26 Ekim 2010 Salı
THE SOCIAL NETWORK (2010) by DAVID FINCHER ****
19 Ocak 2000 Çarşamba günü artık maç gösterimi yapan ortalama bir sinema salonunda Fight Club(1999) filmini izlediğimde yalnızca 16 yaşındaydım ve bu bir salonda görme şansına eriştiğim 25. filmdi. İzlediklerim karşısında neredeyse hiç gözümü kırpmamıştım ve yıllarca üzerine konuştum. O gün, yönetmen olmak istiyorum dedim. Sinema beni büyülemişti.
Aradan geçen on yılda birçok ülkeden farklı türlerde ve çeşitli akımlara mensup binden fazla film izledim. Sinemanın ne olduğunu, nasıl yapıldığını, dünyasını öğrendim hatta üretebilme şansına eriştim. Gördüğüm hiçbir şey David Fincher ile ilgili fikrimi değiştirmedi. Beni en çok etkileyen sahneleri çeken, ben de olsam böyle filmler yapardım dediğim ve hiçbir filmiyle beni üzmeyen tek yönetmen olmaya devam etti.
1992 senesinde Alien serisine Ridley Scott ve James Cameron’un ardından halka katması istenen Fincher; ilk filminde ismi duyulmamış olsa bile böyle büyük bir beklentiye film yaptı. Eli yüzü düzgün, akıp giden bir yapımdı ancak ne Fincher için işledi ne de hayranlar.
Üç yıl sonra tüm zamanların en iyi polisiye filmlerinden birine imza atan yönetmenin Se7en(1995)’da kurduğu atmosfer ve bir araya kusursuzca getirdiği diğer her şeyin aradan 15 yıl geçmesine rağmen aşılamadığını düşünen çok sayıda insan var.
The Game(1997)’de oyuncaklı bir öyküyü inandırıcı kılıp seyirciyi diken üstünde tutmayı başaran Fincher, yine hatasız bir filme imza atmıştı.
Ancak onu tüm dünyadaki erkeklere tanıtan Fight Club(1999) oldu. Günümüzde birçok ülkede sinemadan hiç anlamayan insanlara bile sorsanız hayatlarında izledikleri en iyi filmlerden biri olarak büyük klasiklerin yanında Dövüş Kulübü’nü de sayarlar. Ödül törenlerinin görmediği, eleştirmenlerin burun kıvırdığı yapımın hakkı geç teslim edildi. Artık Dövüş Kulübü’nün tüm zamanların en iyi 20 filminden biri olduğunu kimse inkâr edemez.
Dövüş Kulübü’nden sonra kendiyle yarışmaya başlayan Fincher, tek odada ve tamamen karanlıkta geçecek bir film yapacağını duyurdu. Nicole Kidman’ın oynaması düşünülen yapımın bu iddiası fazlasıyla riskli bulunduğundan yapımcı şirket tarafından mekân eve genişletildi ve ışıklar biraz açıldı. Kidman sağlık problemleri nedeniyle projeden ayrılınca da, daha doğru bir seçim olan Jodie Foster başrolü kaptı. Hiçbir şeyden yola çıkıp kan donduran bir gerilim çekmeyi başaran yönetmene “görüntü virtüözü” lakabı uygun görüldü ve ne yapsa beğenmeye hazır kitleler oluştu. Fincher’ın Panik Odası’nda kullandığı plan ve çerçeveler halen yerli yabancı birçok filmde tekrarlanıyor.
2007’de Zodiac’ı duyurduğunda sinemaseverler yeni Se7en(1995) beklentisiyle heyecanlandı. Oysa bu kez Fincher tüm enerjisini olayı etraflıca anlatmaya ayırmıştı. Bir noktadan alıp başka bir noktaya ulaştırdığı öyküyü dümdüz anlatan yönetmen, imzası olan “nesnelerin içinden geçen kamera” dâhil birçok görsel numarasını neredeyse hiç kullanmadı. Tek yaptığı zaten başarılı senaryoyu hakkıyla görselleştirmek olsa da, toplamda kusursuz bir iş kotardı.
Ertesi yıl canı Oscar almak istedi. The Curious Case Of Benjamin Button(2008) tam bir ödül projesiydi. İlginç fikir, yaşam öyküsü, drama, A sınıfı oyuncular, gösterim tarihi, bütçesi, reklamı vs. ile tam bir hesap işi olan yapım, az kişinin cesaret edebileceği görsel zorluklar içeriyordu. Bu tersten yaşanan hayat hikâyesinde yönetmen yine döktürdü. Fincher alıştığımız ruhundan ve cesaretinden eser olmasa da yine kusursuz filmini yaptı ama aday olduğu 13 daldan sadece üç teknik ödüle erişebildi.
Yazımınız ana konusu The Social Network(2010) ya da ülkemizdeki adıyla Sosyal Ağ; Facebook filmi olarak tanıtıldı. Mazisi çok yeni olsa da interneti yutmak üzere olan ve kurucusunu dünyanın en genç milyarderi yapan söz konusu internet sitesinin nasıl kurulduğunu anlatan yapım, bunu birkaç odanın içinde yapıyor. Yönetmenin filmografisinden Zodiac(2007) ile akraba sayabileceğimiz Sosyal Ağ, onun gibi bir yerden bir yere gitme çabasında bol-uzun-kaliteli diyaloglarla örülü düz bir film. Açılış sahnesinde Mark Zuckerberg’in Harvard Üniversitesinde koşturduğu sahneleri tepeden takip eden kamera “arkamdaki isim David Fincher” diye bağırıyor. Her yönetmenin filminin açılışında kullanmayı tercih edebileceği mizansenler içeren sahne Fincher dokunuşuyla büyülü bir şekilde etkileyici oluyor. Kullandığı ölçekler ve geçişler Harvard’ı ilk kez görsek de kısa sürede coğrafyasına hâkim olmamızı sağlıyor.
Filmin 121 dakikalık süresi boyunca Fincher hayranlarını koltuklarını dikleştirmek durumunda bırakacak bunun gibi bir sahnesi daha var. DJ kabininden başlayıp dev bir kulüpte dans edenlerin üzerinden süzülen kamera, locada oturan Mark, Sean Parker ve yanlarındaki iki güzele ulaşmadan önce korkulukların içinden geçiyor. Ama hepsi bu, başka yok.
Elbette filmin tüm çerçeveleri mükemmel, sıkıcı olabilecek yapısı kurgu hamleleri ile kurtarılmış ancak mahkeme filmlerine göz kırpan senaryosu karakterleri birkaç odaya hapsettiğinden yönetmenin yapabilecekleri sınırlı. Masa başında konuşan kafaları resmederken farklı noktalara odaklanarak durgunluğu aşan yönetmenin filmin geneline yayılan bu odak noktası seçme tercihi daha geniş ölçeklerle çekilmiş kürek sahnelerinde de kendine yer buluyor.
Filmde Fincher’ın Winklevoss ikizlerini tek aktöre oynatmayı tercih etmesi, bu durağanlıktan kendine zorluk çıkarma çabası olarak yorumlanabilir.
Film gösterime girdikten sonra yönetmenliğinden çok senaryosu ile gündeme geldi denebilir. Hayvan hakları savunucularının tavuğa tavuk yedirme esprisini kullanmaları, “I am CEO, bitch” kartvizitinin yeni kuşağın alışkanlıklarını özetlemesi, Harvard’lıların bir işe girmek yerine bir iş icat etmeyi daha kolay bulması gibi zekânın tembelliğine yapılan göndermeler konuşulmaya başlandı. Nefes aldırmayan yüzlerce satır diyalog içeren filmden bu kadar çok cümle hatırlanması yapımın amacına ulaştığını gösteriyor.
David Fincher dışında çok az kişinin elinden izlenebilecek senaryo kusursuz bir filme dönüşse de, yönetmenin bu hikâyesini hevesle anlatırken görsel gücünü evde bırakan film yapma tavrı hayranlarını üzüyor.
David Fincher şimdi üç filmle birden geliyor. İlk olarak yeniden çevrim The Girl with the Dragon Tattoo(2011)’yu izleyeceğiz. İki yıl sonrasında da The Killer ve uzun yıllardır rafta beklettiği projesi Arthur C. Clarke romanı Rendezvous with Rama gelecek. Beş yıl daha ara vermeyeceğini bilmek, Sosyal Ağ’ın Fincher filmi yerine sadece iyi bir film olmasının verdiği burukluğu biraz olsun geçiriyor.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
2023 - Kalan 6 Ay
Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...
-
Başlığın bile yeterince şok edici olduğunun farkındayım. Günlerdir arabesk soslu aşk nidalarımı okumaktan sıkılmışsınızdır belki düşüncesiyl...
-
Yasemin Alkaya; bale eğitimi almış, konservatuar mezunu bir tiyatro sanatçısı olarak tanınıyor. Fotomodellik de yapmış ve bir kafe işletiyor...
Fight Clup favori filmimdir ,.chuck palahniuk favori yazarımdır ..Social Network David fincher a rağmen gitmek istemediğim bir filmdi izlesemmi diye düşündüm...Panik odasında jodie fosterın performansı süperdi ,Game biraz daha fincher tarzıydı ,Button ,slumdogdan daha iyi filmdi ama slumdogun hollywodvari havası buttonda yoktu.
YanıtlaSilGela Babluani nin ,Tzemati filmini izledinmi ?
karşıma sık çıkan bir filmdi, bolca övgü duydum ama izleyemedim. öneriyorsan izleyeyim.
YanıtlaSilSenin yorumunu merak ediyorum..izlersen sevinirim
YanıtlaSil