yedi ayı Bolu garnizonunda geçirdim. 2.Komando Tugayı Bolu Kışlası’nın, Bolu Jandarma Alayı’nın, İlçe jandarma karakollarının, Bolu Askerlik Şubesi’nin ve asker ailelerinin tek doktoru olarak aylarca gece gündüz çalıştım. Asteğmen olmama rağmen verilen bu büyük yükün altından da mükemmel bir şekilde kalktım. Her sabah erkenden başlayıp öğlene kadar asker eşlerine, çocuklarına, Bolu dışında görev yapıp o gün için burada bulunan askerlere, son askerlik yoklamaları için sivillere, Askeri Gazino Müdürlüğü ve Askeri İnzibat Komutanlığı askerlerine sağlık hizmeti verdim. Bittiği anda kendi imkânlarımla Tugay Revirine gidip beş dakikalık yemeğin ardından sabahtan beri kuyruk olmuş rütbeli personele, sivil memura ve sabahtan adını yazdırmış günlük yüzün üzerinde askere baktım. Cezaevi giriş ve çıkışlarına, kavgalara, “askerde dayağa” adli raporlar tuttum. İki ayda bir gelen asker sevkiyatı sırasında bütün bu işlerin yanında beş iş günü içinde 700 küsur yeni er-erbaşın altışar noktadan kalp ve akciğerlerini dinleyip detaylı özgeçmiş ve soy geçmiş sorgulamalarını yaparak spor yapar-yapamaz raporu verdim.
Mesai kavramım olmasa da işim bittiğinde –ki herkesten sonra demek oluyor- odama gidip bayılır tarzda uydum. İlk telefon gelene kadar. Ertesi sabah güneş doğup revirlerden birine gidene kadar da telefonla iki ayrı revire gelen hastalara bakmaya devam ettim. İki telefon arasında uyudum. Evlere iğneye gitmediğim mi kaldı, intikale çıkmadığım mı. İlkyardım kursları verdim, her çağırana koştum, ambulans görevleri yaptım, özel gezilerinde yanlarına doktor isteyen kaprisli hanımlara eşlik ettim. Bütün bunları tek başıma, bütün sorumluluğu üzerime alarak, üç kaşemin bütün gün yüzlerce kâğıda basılmasına izin verip durarak yaptım. Aldığım sorumluluk inanılmazdı. Ama sevdim. Bu gücü, bana duyulan güveni ve başarabilmeyi sevdim. Aksatmamayı. Kimseyi bekletmemeyi başarmayı ve sonuç almayı. Mesleğimi bile daha çok sevdirdi bana askerlik.
Komutan olmak için doğduğumu anladım.
Hem şefkatli hem despot, bazılarınca tapılan bazılarınca nefret edilen ama illa ki saygı duyulan, el üstünde tutulan ve birçoklarının deyimiyle “Tugayın en kilit adamı” oldum. Bu rütbedeki tek insan benmişim gibi rütbemin kısaltması ismim oldu. “Asteg” denince tek akla gelen ve en çok ürkülen komutan oldum. Albaylara yapılmayan muameleler gördüm, kıçım yalandı da yalandı. İstirahat verme yetkim, dört ay süren çarşıya çıkma yasağında erlerin kapının önünü görmelerinin tek yolunun benim hastane sevkim olması, sivil hastanelerde yazılan istirahatlerin benim onayım olmadan geçersiz sayılması ve hatta lojmanlarda ve kışlada kaloriferlerin planlı tarihten erken yanmasının tek yolunun benim imzam olması gibi yetkilerin getirdiği güç ve insanların bundan faydalanma çabaları işleri karıştırdı durdu.
Ama güzeldi. Hem de çok.
9 Kasım 2010 Salı
PERCY JACKSON&THE OLYMPIANS: THE LIGHTNING THIEF
Home Alone(1990) filmlerinin yönetmeni olarak kendini tanıtan ve dünya çapındaki Harry Potter hayranlarını kızdırmamak adına ilk iki Potter filmini her türlü yaratıcı düşünceden imtina ederek çeken Chris Columbus, bu seriden ayrıldıktan sonra Rick Riordan’ın popüler Percy Jackson kitaplarını sinemaya uyarlamayı denedi.
Bu çapta bir uyarlama için nispeten düşük sayılabilecek 90 milyon dolarlık bütçesini ülkesinden toparlayamayan bu mayası tutmamış film, Harry Potter ya da The Lord of the Rings benzeri sıfırdan kurulmuş bir fantezi dünyası bekleyenleri günümüz mekânlarında geçen hikâyesiyle hayal kırıklığına uğratıyor.
Düzeysiz esprileriyle zamana kolayca yenik düşmesi muhtemel diyaloglar içeren yapım, bir gün özel olduğunu öğrenen bir çocuğun hikâyesi şablonundan türüyor.
Mitolojide tanrıların dünyaya inip ölümlülerle çiftleşmelerinden doğan yarı tanrı çocuklardan biri olan Percy Jackson, Zeus’tan çalınan Şimşek adlı silahın hırsızı olduğu şüphesiyle bir müze gezisi sırasında saldırıya uğrar. Tekerlekli sandalyeye mahkûm görünen öğretmeninin vücudunun at, yanında koltuk değneğiyle yıllardır gezen en iyi arkadaşının da bacaklarının eşek bacağı olduğu bilgisini o an alan Percy; annesinin Hades tarafından kaçırılması sonucu zorlu bir yolculuğa çıkar. Ne yazık ki bu yolculuğun en ilginç mekânı Las Vegas, öncesinde aldığı eğitim de ilköğretim düzeyindeki çocuklar için hazırlanan bir kamptır.
Filmi izlerken karakterlerin sıkıntılı durumlardan kurtulmak için buldukları her çözümde “Clash of the Titans(2010)’ı izlemişler” dedirtmesinin sebebi; iki filmin yazarlarının da uçsuz bucaksız mitolojik dünyanın aynı kılcal damarından kan emmeleri. Elbette aralarında iki ay olan bu filmlerin ikisi de özgün senaryolardan çekilmedi, kaynakları eski ve bu yorum güncel sinema izleyicisi için hangisini önce izledilerse onun ismiyle tersine dönebilir. Buradaki esas problem, temaların tamamıyla aynı yorumlanması.
Karakterlerini sevdiremeyen, aksiyonuyla heyecanlandıramayan ilk film sonrası Percy Jackson serisinin bir başka filme kavuşması şimdilik imkânsız görünüyor.
7 Kasım 2010 Pazar
FRONTIéRE(S) (2007) by XAVIER GENS *
Fransa sınırında bir arazide yaşlı bir Nazi’nin sağdan soldan topladığı insanlarla kurduğu ailesinden üstün ırk yaratma çabasının engelli çocuklar doğması nedeniyle sekteye uğraması sonucu iyiden iyiye aklını yitirmesi şeklinde bir çıkış noktası olan film, Fransa’nın şiddet pornosu türündeki Hostel(2005)’e cevabı.
Xavier Gens’in ilk sinema filmi olan yapım; La Haine(1995) gibi başlayıp soygun filmi gibi devam edeceğini ima etse de, ilk seks yapanın 30.dakikada şiddet görmeye başlaması ile istismar sinemasına göz kırpıyor.
Sinema dergisinin sevilen köşelerinden Gömülü Hazineler’e konu olan ev yapımı efektli kan banyosu filmlerine benzeyen Sınır(da); herkesin deliliğin sınırlarında gezdiği, herkesin durmadan bağırdığı şiddet ve kan dolu bir film.
Oldukça düşük maliyetine rağmen yönetmeninin becerileri sayesinde Hollywood yapımı pahalı benzerlerinden eksiği olmayan filmin, fazlası da yok. Benzerleri gibi kurdukları setleri ve yaptıkları makyajları seyirciye uzun uzun gösterme amacı güden ürkütücü mekânda yürüme sahneleriyle dolu olan film, Vacancy(2007) ve Eden Lake(2008) adlı türdeşlerinde olduğu gibi bütün yükü baş kadın karakterine bırakıp ikinci perdesini tamamen bunun üzerine kuruyor.
Çamurda kadın dövüşünden tragedyalara özenen sahnelere savrulan ve elinden geleni peliküle aktaran yapım gösterime girdiği yıl ardına aldığı rüzgârda uçmayı başardıysa da, geriye dönük izlenip zevk alınması mümkün görünmüyor.
6 Kasım 2010 Cumartesi
TOY STORY 3 (2010) by LEE UNKRICH ***-
1995 yılında John Lasseter’in “oyuncaklarımız biz onları yalnız bıraktığımızda ne yapar” sorusundan yola çıkarak Pixar çatısı altında hikâyesini yazıp yönettiği ilk “Oyuncak Hikâyesi” filmi hem yaratıcısının hem de şirketin tüm dünyada tanınıp saygı görmesini sağladı. 3 dalda Oscar adayı olan yapımın dört yıl sonra gelen devam filmi ilki kadar beğenilmese de hayranları devamının gelmesine sevinmişti.
On beş yıl sonra gelen üçüncü ve planlanan son bölüm; üzerinde oldukça çalışılmış bir senaryoya sahip. Eski karakterlerine bolca vakit ayırmasının yanında 103 dakikalık süresini yeni karakterlerine de adilce paylaştırıyor. Örneğin; çocuk yuvasındaki tek gözü hasarlı ağlayan bebek, Chucky ile birlikte tüm zamanların en ürkütücü oyuncağı olmaya aday.
Film bildik renkleri içinde eski dostlarımızın sırayla arz-ı endam ettikleri beş dakikalık bir hayali oyun sahnesiyle açılıyor. Seyirciyi duygusal anlar başlamadan filme adapte etme amacı güden bu giriş belli ki Pixar’ın bir yaz filmine imza attığının farkında olmasından kaynaklanıyor.
Filmin öyküsü kısaca şöyle: Andy’nin büyüyüp üniversiteye gidecek olması nedeniyle oyuncaklara ne olacağı meçhuldür. Üniversiteye götürmek için sadece Woody seçilmiştir ve geriye kalanları tavan arası ya da yuvaya bağışlanma seçenekleri beklemektedir. Yanlış anlaşılma sonucu çöpe giden oyuncaklar Andy’e kırılır ve daha fazla oynanacaklarını düşündükleri bir kreşe kendileri atarlar. Oysa burada acımasız bir düzen vardır ve upuzun eve dönüş maceraları başlar.
Animasyon konusunda artık rakip tanımayan Pixar’ın yine ne kadar başarılı bir iş çıkardığı söylemeye lüzum yok. Ancak sahne tasarımındaki başarı bu filmde öncekilerin de ötesine geçmiş duruyor. Teneffüsten dönen bebeklerin kreşte yarattıkları kaosun kısacık zamanda verilişi, Prison Break(2005-2009) dizisini kıskandıracak hapishaneden kaçış sahneleri, palyaçonun sesinden dinlediğimiz flashback, cinselliği tartışmalı Ken’in Barbie ile yalnız kaldığı anlar ve şehir çöplüğünde geçen finalin tamamı alkışlık.
İlk iki filmi izleyenlerin fazladan zevk alacaklarını tahmin ettiğim film, Andy ile birlikte oyuncaklara veda ettiğimiz duygusal finaliyle üçlemeye oldukça başarılı bir nokta koyuyor diyebiliriz.
3 Kasım 2010 Çarşamba
12 ROUNDS by RENNY HARLIN (2009) –
1988 senesinde Elm Street serisinin dördüncü halkasını çeken yönetmen Renny Harlin; Die Hard 2(1990) ve Stallone filmi Cliffhanger(1993) ile aksiyon sinemasında isim edindi. Deep Blue Sea(1999), Driven(2001), Mindhunters(2004) ile adını ara sıra hatırlatıp ortalama eleştiriler aldıysa da; yaklaşık iki yılda bir film çeken yönetmenin artık kimse tarafından yeni işinin beklenmediği aşikâr.
Yalpalamamak için kendine basit bir formül bulan 12 Rounds senaristi Daniel Kunka, sonradan ilginçleştirmek istediği metnini bir dağıtınca bir daha toplayamamış. WWE starı John Cena ise ikinci ve son beyazperde macerasında aksiyon yıldızı olmak için gereken tek şeyin iri olmak olmadığını hatırlatıyor.
22 milyon dolarlık mütevazı bütçesini dünya çapındaki gösteriminden geri toplayamayan yapım, Renny Harlin’in adını görünce bir kez daha düşünülecek isimler arasına yazdırıyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
2023 - Kalan 6 Ay
Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...
-
Başlığın bile yeterince şok edici olduğunun farkındayım. Günlerdir arabesk soslu aşk nidalarımı okumaktan sıkılmışsınızdır belki düşüncesiyl...
-
Yasemin Alkaya; bale eğitimi almış, konservatuar mezunu bir tiyatro sanatçısı olarak tanınıyor. Fotomodellik de yapmış ve bir kafe işletiyor...