3 Temmuz 2010 Cumartesi

SEX AND THE CITY 2 (2010) by MICHAEL PATRICK KING ****


HBO’nun dünyaya armağanı muhteşem serilerden 1998 tarihli Sex and the City; Candace Bushnell’in aynı adlı kitabından Darren Star tarafından beyazcama uyarlanmış, ufak tefek tökezlemeleri olsa da yaratıcı kadrosunun istikrarı sayesinde ismini en iyiler arasına yazdırmıştı. 94 bölümlük serinin 10 bölümünü çekerek en çok yönetmenlik yapan isim olan Michael Patrick King, dizinin son arzından dört yıl sonra aynı adlı sinema filmini yazıp yönetmişti. Televizyonun havasını çoğunlukla yakalamış ve 65 milyon dolarlık bütçesine karşın dünya çapında 415 milyon dolar gelir elde ederek serinin sinemada yaşamasını garantilemişti. Öyle de oldu ve iki yıl sonra iki saat daha Sex and the City dünyasında gezme şansı verdi bize King. İflah olmaz fanatiklerin o özel müziği bir kez daha duymak için dahi sinemalara koşma sebebi olan filmin varlığı bazılarını nedense rahatsız etti ve yapım bu kez yerden yere vuruldu. Beğenilmemesinin en büyük nedeni salona koşarak gidenlerin perdede özgür seksi savunan güçlü bekâr kadınları bulamaması, geri kalan izleyicinin ise seriye hâkim olmadıkları ve karakterleri bütün ayrıntılarıyla tanımadıkları için sıkılmaları. İkinci grup için yapılacak pek fazla şey yok. On iki yıllık SATC tarihini filmde yeniden anlatmak mümkün değil ve/ya herkesi habersiz sanıp öyküyü sıfırdan kurmak ölümcül hata.

İlk grubun beğenmeyenlerinin sorunu bence seriyi yalnız ana hatlarıyla hatırlıyor olmaları. Bunun sorumlusu ise medya. Yıllardır diziyi izlemeyenlere “bekâr ve güzel kadınlar New York sokaklarında erkek gibi seks yaparlar” şeklinde özetlendi yapım. Diziyi baştan sona izleyip kabuğun altındakilere vakıf olan kemik kitle, bitişinin üzerinden altı yıl geçmesi ve hafıza süzgeçlerimizin yönlendirilmeye oldukça açık oluşu gibi sebeplerle ayrıntıları unutup SATC ruhunu izlemeyenler gibi yukarıdaki cümleye indirgediler. Öyle olunca da Samantha dışında kimsenin sevişmediği bir SATC’yi beğenmediler. Oysa karakterler bütün otuzlu yaşları boyunca özgürce seks yaptılar. Âşık oldular, kör randevulara gittiler, eğlendiler, çılgınlıkta rakip tanımadılar. Sonra yaşları ilerlemeye başladı. Yalnızlıkları arttı. Eğlence artık o kadar da eğlenceli gelmemeye başladı. Çocuk hayali kuranlar oldu. Büyük güzel evler düşleyenler. Ve her biri kendi yolunu seçti. Carrie büyük aşkından asla vazgeçmedi. Miranda kariyerine bir çocuk ve mantıkla sevilen Steve’i ekledi. Charlotte hayallerindeki ideal kocayı(eşi demiyorum) buldu ve anne oldu. Samantha ise seksten ve zevkten vazgeçmedi ve her şeyin yaşla ilgisi olmadığını gösterdi.

Bu bölümde Carrie büyük aşkıyla yaptığı düğünün ardından hayallerinin evini döşemeye iki yılını ayırmıştır. Bir kanepe için bir buçuk yıl bekleme listesinde olacak kadar özenmiş ve sonuçta oldukça zevkli bir yaşam alanına sahip olmuştur. Evliliğin ilk yılı üzerine yazdığı yeni kitabı çıkmak üzeredir. Bu sırada yüzyılın sorularından biri daha kapısını çalar. Büyük aşka kavuşunca yeni amaç ne olmalı? Elbette akla ilk gelen cevap çocuk olur ve sadece SATC’nin verebileceği bir cevap gelir karşımıza. Bu ruhun 1998 SATC ruhundan daha ev hanımı bir yanı yoktur, beğenmeyenler anlamamıştır o kadar. Carrie’nin yeni kitabının eleştirmenlerce beğenilmemesi bile filmin bazı hafızasızlarca beğenilmeyeceği ile ilgili senaristin olağanüstü öngörüsüdür. Anlayana.

Miranda işyerinde problem yaşamakta ve yoğun çalışma şartları nedeniyle ailesine vakit ayıramayan evin reisi konumundadır. İşinden mi vazgeçecektir yoksa ailesinin tüm dünyaca özel olduğu iddia edilen anlarını mı kaçıracaktır. Yine SATC ruhu devreye girer ve işten vazgeçilse de arkadaşlardan vazgeçilmeyeceğini gösterir. Üstelik işten vazgeçilmesinin tek sebebi daha iyi bir iş olabilir. Bunu söylemeye başka hangi sanat ürünü cesaret edebilir?

Charlotte tüm benliğini adadığı şeylere kavuşmuştur. Manhattan’da saray sayılabilecek bir ev, ideal koca ve iki çocuk. Vintage Cavalli elbisesiyle yemek yapmaya çalışan bir Desperate Housewives karakterine dönüşmüştür. Yanlış giden noktaları görür ancak kimseye itiraf edemez. SATC ruhu ona hemen anlayışlı dostunu gönderir, ortamı kurar ve Desperate Housewives (2004) dizisinin unuttuğu çıkış noktasını tek sahnede başarıyla iletir.

Samantha’yı menopozda görmek onu az çok tanıyan biri için başlı başına eğlence kaynağı. İlerleyen yaşına ve değişen hormonlarına teslim olmaya niyeti olmayan güçlü, başarılı ve seksi Samantha; tıptan, doğadan ve dostlarından yardım alıp son nefesine kadar SATC kadını olmaya devam edeceğini haykırır. Bu da aradığı şeyi bulamadığından yakınıp daha yirmili yaşlarının ortasında pes etmeye meyilli genç kızlara hayatlarının dersi olur. “Bu yaştan sonra” ya da “bu saatten sonra” cümlelerini unutup, bir kez geleceğimiz dünyada arzularımızdan vazgeçmememiz gerektiğini en iyi örneğiyle hatırlatır.

Dizinin yan karakterlerinden ikisinin gay düğünü dillere destan bir törenle filmin en başında yer alıyor. Michael Patrick King damatlardan birine yaptırdığı konuşmasında umudun sadece sürüdeki koyunlar için var olmadığını haykırıyor.
Uzun süresini sinema filmi gibi değil de televizyon dizisi gibi kurgulandığından hissettiren yapımın bu durumuna itiraz edecek hayran tanımıyorum. Oturup dev perdede üst üste yarım sezon SATC izlemekten daha keyifli ne olabilir ki…

Sonuç olarak hem film zamanı hem de miladi takvime göre çok doğru bir yerde duran ancak geçmişte yaşayanların veya geri kafalıların anlaması mümkün görünmeyen mükemmel bir film var karşımızda. Umarım serinin devamı bu yanlış anlaşılmalar nedeniyle sekteye uğramaz ve iki yılda bir iki saatliğine de olsa bir kısmımıza yaşam enerjisi ve umut veren SATC ruhunu yeniden koklama şansımız olur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...