30 Ağustos 2011 Salı
X-MEN: FIRST CLASS (2011) by MATTHEW VAUGHN ***
Bryan Singer’in 2000 senesinde beyazperdeye getirdiği Marvel süper kahramanları “X-Men”in maceraları 2003’te “X2” ve 2006’da “X-Men: The Last Stand/X-Men: Son Direniş” ile devam etmişti. Külliyatın en sevilen karakteri diyebileceğimiz Wolverine ise 2009’da “X-Men Origins: Wolverine/X-Men Başlangıç: Wolverine” isimli kendi filmine kavuşmuştu.
Bahsettiğim dört film arasından sadece Bryan Singer imzalı ilk ikisinin izlenmeye değer olduğunu söyleyebilirim. X-Adamlarla ilgili her şey belli ölçüde dikkat çekicidir ancak çizgi romanların hakkını vermek o kadar da kolay değil.
Fena bulunmayan “Layer Cake/Bir Dilim Suç”un ardından 2007’de yazıp yönettiği “Stardust/Yıldız Tozu” ile dikkatimizi çeken Matthew Vaughn’nin komedi macera “Kick-Ass”ten bir sene sonra yönettiği “X-Men: First Class/X-Men: Birinci Sınıf”; yönetmenin filmografisindeki en büyük çaplı film oldu. X-Men’in köklerine dönüp öyküyü en baştan anlatma çabasındaki film Magneto’nun meşhur başlığı takışını ya da Profesör X’in sakat kalışını görmek isteyenler için biçilmiş kaftan. Aksiyona gömülüp hikâyeyi ıskalamayacak kadar da akıllı ancak parıltıdan uzak ve heyecansız da.
Yönetmen Vaughn kesinlikle aksiyon çekme konusunda sınavı geçemiyor. Dev denizaltının tasarım uçağa doğru çekilişiyle başlayıp sahilde biten sahne animatörlerin kendi aralarında kotardıkları bir öğleden sonra eğlencesi tadında. Michael Bay ya da o kalibrede bir aksiyon ustasının eli değse yıllarca unutulmayabilirdi.
James McAvoy’un artık iyice kendini saldığını düşünüyorum. Yeni neslin umut vaat eden erkek oyuncusu ilan edildikten sonra üç filmden birinin başrolüne getirilmeye başlandığından beri işi rölantiye aldı. Hiç çaba sarf etmiyor. Lincoln suikastının aydınlatılmasında görevli bir avukatı da, Profesör X’in gençliğini de canlandırsa aynı şekilde oynuyor. Biraz ara verip ne yapıyorum diye düşünmesi lazım.
Hoş diğer oyuncular da birbirinden kötü. Özellikle genç mutantları canlandıran kadroyu ben şahsen konservatuar elemelerinden geçirip eğitim bile vermem. Sadece Magneto’nun gençliğini canlandıran Michael Fassbender iyi, çok iyi. Göründüğü her sahnede film şahlanıyor. Magneto’yu Magneto yapan motivasyonların hepsini gözlerinden okuyabiliyoruz.
“X-Men: First Class/X-Men: Birinci Sınıf”; perdede X-Men filmi izlemek isteyenlerin ilgisini çekecektir. Çizgi romanları temel alan üçüncü ve dördüncü filmlerden iyi olduğu da kuşkusuz. Bu da demek oluyor ki son sekiz senedir izlediğimiz en iyi X-Men filmi bu. Ama yine de insanoğlu, olabileceğin en iyisini istiyor, hakkımız bundan fazlası olmalıydı diyor.
28 Ağustos 2011 Pazar
KİM BU 100 KİŞİ
26 Ağustos 2011’de 24 saat içinde 28. doğum günümü 100 kişi kutladı.
Bunlardan 17’siyle yüz yüze görüştüm. İki ayrı mekânda pastalar yendi, bol bol öpüşüldü, hediyeler verildi.
13 kişi telefonla aradı. Sağ olsunlar.
23 kişi sms gönderdi. Mutlu etti.
47 kişi facebook kullandı.
100 kişinin 22’si asker arkadaşım, 14’ü iş arkadaşım, 11’i akrabam, 11’i üniversite yıllarından, 9’u TOG-DSM ekibinden, 4’ü Kolukısa’dan, 3’ü yataktandı.
İnsanın yanına kimlerin kaldığını görmesi için güzel bir gün. Bir sınav. Kimin iki kelime etmeye erinmediğini, sevgisini göstermeye mecali olduğunu izlemek için de. Rakamlar her şeyi söylüyor.
Aynı şehirde olup da sizi görmeye gelmeyen kişi, hele de ufacık bir Anadolu şehrindeyseniz, gerçekte sizi sevmiyordur.
Heyecanlılar her sene olur. Genelde de bir sonrakine kalmazlar. Bunlar aşırı dışavurumcudur. Yeni girmişlerdir hayatınıza. Size en özel günü yaşatmaya çabalarlar. Memnun da ederler ama işte ömürleri kısadır nedense.
Sadıklar her yıl vefalı davranıp gece yarısı ilk kutlayan olmaya çalışırlar. Biri bu sene başarır, diğeri öbür. Her daim sevgi doludurlar ve sevilirler.
Facebook’ta görüp “mutlu yıllar dile”ye tıklayanların belli bir profili yok. Sizi çok seven, sürekli arayan biri de oradan kutlayabiliyor; yılda bir kez bile konuşmadığınız da. O yüzden yorum yok.
Bir de kutlamamayı maharet zannedenler çıkar arada. Bekliyoruz sanırlar. Oysa aklımıza bile gelmemişlerdir. Onlara şunu söylemek istiyorum: Çok da tın!
Tekrar, 100’ünüze de teşekkür ediyorum. Kalan 364 gün dileyin benden ne dilerseniz.
Bunlardan 17’siyle yüz yüze görüştüm. İki ayrı mekânda pastalar yendi, bol bol öpüşüldü, hediyeler verildi.
13 kişi telefonla aradı. Sağ olsunlar.
23 kişi sms gönderdi. Mutlu etti.
47 kişi facebook kullandı.
100 kişinin 22’si asker arkadaşım, 14’ü iş arkadaşım, 11’i akrabam, 11’i üniversite yıllarından, 9’u TOG-DSM ekibinden, 4’ü Kolukısa’dan, 3’ü yataktandı.
İnsanın yanına kimlerin kaldığını görmesi için güzel bir gün. Bir sınav. Kimin iki kelime etmeye erinmediğini, sevgisini göstermeye mecali olduğunu izlemek için de. Rakamlar her şeyi söylüyor.
Aynı şehirde olup da sizi görmeye gelmeyen kişi, hele de ufacık bir Anadolu şehrindeyseniz, gerçekte sizi sevmiyordur.
Heyecanlılar her sene olur. Genelde de bir sonrakine kalmazlar. Bunlar aşırı dışavurumcudur. Yeni girmişlerdir hayatınıza. Size en özel günü yaşatmaya çabalarlar. Memnun da ederler ama işte ömürleri kısadır nedense.
Sadıklar her yıl vefalı davranıp gece yarısı ilk kutlayan olmaya çalışırlar. Biri bu sene başarır, diğeri öbür. Her daim sevgi doludurlar ve sevilirler.
Facebook’ta görüp “mutlu yıllar dile”ye tıklayanların belli bir profili yok. Sizi çok seven, sürekli arayan biri de oradan kutlayabiliyor; yılda bir kez bile konuşmadığınız da. O yüzden yorum yok.
Bir de kutlamamayı maharet zannedenler çıkar arada. Bekliyoruz sanırlar. Oysa aklımıza bile gelmemişlerdir. Onlara şunu söylemek istiyorum: Çok da tın!
Tekrar, 100’ünüze de teşekkür ediyorum. Kalan 364 gün dileyin benden ne dilerseniz.
26 Ağustos 2011 Cuma
2011 AĞUSTOS TÜRKİYE VİZYON FİLMLERİ – 4.HAFTA
26 Ağustos 2011 Cuma günü ülkemizde gösterime giren beş filmi Filmlerim.com için özetledim. Okumak için buraya tıklayın.
GREEN LANTERN - martin campbell 26.08
PERFECT SENSE - david mackenzie 26.08
COLOMBIANA - olivier megaton 26.08
MR.POPPER'S PENGUINS - mark waters 26.08
ATTACK THE BLOCK – joe cornish 26.08
GREEN LANTERN - martin campbell 26.08
PERFECT SENSE - david mackenzie 26.08
COLOMBIANA - olivier megaton 26.08
MR.POPPER'S PENGUINS - mark waters 26.08
ATTACK THE BLOCK – joe cornish 26.08
25 Ağustos 2011 Perşembe
27. YAŞIMI NE YAPTIM (Üçüncü ve Son Bölüm)
Yeni yıla evde televizyon izleyerek girdim. Bir kez daha “bu son olsun” diye ahdettim.
Kahramanmaraş askeriyesine giriş yaptım.
11 Ocak 2011 Salı günü Tıp Fakültesi diplomamı aldım. Aynı gün Kahramanmaraş Özel Megapark Hastanesi ile görüşmeye başladım. Üç gün sonra imzayı attım.
Mümessil, ilaç firması, eczane, MF, kalfa, stok, ay sonu, satış, destek, Serkan abi, Serkan bey, sizin için ne yapabilirim gibi kavramlar çıkmamak üzere hayatıma girdi.
Hayatımda ilk kez basın gösterimine gittim.
Polis eşliğinde Tarlabaşı’nda gezdim.
30 Ocak Pazar 09.50’de “Acısa da Öldürmez” dinleyerek ve ağlayarak askerlik hayatımı geride bıraktım.
Üç gün sonra Konya Sağlık Müdürlüğü’nden istifa ettim.
Kolukısa’daki evimi boşalttım. Sevdiğim insanlarla vedalaşıp Yeryüzü Cennetimi de salak gibi terk ettim.
5 Şubat Cumartesi günü Megapark’ta ilk hastama baktım. 22 gün işsiz sayıldım, 21 Şubatta resmen işe başladım. 3 Mart Perşembe ilk gece, 10 Mart Perşembe ilk 24 saat nöbetimi tuttum.
Hayatıma tutuklanma, cezaevi, avukat, senet, açık görüş, adliye gibi kavramlar girdi.
Türkiye’nin ilk planetaryumuna gittim.
Beyazperde.com yazılarımı yayınlamayı kabul etti ancak “sen ben ve iki arkadaşımız” şeklinde takılan mantık hoşuma gitmediği için vazgeçtim.
Yaptığım en güzel şeylerden biri diyebileceğim Filmlerim.com başvurum da kabul edildi. 8 Nisandan bugüne dek sitede 36 yazım yayınlandı.
İlk defa Nemrut’a çıktım. 512 gün sonra 6.kez Isparta’yı gördüm. Annem, ikinci aşkımla da tanışmış oldu.
37.haftada sporu bıraktım.
Yıllar sonra ilk kez Ankara’da uzun süre kalmanın tadına vardım.
Ve son gün, doğum günü sürprizim babamdan geldi. Dün akşam bir hastaya baktım. Tam yanından ayrılacakken…
-Bizim bir Çelik vardı. Oğlunun ismi Serkan’dı. Doktor olacak diyordu. Ama tabi nerden…
-İsmi neydi?
-İbrahim. Köy Hizmetleri’nden. Çok şakacı adamdı.
-Benim babam.
Kahramanmaraş askeriyesine giriş yaptım.
11 Ocak 2011 Salı günü Tıp Fakültesi diplomamı aldım. Aynı gün Kahramanmaraş Özel Megapark Hastanesi ile görüşmeye başladım. Üç gün sonra imzayı attım.
Mümessil, ilaç firması, eczane, MF, kalfa, stok, ay sonu, satış, destek, Serkan abi, Serkan bey, sizin için ne yapabilirim gibi kavramlar çıkmamak üzere hayatıma girdi.
Hayatımda ilk kez basın gösterimine gittim.
Polis eşliğinde Tarlabaşı’nda gezdim.
30 Ocak Pazar 09.50’de “Acısa da Öldürmez” dinleyerek ve ağlayarak askerlik hayatımı geride bıraktım.
Üç gün sonra Konya Sağlık Müdürlüğü’nden istifa ettim.
Kolukısa’daki evimi boşalttım. Sevdiğim insanlarla vedalaşıp Yeryüzü Cennetimi de salak gibi terk ettim.
5 Şubat Cumartesi günü Megapark’ta ilk hastama baktım. 22 gün işsiz sayıldım, 21 Şubatta resmen işe başladım. 3 Mart Perşembe ilk gece, 10 Mart Perşembe ilk 24 saat nöbetimi tuttum.
Hayatıma tutuklanma, cezaevi, avukat, senet, açık görüş, adliye gibi kavramlar girdi.
Türkiye’nin ilk planetaryumuna gittim.
Beyazperde.com yazılarımı yayınlamayı kabul etti ancak “sen ben ve iki arkadaşımız” şeklinde takılan mantık hoşuma gitmediği için vazgeçtim.
Yaptığım en güzel şeylerden biri diyebileceğim Filmlerim.com başvurum da kabul edildi. 8 Nisandan bugüne dek sitede 36 yazım yayınlandı.
İlk defa Nemrut’a çıktım. 512 gün sonra 6.kez Isparta’yı gördüm. Annem, ikinci aşkımla da tanışmış oldu.
37.haftada sporu bıraktım.
Yıllar sonra ilk kez Ankara’da uzun süre kalmanın tadına vardım.
Ve son gün, doğum günü sürprizim babamdan geldi. Dün akşam bir hastaya baktım. Tam yanından ayrılacakken…
-Bizim bir Çelik vardı. Oğlunun ismi Serkan’dı. Doktor olacak diyordu. Ama tabi nerden…
-İsmi neydi?
-İbrahim. Köy Hizmetleri’nden. Çok şakacı adamdı.
-Benim babam.
23 Ağustos 2011 Salı
27. YAŞIMI NE YAPTIM (İkinci Bölüm)
9 Kasım akşamı E Otel’deki odamda iki önemli misafirim vardı. Misafir sokmak elbette yasaktı.
Ertesi gün kendimi korkutacak kadar cesaretliydim. Yıllarca ceza alabileceğim suçlar işledim.
11 Kasım akşamı Abant’ta, hayatım boyunca yediğim en güzel mangalı yedim. Sevgili arkadaşım Ahmet Pamuk’un davetlisiydik.
İki gün sonra ilk defa Eskişehir’e gittim. Yanımda en sevdiğim iki dostum vardı. Papağan’da çiğ börek, Odunpazarı Evleri, Porsuk Çayında kanoyla gezinti güzeldi.
Lüks restoran takıntımız aynı günlerde başladı. Eskiden önünden geçemediğimiz, son dönemde bolca dilimize doladığımız pahalı mekânlara gözümüzü karartıp tek tek gitmeye başladık. Papermoon, Big Chefs, Burger Story, Quick China, The Rafine, Cookshop, Sushi&Co., Mezzaluna, Numnum ve benzerleri bizim için artık günlük yerler oldu.
İlk defa Beypazarı’na gittik. Kurusunun hastası oldum. Aylarca, kilolarca yedim.
16 Kasımda EFX bileklik takmaya başladım.
Şehit ailesi ziyareti yüreğimi deşti.
O güne dek tanıştığım en üst düzey insanla yattım.
İlk defa birine işkence yaptım.
İlk seks kazamı yaşadım.
Sevdiğim birinin daha “en sevdiği insan” oldum.
Tugay Şırnak’tan döndü, ortalık kalabalıklaştı.
Askere gitme sebebimi, süre bitmeden gerçekleştirmeyi başararak imkânsızı yaptım.
Tugay komutanından plaket aldım.
17 Aralık gecesi muhteşem bir askeriyeye veda gecesi yaptım.
Trafikte kaza yaptım.
Ankara, Mersin ve Adana derken 10 ay sonra evime, Kahramanmaraş’a geldim.
(devam edecek)
27. YAŞIMI NE YAPTIM (Birinci Bölüm)
26 Ağustos 2010 Perşembe, yaşadığım en güzel doğum günlerinden biriydi.
Bolu’daydım, askerdim, asker arkadaşlarım benim için çok hoş bir akşam hazırlamıştı. Ertesi gün en iyi kadın dostum yanıma geldi. Güzel bir cüzdan hediye etti. Bolu’yu turladık ve Askeri Gazino’da tıka basa yemek yedik. Geceyi bir asteğmen arkadaşın evinde geçirip ertesi sabah Akçakoca’da aldık soluğu. Mancarlı pide ve melengüçceği tatlısı eşliğinde Kale Dibi Plajı’nda ilk kez Karadeniz’e girmiş olduk. Diğer gün muhteşem bir kahvaltı, Abant turu ve nargile keyfi vardı.
On dört haftadır spor yapıyordum. İlk protein tozumu henüz bitirmiştim. Sicil amirim olan komutanı da tavlamış, iyice rahata ermiştim. Özgüvenden çivim çıkmıştı. İnsanları yerimden kalkmadan, korkudan ağlatabildiğim; omletlerimin torpilli geldiği günlerin başlangıcıydı. Breaking Bad ikinci sezonu sıkınca, henüz fenomen olmuş Glee’ye başlamıştım.
Bayram sabahına revirde uyanıp Ankara’ya kaçmıştım. En iyi erkek dostumla pizza yemiş, İddia oynayıp hayaller kurmuştuk.
True Blood’ın üçüncü sezonu bittikten birkaç gün sonra Düzce’den biriyle tanışmış, uzun boy iştahımı sonsuza dek doyurmuştum.
Adanalı asker arkadaşımın çok sevdiğim Lale Börekçilik yapımı kol böreğini getirdiği gün başka bir Adanalı ile daha tanışmıştım. Şarkı söyleyebilen ilk arkadaşım olmuştu. Revirde konserler böyle başladı.
26 Eylül 2010 Pazar günü İstanbul’daki dostuma daha önce sadece bir kişinin bildiği bir sır verdim. İlişkimiz o andan itibaren muhteşem bir yere doğru ilerledi. Anlatırken o Adana’daydı.
Ertesi gün, uzun süre sonra ilk defa beste yaptım. İlhamın nerden geldiği açıktı. Ben Sibel Tüzün’düm.
Sonra biraz sendelemeye başladım. İki kez sakatlandım, ilk defa MRI çektirdim, iki kez de ciddi şekilde şikâyet edildim. Sıkıntılı dönem uzun sürse de, yaşadığım heyecanlar yanıma kar kaldı. Ömürde bir kez karşılaşılacak türden engellerle boğuşmak yenileyiciydi.
Haftada bir gün Ankara’ya, bir gün Abant’a gitmeye başladım. Ankara’ya gider gitmez rutinimizi ölümüne uyguluyor, Abant’ta nefis sucuk ekmekler yiyorduk. Bolu’da geçirdiğim günler canlı müzik eşliğinde torpilli duble votkalar, mutfak ekibinin kıyakları, herkesi tanıma çabam ve sabahlara kadar eğlenceli sohbetlerle geçiyordu. Bir kez daha yaşamın anlamını buldum sanıyordum.
9 Kasım Salı günü, tugay komutanı yardımcımız bana teğmen rütbesi taktı.
(devam edecek)
Etiketler:
adana,
altan ceritoğlu,
ankara,
aşk,
bolu,
dedikodu,
dizi,
düzce,
erkekler,
FLASHland,
istatistik,
kültigin kağan akbulut,
mehmet serkan çellik,
meryem yaşar,
müzik,
paralel evren,
true blood
22 Ağustos 2011 Pazartesi
THE CONSPIRATOR (2010) by ROBERT REDFORD **
“The Conspirator/Suikast” Oscar alsın diye üretilmiş olduğunu gizleyemiyor. Gerçek yaşam öyküsü, tarihi drama, güçlü oyuncular, beylik laflar ve senaryoya sırtını dayayan, performansları öne çıkaran yapı. Belki Lincoln suikastını anlatan en iyi film olarak tarihe geçmekti planı, belki de fişek gibi bir mahkeme filmi olarak. Ama iyi bir film olarak dahi hatırlanmayacak.
18 Ağustos 2011 Cuma günü ülkemizde gösterime giren Robert Redford imzalı “The Conspirator/Suikast” filmini Filmlerim.com için yazdım. Okumak için buraya tıklayın.
21 Ağustos 2011 Pazar
BENİM YOLUMSA SANA DOĞRU
Dün sabah 06.14’de tamamen alakasız bir sebeple, uykulu gözler ve bulanık zihinle Kahramanmaraş’tan Gaziantep’e direksiyon sallamaya başladıktan bir süre sonra; şehirden ayrıldığımı söyleyen tabelanın biraz ilerisinde içime düştün. Sana gelmiyordum, senin yoldan haberin yoktu, son durağım epey uzağın olacaktı. Seninle zihnimi o yenilenen aydınlıkta kesiştiren tek şey doğuya istikametimdi. O yolun bir kısmı senin yolun diye, sana geliyor sandı saf yanım. Kendinden geçti.
Şu sıralar yaşadığın iç karartıcı ve çözülemez problemlerle uğraşmayı geceden gündüze taşımak üzereyken sen, ikimiz için boğazımı yırtan şarkılar söyledim.
19 Ağustos 2011 Cuma
STAKE LAND (2010) by JIM MICKLE *-
Yoğun bir muhafazakâr söylemi var filmin. Haçlar, Meryem Ana heykelleri ve “Tanrı” kelimesi her sahnede kendine yer buluyor. Tecavüze uğrayan bir kadının kendisini kurtaran Mister’a ilk ettiği cümle “bana Hristiyan olduklarını söylemişlerdi” oluyor. Kurtuluşun dinle olacağını vadeden umut taciri kardeşlikler ve tarikatlar yol boyu karşımıza dikiliyor.
19 Ağustos 2011 Cuma günü gösterime giren "Stake Land/Vampir Cehennemi" filmini Filmlerim.com için yazdım. Okumak için buraya tıklayın.
2011 AĞUSTOS TÜRKİYE VİZYON FİLMLERİ – 3.HAFTA
19 Ağustos 2011 Cuma günü gösterime giren dört yeni filmi Filmlerim.com için yazdım. Okumak için buraya tıklayın.
THE CONSPIRATOR – robert redford 19.08
STAKE LAND - jim mickle 19.08
CARS 2 - john lasseter 19.08
MANUALE D'AM3RE - giovanni veronesi 19.08
THE CONSPIRATOR – robert redford 19.08
STAKE LAND - jim mickle 19.08
CARS 2 - john lasseter 19.08
MANUALE D'AM3RE - giovanni veronesi 19.08
12 Ağustos 2011 Cuma
2011 AĞUSTOS TÜRKİYE VİZYON FİLMLERİ – 2.HAFTA
12 Ağustos 2011 Cuma günü ülkemizde üç yeni film gösterime girdi. Son aylardaki en düşük rakam. "Henri 4" ve "Hidden 3D"den uzak durmanızı tavsiye ediyorum. "Horrible Bosses" yokluktan izlenebilir belki. Filmlerim.com için yazdım. Okumak için buraya tıklayın.
HENRI 4 - jo baier 12.08
HIDDEN 3D - antoine thomas 12.08
HORRIBLE BOSSES - seth gordon 12.08
HENRI 4 - jo baier 12.08
HIDDEN 3D - antoine thomas 12.08
HORRIBLE BOSSES - seth gordon 12.08
BİR AYRILIK ŞARKISI: SEN KİMSEYİ SEVEMEZSİN (12.08.2011)
Seyfi Teoman’ın aylardır merakla beklediğim filmi “Bizim Büyük Çaresizliğimiz/Our Grand Despair”i izlemek için televizyonu açtım. Medya oynatıcı daha geç açıldığından birkaç saniye ulusal yayın yapan bir kanala gözüm ilişti. Latif Doğan’dan “Küstüm” dışında bir şarkı duydum ilk defa. “Bir ayrılık şarkısı seç, sessizce çal benim için”. Çok geçmeden medya oynatıcı açıldı ve ben filmimi izledim ama işte o melodi kaldı arabesk aklımda. Üniversitedeki sahtekâr abimin benimle ilgili tespitlerinden biriydi arabesk ruhum. Fizy’den arattım “Bir Ayrılık Şarkısı”nı. Meğer ne çok kişi söylemiş. Saatlerce dinledim hüzünlü bir keyifle. Durmadan aynı söz: Bir ayrılık şarkısı seç, sessizce çal benim için.
Bolu’daki sevgili arkadaşım Ahmet Pamuk muhteşem bir müzik gecesi yaşatmıştı aylar önce bize. Alkol, enstrümanlar, kadife bir ses, sevdiğini hissettiren gerçek bakışlar. Durmadan şarkı istiyorduk ortamdaki büyük müzisyenden. Ben, her zamanki gibi Hüner Coşkuner’in “Sen Kimseyi Sevemezsin”ini istemiştim. Ahmet de Ebru Yaşar yorumunu övmüştü şarkının. Lisede bir haftamı bu şarkıyı aramaya ayırdığımı hatırlıyorum. Herkese tek tek evdeki Hüner Coşkuner albümlerini araştırtmıştım. Tabi ne internet var ne mp3, ne de bizde kaset alacak para. Bulamamıştım. Bulup, ona dinletmek istiyordum. Kimseyi sevemeyeceğini bilmesini istiyordum.
Bu gece yüzlerce kez duyduktan sonra o cümleyi, seçtim bir ayrılık şarkısı. Aklıma geldi. Fizy’e “Sen Kimseyi Sevemezsin” yazdım. Saniyeler sonra Hüner Coşkuner, Zeki Müren, Mediha Şen Sancakoğlu, Gönül Yazar, Kamuran Yarkın ve Ebru Yaşar “Sen Kimseyi Sevemezsin” yorumlarıyla karşımdaydı. Zamanında haftalarca aradığım, yıllardır duymadığım kayıp şarkı, teknoloji sayesinde karşımdaydı.
Öngörümün ne kadar doğru çıktığını düşündüm. Kimseyi sevmediğini. Sevemediğini. Rüzgârların önünde, kuru bir yaprak gibi sürüklendiğini.
Bolu’daki sevgili arkadaşım Ahmet Pamuk muhteşem bir müzik gecesi yaşatmıştı aylar önce bize. Alkol, enstrümanlar, kadife bir ses, sevdiğini hissettiren gerçek bakışlar. Durmadan şarkı istiyorduk ortamdaki büyük müzisyenden. Ben, her zamanki gibi Hüner Coşkuner’in “Sen Kimseyi Sevemezsin”ini istemiştim. Ahmet de Ebru Yaşar yorumunu övmüştü şarkının. Lisede bir haftamı bu şarkıyı aramaya ayırdığımı hatırlıyorum. Herkese tek tek evdeki Hüner Coşkuner albümlerini araştırtmıştım. Tabi ne internet var ne mp3, ne de bizde kaset alacak para. Bulamamıştım. Bulup, ona dinletmek istiyordum. Kimseyi sevemeyeceğini bilmesini istiyordum.
Bu gece yüzlerce kez duyduktan sonra o cümleyi, seçtim bir ayrılık şarkısı. Aklıma geldi. Fizy’e “Sen Kimseyi Sevemezsin” yazdım. Saniyeler sonra Hüner Coşkuner, Zeki Müren, Mediha Şen Sancakoğlu, Gönül Yazar, Kamuran Yarkın ve Ebru Yaşar “Sen Kimseyi Sevemezsin” yorumlarıyla karşımdaydı. Zamanında haftalarca aradığım, yıllardır duymadığım kayıp şarkı, teknoloji sayesinde karşımdaydı.
Öngörümün ne kadar doğru çıktığını düşündüm. Kimseyi sevmediğini. Sevemediğini. Rüzgârların önünde, kuru bir yaprak gibi sürüklendiğini.
11 Ağustos 2011 Perşembe
SONY VAIO - VATAN BİLGİSAYAR
01.06.2011‘de Vatan Bilgisayar Ankara Söğütözü mağazasından 3839.73 TL ödeyerek Sony Vaio F21Z1E/BI CORE İ7-2630QM 2.0GHZ-8GB-640GB-16”-DVD/RWBR-1GB model dizüstü bilgisayar satın aldım. Ellerinde ürün olmadığından bir teslimat formu verdiler.
03.06.2011’de İzmir’den gelen kapalı kutuyu teslim alıp faturamı kestirdim. Kurulum Vatan Bilgisayar’ın söz konusu mağazasında görevliler tarafından yapıldı. Eve geldim, bilgisayarın aşırı yavaş çalıştığını, takılmalar ve donmalar olduğunu fark ettim. Sony servisini aradım. Ürünün satın alındığı ilk hafta satan yerin sorumlu olduğu söylendi.
04.06.2011’de Vatan Söğütözü mağazasına gittim. Servis sırasına girmem söylendi, bekledim. Bilgisayarı alıp teknisyenlerin inceleyeceği ve aranacağım söylendi. Aranmadım. Akşam saatlerinde gittim. “Siz gelip sorarsınız diye haber vermedik, hazır” dediler. Bir görevli format attıklarını, gayet düzgün çalıştığını, yavaşlığın sebebinin Sony Vaio’nun standart yazılımı olduğunu ve bunları silmem gerektiğini anlattı. Yaşadığım şehir olan Kahramanmaraş’a, evime geldim, Vaio programlarını sildim ve bilgisayarı kapattım. Uzun bir seyahate çıktım.
31.07.2011 Pazar günü seyahatten dönüp bilgisayarımı açtım. Aldığım günkü problemin aynen devam ettiğini gördüm. Format attım. Yarım saat düzgün çalıştı. Sonra yine aynı problem. Bilgisayarcı arkadaşıma gösterdim. İçinde gelen Toshiba HDD’nin dönüş hızının sisteme göre yavaş kaldığını, değiştirmem gerektiğini öğrendim. Elbette kabul etmedim. 3839.73 TL verdikten sonra bir de HDD almayacaktım. Altı kez daha format atıp farklı programları yüklemeyi-yüklememeyi denedik. Bilgisayarla gelen Windows imajında problem olabileceğini düşünüp başka bir orijinal DVD’den kurulumu bile denedik ama yüzde 71’de donup kaldı. İki deneyimli insan günlerce uğraştık, ne yaptıysak olmadı. Servise yollamaya karar verdim.
06.08.2011 Cumartesi Sony Eurasia’yı aradım. En yakın yer olarak Ankara’nın telefonunu verdiler. Ankara Vaio servisi Kahramanmaraş’a hizmet vermediğini söyledi. İstanbul’u aradım. Cihan Elektronik cihazı kabul etti ama kargo şirketi anlaşmaları olmadığından taşıma ücretini benim ödemem gerektiğini ve yolda ürün hasarlanırsa sorumluluk almadıklarını söyledi. Ürünün yolda mı yolsa ellerinde mi hasarlanmış olabileceğini nerden bilecektim? Sony Eurasia’yı yeniden aradım. Kahramanmaraş’taki Sony televizyon servisine götürmem önerildi ürün.
08.08.2011 Pazartesi günü Kahramanmaraş yetkili servisi Bayraktar Elektronik’e gittim. “Bilgisayarım bozuldu, servise yollamak istiyorum” dedim. Yetkili kişi “kutuyu oraya bırakıp gidebilirsin” dedi. Ben de “içinde ne var biliyor musunuz, adımı sormadınız, problemi sormadınız” dedim. Faturayı ya da kopyasını da istemedi. “Onlar ne zaman kime ne sattıklarını biliyorlar” dedi. Zorla ürünü kutudan çıkarıp sağlam teslim ettiğimi görmesini sağladım. İçine taş doldursam adam fark etmeyecekti çünkü. Aksesuarlara da bakmadı, ne eksik veya ne var sormadı. “Tamam, gidebilirsiniz” dedi yine. “Bana bir belge vermeyecek misiniz” diye sordum. “Formalitelerden hoşlanmıyorum” cevabını aldım. Tam olarak bu cümleyi kurdu. Ama ben bu kadar pahalı bir ürünü oraya öylece bırakıp gidemeyeceğim konusunda ısrarcı olunca eline bir servis formu aldı. Yazı yazmayı bile beceremeyen bu yetkili kişi zorla bilgisayarın modelini, benim telefonumu ve ismimi yazıp, otokopili kâğıdın bir nüshasını bana verdi. Ne zaman kargoya vereceklerini sorduğumda “geç oldu bugün” dedi ama saat 15:00 idi. Sonra da “bir bilgisayar daha var bak göndereceğim” diyerek, başka bir müşterinin güzelce paketlediği Vaio bilgisayarı açtı, bana gösterdi, kırık tuşları yere düşürdü, öylece toparlayıp kapattı. O müşteri bilmiyorum bundan haberi olsa ne yapardı. Benim paketimi de dağınıklık ve pislikten adım atılmayan dükkânının bir köşesine koydu.
15.08.2011 Pazartesi yani 8 gün sonra İstanbul Cihan Elektronik’i arayıp cihazımın durumunu sordum. Telefondaki kişi benim ismime kayıtlı bir cihaz teslim almadıklarını söyledi. Kahramanmaraş Bayraktar Elektronik’i aradım. Aynı kişi açtı telefonu ve “sevk irsaliyem bitmişti, matbaadan biraz geç aldım. 4-5 gün sonra yolladım” dedi.
Üç gün sonra Cihan Elektronik bilgisayarda kullanılan Toshiba HDD’nin arızalı olduğunu ve garanti kapsamında yenisi ile değiştirileceğini söyledi.
25.08.2011 Perşembe günü cihaz Kahramanmaraş’a kargo ile gönderildi. Ertesi gün Bayraktar elektroniği defalarca arayarak cihazımın gelip gelmediğini sordum. Listeleri olmadığından “sağdaki soldaki kutuları açıp” bakındılar. Akşam saatlerinde teslim aldım. Yine, tamirde geçen sürede ne yapıldığıyla ilgili bilgi ya da evrak edinemeden.
Bunları yazmamın sebebi Sony’nin marka değerinin Türk esnafı tarafından nasıl da kolay harcandığını göstermek. Benim aldığım bilgisayar ilk günden bozuk çıktı ve yenisini hak ediyordum ama Vatan Bilgisayar yüzünden şu anda tamir edilmiş bir bilgisayarım var. Kullanmıyorum. Hakkımı da helal etmiyorum. Ayrıca Bayraktar Elektronik’e her yıl yeniden “yetkili servis” belgesi veren zihniyetten bir daha asla alışveriş yapmam.
TOHUMLAR FİDANA, FİDANLAR AĞACA, AĞAÇLAR ORMANA
Biriyle tanışıp iyi arkadaş oluyorsunuz, araya yıllar giriyor. O sizsiz, siz onsuz onlarca şey yaşanıyor. Olsun yine de sevgi varsa kalplerde, bitmiyor.
Her yıl birbirimize doğum günü hediyeleri alırdık. Onunki yaklaştı diye alıp hazırlamıştım ben de hediyemi. Yaklaşık beş yıl geçti. Rengini bile unuttum ama işte sararmaya başlamış renkli kâğıt paketinde özenle bekliyor, kanepemin altında, vereceğim günü.
Evleneceğini öğrendim bilmem kaç yıllık sevgilisiyle. Aylar önce söz verdim geleceğim diye. O gün ailemden biri hasta oldu. Yaşadığım şehir bir türlü gelişmediğinden en yakın gelişmiş şehrin yoğun bakımına kaldırdık. Saatler ilerleyip düğüne yaklaştıkça, gidemeyeceğim diye üzüntü bastı. Bilmem kaç maddi manevi kredi kullanıp yorulup koşturup şehirlerarası ambulans kovalarken buldum kendimi ama sözümde durup yetiştim düğüne. Bir numaralı davetli gibi davrandım. Bizim kızımızdı evlenen. Adamı ya da gelenlerin yüzde 99.9’unu tanımasam da ev sahibi gibi hissettim. Yıllar da geçse kalbimdeki yeri değişmediği için arkadaşımın, kendimi iyi hissettim. Mutluluklar dileyip, hastane odalarına döndüm.
Aylar geçti. Yaşadığım gelişmemiş şehirden dokuz saat uzaklığa yerleşen, ev alan yeni evli kız arkadaşımın şehrine yolum düştü. Haber verdim geldiğimi ama çok işim vardı. Ailemden fazlasıyla ilgi bekleyen ve sıkıcı biri de yanımda olduğundan bir türlü görüşemedim bir haftalık süreçte. Ama oyalamadım da, doğrudan söyledim. “Bir ay sonra tekrar geleceğim ve bolca vaktimiz olacak, daha güzel olacak” diye.
Gelişmemiş şehre döndüm, bir ay geçti, gelişmiş şehre döndüm. İlk gün aradım. İşi vardı. Olabilirdi. Bekledim. Beş gün sonra aradım, yorgundu, olabilirdi. 22 gün kalacaktım ne de olsa. O nerede kaldığımı önemsemese de ben bir yolunu biliyordum orada kalmanın ve başarıyordum. Bir daha aradım falan derken 19.günün akşamına, saat 18.30 itibariyle davet edildim yeni evli çiftin yeni evine. 19 gündür evinde kaldığım dostumun da gelmek istediğini söyledim. O da benim bilmem kaç yıllık arkadaşımla tanışmak, ben gittikten sonra –birbirlerinden hoşlanırlarsa- görüşmek istiyordu. Yeni evli kız arkadaşım kabul etmedi. Yalnız kalmak istiyordu. Dedikodu yapmak. Ne zamandır görüşmediğimizi bahane edip fikre burun kıvırdı. Evinde kaldığım dostumla birlikte bir ev görme hediyesi almıştık oysa. Ne yapacağımı şaşırdım. O hediyeyi iptal edip daha mütevazı bir son dakika hediyesi aldım.
18.30 onun işten çıkma saatiydi. Yemekle ilgili tek laf etmeyince ben de yiyip gitmeye karar verdim. O şehirde bulunma sebebimle ilgili görevlerimi tamamlayıp aradım. Evinde kaldığım dostum bu uzak mesafeye ulaşmam için arabasını verdi. GPS ve 20 dakikalık yol tarifi sonucunda hedefime ulaştım. Kapıda gayet sıcak karşılandım ve sıcaklık bitti.
Yaklaşık üç saat oturdum evlerinde. Beni bilen bilir, 24 saat konuşabilirim. Konuşmaya çalıştım ama çok zordu. Evde kendisi dışında kocası, kardeşi ve üniversite yıllarından bir ev arkadaşı vardı. Biri artık kocası, diğeri zaten kardeşi, sonucu da –ev arkadaşı olanlar bilir- ikisinden de yakın olması muhtemel biriydi. En yabancı bendim. Ama/ayrıca misafirdim.
Kız arkadaşım nasıl olduğumu sordu. Birkaç cümle etmeye çalışırken ben, kocası dizüstünü dizinin üstüne aldı. Televizyon da açıktı. Gözler yeni başlayacak dizilerin reklamına kayarken ben de eşyalar konusunda ne kadar zevkli seçimler yaptıklarını övmeye koyuldum. Sehpanın üzerindeki fotoğraflığı hayatımda hiç fotoğraflık görmemiş gibi hayretle karşılarken yıllanmış ev arkadaşı kız “ay benim bilmem kimle burada fotoğrafım nasıl olur” diye çığlıklar atmaya başladı. Şortlu ve paspal bu kız-kadın benim hiç tanımadığım ve açıklanma gereği de duyulmayan muhtemel eski sevgilisinin fotoğrafını yırtmaya, ev sahiplerinden uzaklaştırmaya çalışırken ortam kızlar yurduna döndü. Ben ve söylediğim şeyler unutuldu. Evde boğuşmalı küçük bir arbede yaşandı.
Bu eski ev arkadaşı benimle ilgili hiçbir şey bilmiyordu. Bir ara doktor olduğumu duyup şaşırdı hatta. Artık bu akşam bize kim geliyor diye hiç merak etmeyen bu kız mı suçlu yoksa bu akşam bize şu geliyor diye iki kelime etme ihtiyacı duymayan benim arkadaşım mı, bilmiyorum.
Kola mı yoksa çay mı içeceğim saat 22 civarı soruldu. Gazlı içecek tüketmiyorum dedim sadece ve iki eski çok sevgili kız ev arkadaşı mutfağa geçti. Odada ilk kez birinin benimle ilgilenmesi de o ana denk geldi. Orada bulunma sebebim olan arkadaşımın erkek kardeşi daha önce hiç konuşmadığımız için bana birkaç nazik soru sordu. Geceden insanlığını takdir ettiğim tek kişi oldu böylece.
Sigara içmek isteyenler balkona geçerken just-married çift biraz sürtüştü ve koca bu yüzden yanımıza geç geldi. Sonra mutfak masasına geçildi. Ben hediyemi çıkardım. İsveçlilerden aldığım ve altısı da ayrı ayrı veya birlikte kullanılabilen vazo takımını ev sahiplerine sundum. Yeni koca konuştu: İki tanesi diğerlerinden kısa. Plastik mi bunlar?
Yeni kocanın, benim evlerinde bulunmamla ilgili gece boyunca ettiği tek laf bu oldu. Hoş geldin demişti. Bunları söyledi. Bir de güle güle falan dedi giderken. Hani şu ev gezmesine gidince herkes birbirine tek tek nasılsın der ya. Onu bile yapmadı. Bana bir kez bile nasılsın demedi. Tek kelime sohbet etmedi. O gün öğle saatlerinde yediği yemeğin midesini bozduğundan bahsederken dahi dikkatini çekmeyi başaramadım.
Ben: Nerede yemiştin? (onun gözlerine bakarak)
O: Antares (iki tanesi diğerlerinden kısa vazolara bakarak)
Ben kimin evine geldim ya! Cidden? Özür dilerim, rahatsız ettim.
Geri kalan süre birbirini çok iyi tanıyan eski sevgili-yeni koca, eskiden uzakta-şimdi yanlarında yaşayan erkek kardeş ve her daim en fazla detaya hâkim olması kaçınılmaz ev arkadaşı arasında “o gün ne güzeldi, ya şu nasıl şöyle yapmıştı” muhabbeti ile geçti. Eğer onlarla o şehirde onca yıl ev arkadaşlığı yapmadıysanız, ucundan köşesinden dâhil olmanız imkânsız bir muhabbet. Diğer herkes ölsün.
Hani biz yalnız kalalım dedikodu yapalım diye benim sizi bir kez bile görmemiş ama ev görme hediyesi almış dostumu istememiştin? Bu ne şimdi? Ne diyeceğini biliyorum. Bacaklı eski kız ev arkadaşı o öğlen gidecekmiş ama gidememiş. Benim arkadaş da şaşırmış gitmemesine. Peki, onunla onca yılı aynı evde geçirdin. Bilmem kaç gündür de yanında zaten. Bir yirmi dakika kocanın dizüstü bilgisayarı ve beyefendi kardeşinle içerde otursun, biz iki lafın belini kıralım, olmaz mı? Ben gideceğim birazdan siz yine yalnız kalacaksınız. Yirmi dakika tek elle direksiyon çevirip evini aradım, yirmi dakika yalnız kalmayı hak etmedim mi?
Hadi benimle konuşmaya erindi kocan, ben gelmeden üzerine bir pantolon da mı geçiremedi? Bu mudur misafir ağırlamak. Ben niye duş aldım o zaman? Biz her gün çat kapı birbirine gelen insanlar mıyız, ben mi farkında değilim?
Daha fazla güzel anı ölmeden kaçtım oradan. Yine büyük kibarlıklarla. Ve sakinleşmeyi bekledim. Yaklaşık on beş gündür bu yazıyı yazmamaya/yumuşatarak yazmaya çabalıyorum. Bu kadar başardım.
Kırılalım, küselim diye yazmıyorum. Bil diye yazıyorum. Özür de beklemiyorum, tartışmak da istemiyorum. Bilmeni istiyorum.
Bana telefonda “dostum” diye hitap ettiğinden kendimi bir bok sanıyormuşum gözünde ama o akşam gördüm ki öz kardeşine de kocana da “dostum” diye hitap ediyorsun.
Fotoğraflar: Çetin Baskın
Her yıl birbirimize doğum günü hediyeleri alırdık. Onunki yaklaştı diye alıp hazırlamıştım ben de hediyemi. Yaklaşık beş yıl geçti. Rengini bile unuttum ama işte sararmaya başlamış renkli kâğıt paketinde özenle bekliyor, kanepemin altında, vereceğim günü.
Evleneceğini öğrendim bilmem kaç yıllık sevgilisiyle. Aylar önce söz verdim geleceğim diye. O gün ailemden biri hasta oldu. Yaşadığım şehir bir türlü gelişmediğinden en yakın gelişmiş şehrin yoğun bakımına kaldırdık. Saatler ilerleyip düğüne yaklaştıkça, gidemeyeceğim diye üzüntü bastı. Bilmem kaç maddi manevi kredi kullanıp yorulup koşturup şehirlerarası ambulans kovalarken buldum kendimi ama sözümde durup yetiştim düğüne. Bir numaralı davetli gibi davrandım. Bizim kızımızdı evlenen. Adamı ya da gelenlerin yüzde 99.9’unu tanımasam da ev sahibi gibi hissettim. Yıllar da geçse kalbimdeki yeri değişmediği için arkadaşımın, kendimi iyi hissettim. Mutluluklar dileyip, hastane odalarına döndüm.
Aylar geçti. Yaşadığım gelişmemiş şehirden dokuz saat uzaklığa yerleşen, ev alan yeni evli kız arkadaşımın şehrine yolum düştü. Haber verdim geldiğimi ama çok işim vardı. Ailemden fazlasıyla ilgi bekleyen ve sıkıcı biri de yanımda olduğundan bir türlü görüşemedim bir haftalık süreçte. Ama oyalamadım da, doğrudan söyledim. “Bir ay sonra tekrar geleceğim ve bolca vaktimiz olacak, daha güzel olacak” diye.
Gelişmemiş şehre döndüm, bir ay geçti, gelişmiş şehre döndüm. İlk gün aradım. İşi vardı. Olabilirdi. Bekledim. Beş gün sonra aradım, yorgundu, olabilirdi. 22 gün kalacaktım ne de olsa. O nerede kaldığımı önemsemese de ben bir yolunu biliyordum orada kalmanın ve başarıyordum. Bir daha aradım falan derken 19.günün akşamına, saat 18.30 itibariyle davet edildim yeni evli çiftin yeni evine. 19 gündür evinde kaldığım dostumun da gelmek istediğini söyledim. O da benim bilmem kaç yıllık arkadaşımla tanışmak, ben gittikten sonra –birbirlerinden hoşlanırlarsa- görüşmek istiyordu. Yeni evli kız arkadaşım kabul etmedi. Yalnız kalmak istiyordu. Dedikodu yapmak. Ne zamandır görüşmediğimizi bahane edip fikre burun kıvırdı. Evinde kaldığım dostumla birlikte bir ev görme hediyesi almıştık oysa. Ne yapacağımı şaşırdım. O hediyeyi iptal edip daha mütevazı bir son dakika hediyesi aldım.
18.30 onun işten çıkma saatiydi. Yemekle ilgili tek laf etmeyince ben de yiyip gitmeye karar verdim. O şehirde bulunma sebebimle ilgili görevlerimi tamamlayıp aradım. Evinde kaldığım dostum bu uzak mesafeye ulaşmam için arabasını verdi. GPS ve 20 dakikalık yol tarifi sonucunda hedefime ulaştım. Kapıda gayet sıcak karşılandım ve sıcaklık bitti.
Yaklaşık üç saat oturdum evlerinde. Beni bilen bilir, 24 saat konuşabilirim. Konuşmaya çalıştım ama çok zordu. Evde kendisi dışında kocası, kardeşi ve üniversite yıllarından bir ev arkadaşı vardı. Biri artık kocası, diğeri zaten kardeşi, sonucu da –ev arkadaşı olanlar bilir- ikisinden de yakın olması muhtemel biriydi. En yabancı bendim. Ama/ayrıca misafirdim.
Kız arkadaşım nasıl olduğumu sordu. Birkaç cümle etmeye çalışırken ben, kocası dizüstünü dizinin üstüne aldı. Televizyon da açıktı. Gözler yeni başlayacak dizilerin reklamına kayarken ben de eşyalar konusunda ne kadar zevkli seçimler yaptıklarını övmeye koyuldum. Sehpanın üzerindeki fotoğraflığı hayatımda hiç fotoğraflık görmemiş gibi hayretle karşılarken yıllanmış ev arkadaşı kız “ay benim bilmem kimle burada fotoğrafım nasıl olur” diye çığlıklar atmaya başladı. Şortlu ve paspal bu kız-kadın benim hiç tanımadığım ve açıklanma gereği de duyulmayan muhtemel eski sevgilisinin fotoğrafını yırtmaya, ev sahiplerinden uzaklaştırmaya çalışırken ortam kızlar yurduna döndü. Ben ve söylediğim şeyler unutuldu. Evde boğuşmalı küçük bir arbede yaşandı.
Bu eski ev arkadaşı benimle ilgili hiçbir şey bilmiyordu. Bir ara doktor olduğumu duyup şaşırdı hatta. Artık bu akşam bize kim geliyor diye hiç merak etmeyen bu kız mı suçlu yoksa bu akşam bize şu geliyor diye iki kelime etme ihtiyacı duymayan benim arkadaşım mı, bilmiyorum.
Kola mı yoksa çay mı içeceğim saat 22 civarı soruldu. Gazlı içecek tüketmiyorum dedim sadece ve iki eski çok sevgili kız ev arkadaşı mutfağa geçti. Odada ilk kez birinin benimle ilgilenmesi de o ana denk geldi. Orada bulunma sebebim olan arkadaşımın erkek kardeşi daha önce hiç konuşmadığımız için bana birkaç nazik soru sordu. Geceden insanlığını takdir ettiğim tek kişi oldu böylece.
Sigara içmek isteyenler balkona geçerken just-married çift biraz sürtüştü ve koca bu yüzden yanımıza geç geldi. Sonra mutfak masasına geçildi. Ben hediyemi çıkardım. İsveçlilerden aldığım ve altısı da ayrı ayrı veya birlikte kullanılabilen vazo takımını ev sahiplerine sundum. Yeni koca konuştu: İki tanesi diğerlerinden kısa. Plastik mi bunlar?
Yeni kocanın, benim evlerinde bulunmamla ilgili gece boyunca ettiği tek laf bu oldu. Hoş geldin demişti. Bunları söyledi. Bir de güle güle falan dedi giderken. Hani şu ev gezmesine gidince herkes birbirine tek tek nasılsın der ya. Onu bile yapmadı. Bana bir kez bile nasılsın demedi. Tek kelime sohbet etmedi. O gün öğle saatlerinde yediği yemeğin midesini bozduğundan bahsederken dahi dikkatini çekmeyi başaramadım.
Ben: Nerede yemiştin? (onun gözlerine bakarak)
O: Antares (iki tanesi diğerlerinden kısa vazolara bakarak)
Ben kimin evine geldim ya! Cidden? Özür dilerim, rahatsız ettim.
Geri kalan süre birbirini çok iyi tanıyan eski sevgili-yeni koca, eskiden uzakta-şimdi yanlarında yaşayan erkek kardeş ve her daim en fazla detaya hâkim olması kaçınılmaz ev arkadaşı arasında “o gün ne güzeldi, ya şu nasıl şöyle yapmıştı” muhabbeti ile geçti. Eğer onlarla o şehirde onca yıl ev arkadaşlığı yapmadıysanız, ucundan köşesinden dâhil olmanız imkânsız bir muhabbet. Diğer herkes ölsün.
Hani biz yalnız kalalım dedikodu yapalım diye benim sizi bir kez bile görmemiş ama ev görme hediyesi almış dostumu istememiştin? Bu ne şimdi? Ne diyeceğini biliyorum. Bacaklı eski kız ev arkadaşı o öğlen gidecekmiş ama gidememiş. Benim arkadaş da şaşırmış gitmemesine. Peki, onunla onca yılı aynı evde geçirdin. Bilmem kaç gündür de yanında zaten. Bir yirmi dakika kocanın dizüstü bilgisayarı ve beyefendi kardeşinle içerde otursun, biz iki lafın belini kıralım, olmaz mı? Ben gideceğim birazdan siz yine yalnız kalacaksınız. Yirmi dakika tek elle direksiyon çevirip evini aradım, yirmi dakika yalnız kalmayı hak etmedim mi?
Hadi benimle konuşmaya erindi kocan, ben gelmeden üzerine bir pantolon da mı geçiremedi? Bu mudur misafir ağırlamak. Ben niye duş aldım o zaman? Biz her gün çat kapı birbirine gelen insanlar mıyız, ben mi farkında değilim?
Daha fazla güzel anı ölmeden kaçtım oradan. Yine büyük kibarlıklarla. Ve sakinleşmeyi bekledim. Yaklaşık on beş gündür bu yazıyı yazmamaya/yumuşatarak yazmaya çabalıyorum. Bu kadar başardım.
Kırılalım, küselim diye yazmıyorum. Bil diye yazıyorum. Özür de beklemiyorum, tartışmak da istemiyorum. Bilmeni istiyorum.
Bana telefonda “dostum” diye hitap ettiğinden kendimi bir bok sanıyormuşum gözünde ama o akşam gördüm ki öz kardeşine de kocana da “dostum” diye hitap ediyorsun.
Fotoğraflar: Çetin Baskın
5 Ağustos 2011 Cuma
2011 AĞUSTOS TÜRKİYE VİZYON FİLMLERİ - 1.HAFTA
5 Ağustos 2011 Cuma günü ülkemizde 6 yeni film vizyona girdi. Her hafta olduğu gibi Filmlerim.com için yazdım. Okumak için buraya tıklayın.
RISE OF THE PLANET OF THE APES - rupert wyatt 05.08
NORUWEİ NO MORİ - anh hung tran 05.08
THE SMURFS - raja gosnell 05.08
UNTHINKABLE - gregor jordan 05.08
MOTHER'S DAY - darren lynn bousman 05.08
LE VILLAGE DES OMBRES - fouad benhammou 05.08
RISE OF THE PLANET OF THE APES - rupert wyatt 05.08
NORUWEİ NO MORİ - anh hung tran 05.08
THE SMURFS - raja gosnell 05.08
UNTHINKABLE - gregor jordan 05.08
MOTHER'S DAY - darren lynn bousman 05.08
LE VILLAGE DES OMBRES - fouad benhammou 05.08
BATTLE LOS ANGELES (2011) by JONATHAN LIEBESMAN **
John Travolta'lı Simon West filmi "The General's Daughter/Generalin Kızı"ndan tanıdığımız Christopher Bertolini imzalı senaryodan Sony çatısı altında Jonathan Liebesman tarafından çekilen "Battle Los Angeles/Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı" bu yılın ilk büyük yapımlarından biriydi. Aaron Eckhart ve Michelle Rodriguez'li kadrosuyla açılış haftasında 70 milyon dolarlık bütçesinin yarısını çıkaran film toplam gişesiyle hayal kırıklığı yaratmıştı.
12 Ağustos 2011 günü uzaylıların dünyayı su için ele geçirme savaşını anlatan "Battle Los Angeles/Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı" adından da anlaşılacağı üzere savaşın Amerika kısmını anlatıp, Roland Emmerich aşırılıklarına kaçmadan, diğer ülkelerde yaşananları televizyon ve radyo haberleriyle duyuruyor.
Saldırının 24 saat öncesinde karakterleri tanıtmaya girişiyor film. Emekliliğini istemiş, son görevi hariç mükemmel bir üstçavuş, düğünü için çiçek seçen bir taze damat, hamile karısının göbeğini öpüp evden çıkan direk erkek ve kardeşinin mezarını ziyaret eden doğuştan askerin yer aldığı ana kadroyla tanışınca hala izlemekten vazgeçmediysek çok geçmeden aksiyonun içine çekiliyoruz. 10 yıl öncesinin Oscar'lı Ridley Scott filmi "Black Hawk Dawn/Kara Şahin Düştü"nün yeniden çevrimi diyebileceğimiz aksiyon sahneleri uzaylı filmlerinden çok zombi külliyatına yakın duruyor. Düşmanın ele geçirdiği bölgeye girip sağ kalan sivilleri kurtarmakla görevli ekibin yıkık şehirde hayatta kalmaya çalıştığı, binaları kale gibi kullandığı sekanslar onlarca zombi filminden ve başarılı televizyon dizisi "The Walking Dead"den çorlanmış.
Filmin gerçekten çok kaliteli bir işçiliğe sahip olduğunu teslim etmek gerek. Özel efektler, detaylı setler, ses tasarımı ve yakın plan çekimlerin bütünü gerçekçi. Geniş coğrafyasına rağmen yapay göründüğü tek sahne yok. Teknik ekibin bu başarısına senarist ve yönetmen ne yazık ki dahil olamamış. Amerika propagandasının ve kusturucu milliyetçiliğin yerli yerinde olduğunu söylemek bile lüzumsuz ama Jonathan Liebesman'ın bazen bize nerede olduğumuzu unutturan savrukluğu affedilemez. Beş yıl önce kotardığı "The Texas Chainsaw Massacre: The Beginning/Teksas Katliamı: Başlangıç"ta çok daha iyiydi. Büyük çaplı bu filmin tam olarak altından kalkamamış.
Aaron Eckhart bu tarz filmlerin prototip başrol suratını aynen devam ettirmiş. Michelle Rodriguez ise kendi rol seçimlerinin parodisine soyunmuş diyebiliriz.
Oldukça kaliteli olmasına rağmen duygusuz ve ilginçlikten uzak bir Hollywood aksiyonu. Adı bile zor hatırlanacaktır.
Etiketler:
2011,
aaron eckhart,
ağustos,
aksiyon,
eleştiri,
FLASHland,
hollywood,
john travolta,
jonathan liebesman,
mehmet serkan çellik,
michelle rodriguez,
ridley scott,
sinema,
usa
TRANSFORMERS: DARK OF THE MOON - An IMAX 3D Experience (2011) by MICHAEL BAY **-
Serinin üçüncü filmi "Transformers: Dark of The Moon/Transformers 3: Ay'ın Karanlık Yüzü" büyük tantanayla tüm dünyada aynı anda gösterime girdi. Kafasız aksiyon sinemasının süper starı Michael Bay yıllar önce Transformers oyuncaklarının filmini yapacağını duyurduğunda herkes katıksız bir aksiyon gösterisi beklentisine kapılmıştı. İlk film geldi; beklenenin çok üzerinde, zamanının en yüksek teknolojisine sahip nefes kesici sahneler izledik. Kötü espriler, temel insani değerlere karşı umursamazlık ve Amerika propagandası yerli yerindeydi ama öyle iyi çekilmiş ve kurgulanmış sahneler vardı ki seyirci koltuğa yapışmış ve gördüklerinin en iyilerinden biri olduğunu düşünmüştü. Aynı anda olan her şeyi birden takip etmek neredeyse imkansızdı, çok ama çok eğlenceliydi. İkinci film "Transformers: Revenge of the Fallen/Transformers: Yenilenlerin İntikamı"ndan da beklenti yüksekti ama Michael Bay elindeki lazer tabancasıyla çıldırmış, sağa sola ateş eden bir çocuk gibi davranmıştı. Sallanıyor, yuvarlanıyor, gürültü çıkarıyor ama kimseyi vuramıyordu. Film, tahammül edilmesi zor bir bulamaçtı. Anlamsız ve iticiydi. İki film arasında bu kadar fark olabilirdi.
Ve Bay, ilk filme yakın duran hatta karakterleri derinleştirmeye çabalayan üçüncü halkayla döndü. Üç boyutlu kameralarla çekilen yeni film için daha önce denenmemiş çekimler deneyen ve projeye kendini adayan yönetmen IMAX başta olmak üzere dünya çapında üç boyutlu projeksiyon yapabilen neredeyse tüm salonları parselleyip filmini bize sundu.
"Transformers: Dark of the Moon/Transformers 3: Ay'ın Karanlık Yüzü" karizmatik bir sesin tarihi yeniden yazışıyla açılıyor. Amerika ve Rusya'nın uzay projelerinin motivasyonu filmin evreniyle kesiştirilip alternatif bir geçmiş anlatılıyor. Bilimkurgu meraklılarının yüzünde hoş bir tebessüm oluşturması garantili açılışın ardından kısa tutulmuş bir aksiyon izliyor ve aradan geçen zamanda karakterlerimizin neler yaptığını öğrenmeye başlıyoruz. Sorun şu ki bu kısım bitmek bilmiyor. Yeni kadın başrol Rosie Huntington-Whiteley'in kalçalarının peşinde, dudaklarının arasında, gözlerinin içinde oyalanıyoruz. Ufak robotların, Sam'ın anne babasının bizi güldürmeye çalışmasına katlanıyoruz. Fragmanda görüp iştahlandığımız sahneler bir türlü gelmiyor. Geldiği zaman da ilk filmin cesaretinden uzak kalıyor. Üç boyutlu kameralar sayesinde daha fazla ayrıntı yakalansa da Michael Bay'in istediği kadar esnek çalışmadığı anlaşılıyor.
Transformers serisinin üçüncü filmi gürültülü, şamatacı ve büyük ama sıkıcı. Ciddiye alınma çabası sonuçsuz. İkinciden iyi, üçüncüden kötü, olmasa da olurdu. Ehren Kruger'dan çok daha iyi bir senaryo beklerdim.
Etiketler:
3D,
aksiyon,
ehren kruger,
eleştiri,
FLASHland,
IMAX,
mehmet serkan çellik,
michael bay,
real d,
rosie huntington whiteley,
shia labeouf,
sinema,
transformers,
XpanD
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
2023 - Kalan 6 Ay
Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...
-
Başlığın bile yeterince şok edici olduğunun farkındayım. Günlerdir arabesk soslu aşk nidalarımı okumaktan sıkılmışsınızdır belki düşüncesiyl...
-
Yasemin Alkaya; bale eğitimi almış, konservatuar mezunu bir tiyatro sanatçısı olarak tanınıyor. Fotomodellik de yapmış ve bir kafe işletiyor...