5 Ocak 2011 Çarşamba

ENTER THE VOID (2009) by GASPAR NOE ****-


LED ekrandan izleyen epilepsi hastalarına kriz yaşatacak, gebe hanımlara bulantı ve kusma verecek, maddi olanağı olan özgür ruhlara ilk fırsatta Tokyo gezisi planlatacak yeni Gaspar Noe filmi “Enter The Void”; izleyen herkese hoş ya da değil, olağanüstü deneyimler yaşatacağı garanti bir yapım.

Filmin etkisini azaltmamak adına izlemeden hakkında hiçbir şey okumamak en iyisi.

“Boşluk” filminde beni en çok heyecanlandıran, uzun süre sonra sinemanın halen görsel anlamda başımı döndürebiliyor oluşu. Ne kadar sinefil olursak olalım uzun aralıklarla da olsa; birbirinin kopyası, her saniyesi önceden belli ve aynı şeyi geveleyen görüntü yığınları arasından bu film gibi görülmemiş şeyler bulabilmenin verdiği mutluluk.

İsminin ne anlama geldiği konusuna ilk sahnede “uçaktan boşluğa düşmek” şeklinde cevap veren Gaspar Noe biraz sonra bizi “Boşluk” adında bir bara götürüp filmin adı buradan gelmiş diye düşündürüyor. Başına gelen olay sonrası boşlukta süzülmeye başlayan karakteri görünce, filmin isminin orijini yeniden değişiyor ve bu kez daha sağlam bir kavrama bağlansa da yapımın finalinde “Boşluk” ’un ne olduğunu ilk kez tam olarak anlıyoruz. Baştan beri tüm veriler doğru aslında. Tek fark, kelimeler her açıklanışında daha geniş anlamlar yükleniyor oluşu. Filmin bütünü gibi. “Enter The Void” sürdükçe anlamı artıyor. Minimalist sinemanın uzun uzadıya durağan görüntüler gösterip sonunda ruhani bir mana yüklenmesi gibi bir şey değil bu. Her sahne kendi içinde başlayıp biten bir kısa film kadar bütünlüklü. Her sahneye eklenen bir sonraki sahne, hem kendi başına hem de önceki ile birleşince anlamlı. İki saatten uzun süre izlediğimiz filmin tüm sahneleri için hem tekil hem de toplamda aynı şey geçerli. Bu, inanılmaz bir dinamik.



Yönetmen Gaspar Noe yedi yıl önce gösterime soktuğu ikinci uzun metrajı Irreversible(2002) ile Cannes’de Altın Palmiye için yarışmış, dünya çapında ses getirmiş ve filmden yarıda çıkmak, filme dayanamamak, kaçıncı dakikaya kadar izleyebildiğini belirtmek moda olmuştu.

Filmin ortalarında yer alan ve Monica Bellucci’nin kurgusuz, tek çekim görünen tecavüz sahnesi herkesin diline düşmüştü. Sondan başa ilerleyen yapısı nedeniyle olayların olduğu ilk perdesi başyapıt niteliğindeki film; izlediğimiz ikinci, kronolojik olarak ilk yarısında ise hafif porno tadında karakter tanıtımları nedeniyle sıkıntı vericiydi.



BUNDAN SONRASINI İZLEMEDEN OKUMAYIN!
Tarantino’nun tüm zamanların en iyi jeneriklerinden biri ilan ettiği ve filmin tümüne yayılan neon ışıklardan esinlenmiş iki dakikalık açılışın ardından Tokyo’da bir dairenin balkonuna konuk oluyoruz. Olayları 24 dakika boyunca tavizsiz şekilde başkarakterin gözünden, üstelik kesme olmadan izlemeye başlıyoruz. Onunla birlikte gözümüzü de kırpıyoruz.

Sevgili sanılmaya müsait çift, kardeş çıkıyor. Kız evden çıktıktan sonra erkek kardeş uyuşturucu alıyor. Onunla birlikte kafamız güzel olana dek ışığın, gölgenin, rengin ve seslerin arasında yüzüyoruz. Genç adama bir telefon geliyor. Elindeki uyuşturucuyu ‘Boşluk’ adlı bara getirmesi isteniyor. Tuzak olduğu anlaşılan davet sonrası genç, barın tuvaletinde polis tarafından vuruluyor ve ruhu bedenini terk ediyor.



Hayatının gencin gözlerinin önünden film şeridi gibi akması ve ruhunun tepeden geriye kalanları gözlemesi üzerine kurulu görsel yapı, işi bu çıkış noktasından alıp en uç noktalara dek götürüyor. Ölümden sonraki 19 dakika, ölen karakterle birlikte yine kesme olmadan(elbette var ancak yok gibi kurgulanmış) boşlukta gezinip, cinayeti sonrası yaşananları onun gözünden görmeye devam ediyoruz. Hayatının film şeridi gibi geçmesi yaklaşık 40 dakika sürüyor. Bu bölümdeki yaratıcılığa hayran kalmamak elde değil. Film son saatinde ise iyice raydan çıkıp birçok şey deniyor, hepsinde de başarılı oluyor.



Kamerayı öyle bir açıya yerleştireyim ki seyirciyi rahatsız etmeyeyim çıkışlı kürtaj sahnelerine inat, yüzde yüz prosedüre uygun bir kürtaj sahnesi var filmin. İzleyicinin şok olması muhtemel sahne kendini kaptırıp zaten büyülenmiş kişilere her gün gördükleri bir şeymiş gibi de gelebilir.



Porno endüstrisinin bile akıl edemediği ‘vajinanın içinden izlenen penis penetrasyonu’ sahnesi yüzümüze boşalan spermlerle bizi yola çıkarıp kadın yumurtalıklarına kadar götürüyor.



Filmin sonlarına doğru herkesi şaşırtacak bir gelişme oluyor. Ardından karakterin “bir rüya gördüm” diye açıkladığı bu durum, rüya olduğu belirtilmese anlaşılamayacak ayarda. Bu örnek aslında bütün filmin nasıl tonlarda gezindiğini gösteriyor. Yer yer başı dönen izleyiciye şu anda kimi izlediklerini hatırlatmak için isimlerin fısıldanma sebebi de bu.



Emzirme ve erkeklerin kadın memesine düşkünlüğü üzerine yazılan tezleri de görselleştiren Noe, bugüne dek bebek yapmak üzerine yapılmış en iyi filme de imza atıyor.



Filmin kusursuz olma yolunda ayağına takılan tek engel, kesme yapmamak uğruna şehirde bir yerden başka bir yere boşlukta süzülerek yol alan karakterinin gözünden Tokyo sokaklarını kuşbakışı gösterme tercihinin seyahat sayısı arttıkça sıkmaya başlaması. Binalar arasında mekik dokuyan ruhun seyahat hızı da aynı seyrettiğinden, David Fincher acaba yeni filminde böyle bir sahneye yer verir mi diye beklediğimiz türden efektlerin yüzlercesine şahit olmak sonunda yorucu bir hal alıyor.



Bitmesine beş dakika kalana dek asıl amacını gizleyen “Enter The Void”, 161 dakikalık bu hipnotize edici yolculuğu yeniden anlamlandıran finaliyle de ayakta alkışlanmayı hak ediyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...