31 Aralık 2009 Perşembe
2009 YILININ EN İYİ FİLMİ: BAKJWI (2009)
2. RACHEL GETTING MARRIED (2008)
3. TOWELHEAD (2007)
4. SYNECDOCHE, NEW YORK (2008)
5. THE CURIOUS CASE OF BENJAMIN BUTTON (2008)
6. REVOLUTIONARY ROAD (2008)
7. CHANGELING (2008)
8. CACHé (2005)
9. ANTICHRIST (2009)
10. WHATEVER WORKS (2009)
11. KLEINE FREIHEIT (2003)
12. ORPHAN (2009)
13. TROPIC THUNDER (2008)
14. INGLORIOUS BASTERDS (2009)
15. MOON (2009)
16. THE READER (2008)
17. FROZEN RIVER (2008)
18. TEETH (2007)
19. REISE DER HOFFNUNG (1990)
20. ABRE LOS OJOS (1997)
21. GRAN TORINO (2008)
Listem elbette çoğu insana anlamsız gelebilir çünkü sadece 2009 yapımı filmleri konu etmiyorum. Bu liste benim 2009 yılı içerisinde çeşitli medyalardan izlediğim 123 uzun metrajlı film arasından kişisel beğenilerimi yansıtıyor. O yüzden diğer “en iyiler” listelerine bir cevap olarak değil, arkadaşlarıma naçizane önerilerim olarak algılanmasını tercih ederim. Mutlu yıllar!
THE GIRLFRIEND EXPERIENCE (2009) by STEVEN SODERBERGH **
Tüm ayrıntıların etraflıca düşünülüp detayların incelikle tasarlandığı, her seferinde çok kaliteli fakat yapay ve samimiyetsiz Soderbergh filmlerinin sonuncusu; yönetmenin filmografisinde 269 dakikalık Che(2008) sönüklüğünün ardından 77 dakikalık bir sinek ısırığı gibi duruyor. Bunu elbette süresine değil çapına bakarak söylüyorum. Ne uzunlukta olurlarsa olsunlar yönetmenin filmleri sıkıcılıktan kurtulamıyor ne de olsa. İlk ve en iyi filmi Sex, Lies, and Videotape(1989)’den bu yana beni aynı yıl iki filmiyle birden Oscar’a aday olduğu sırada bile etkileyemeyen yönetmen, izlediğim 13 filmini de aynı formüller üzerinden ilerletti. Hani derler ya bazı yönetmenler aynı filmi çekip dururlar diye, Soderbergh’in de bir yerine iki filmi var ve durmadan o filmleri tekrar çekiyor gibi. Ocean’s Thirteen(2007) filminde de birlikte çalıştığı senaryo yazarlarının donuk metnini uzaktan gözlemleyen bir kamera, flu yüzler ve ters ışıklar eşliğinde görselleştiren Soderbergh, filmin son on beş dakikasında hem görüntüyü hem de karakterini netleştirmeyi tercih etse bence çok geç kalıyor. Soderbergh yılda iki film çekme maratonundan kendini sıyırıp sinemasını yenilemediği sürece geride kalan övgü dolu güzel günlerinin bir daha gelmeyeceğini birinin ona anlatması gerek.
30 Aralık 2009 Çarşamba
İKİ DİL BİR BAVUL (2009) by ÖZGÜR DOĞAN-ORHAN ESKİKÖY **
So what? An unlikeable Turkish primary school teacher with an awful haircut has been sent to a Kurdish village and the children didn’t know Turkish. Nice plot, good performances from children and families unlike Emre Aydın, but nothing else. I know why you like it and you know why i don’t. I appreciate the hard work beyond the movie. It’s very hard to live in such condition for a year whole crew and be a part of local people but where is the trick? Where is the interesting part of it? Where is good observations about Kurdish and Turkish people live together? Nice try but no success. Two awards from Altın Koza, Best Middle East Documentary in Middle East International Film Festival, Best First Movie in Altın Portakal and Gümüş Boğa from Festival on Wheels? Give me a break! It’s obvious that some people has been sentimental about this mockumentary, that’s all and unfortunately this is what all award ceremonies turn into.
2009 YILININ EN İYİ YÖNETMENİ: DAVID FINCHER – THE CURIOUS CASE OF BENJAMIN BUTTON
2009 YILININ EN İYİ SENARYOSU: CHARLIE KAUFMAN – SYNECDOCHE, NEW YORK (2008)
2. ALAN BALL - TOWELHEAD (2007)
3. WOODY ALLEN - WHATEVER WORKS (2009)
4. JUSTIN HAYTHE - REVOLUTIONARY ROAD (2008)
5. YÜKSEL YAVUZ ve HENNER WINCKLER - KLEINE FREIHEIT (2003)
6. DAVID JOHNSON - ORPHAN (2009)
7. MICHAEL HANEKE - CACHé (2005)
8. BEN STILLER, JUSTIN THEROUX ve ETAN COHEN - TROPIC THUNDER (2008)
9. MITCHELL LICHTENSTEIN - TEETH (2007)
2009 YILININ EN İYİ KADIN OYUNCUSU: CHARLOTTE GAINSBOURG - ANTICHRIST (2009)
2009 YILININ EN İYİ GÖRSEL EFEKTİ: G.I. JOE: THE RISE OF COBRA (2009)
2012(2009) filminin Kaliforniya’yı yerle bir ettiği sahneler elbette çok iyiydi ancak G.I. Joe’nun Paris sokaklarında yaşattığı mükemmel ayrıntılar içeren kovalamaca sahnesinin bu yıl eşine rastlanmadı. Transformers: Revenge Of The Fallen(2009) filminden çok ümitli olsak da kaos izleyenleri hayal kırıklığına uğratmıştı. Avatar(2009) filmini henüz göremediğim için yorum yapamıyorum ama daha iyi olduğunu bilmek için kâhin olmaya da gerek yok.
2009 YILININ EN İYİ ANİMASYON FİLMİ: 9 (2009)
Tam da bu yıl özgün bir animasyon izleyemedim derken yılın son günlerinde karşıma çıkan 9, kötünün iyisi kadrosundan gönlümü çalmayı başardı. Up(2009) diyen ve dememi bekleyenlere cevabım http://serkancellik.blogspot.com/2009/10/up-2009-by-pete-docter-bob-peterson.html The Princess and the Frog(2009) filmini izleyemediğim için yorum yapamıyorum.
27 Aralık 2009 Pazar
9 (2009) by SHANE ACKER ***
Yönetmen Shane Acker aynı adlı 2005 yapımı 11 dakikalık kısa animasyonu ile Oscar’a aday gösterilmişti. Bu kısa film ile Tim Burton ve Timur Bekmambetov’un dikkatini çekip destek aldı. Elimizde Harry Potter serisinin 6.kitabını okuyanların Lord Voldemort’un büyük sırrı Hortkuluk’ları fazlasıyla hatırlayacağı bir hikâye var. Ekip sanki bu öyküyü ünlü seriden ödünç alıp Terminator’ün gelecekte geçen sahnelerine entegre ederek aksiyon sinemasına göz kırpan başarılı bir animasyon yapmış. Pixar’ın sürekli kendini tekrar ettiği börtü böcek mutluluk filmlerine alternatif, post-apokaliptik bir animasyon izlemek için buyurun fakat daha önce görmediğiniz bir şeyler beklemeyin.
YILSONU İSTATİSTİKLERİ: GEZİLER
2009 yılı ülke içinde en çok gezdiğim yıl oldu. Türkiye’nin 10 ilini toplamda 51 kez ziyaret ettim. Bütün yıl 15000 kilometre araba kullandım, arkadaşlarımın yan koltuğunda gezdiğimin haddi hesabı yok. Yine beni sevmeyen iki şehir İstanbul ve Bursa oldu. Defalarca planlamama rağmen bir türlü gidemedim.
26 Aralık 2009 Cumartesi
Geçen yıl bu zamanlar tanıştığım biri vardı. Ona karşı sadece bir akşam çok iyi oldum. Doğum günüydü. Sonra o bana üç ay iyi oldu. Beni gerçekten sevmiş, benim mutlu olmamı istemişti. Aklınıza gelecek her türlü maddi manevi şeyi yapmaya hazır gibiydi benim için, bir kısmını yapıyordu da. Ben ise onu ittim. Önce yatağımdan, sonra evimden, sonra telefonumdan ve en nihayetinde de hayatımdan. İlk değildi, son da olmayacaktı. Kaçan Fırsatlar Ltd. Şti. gibi hissediyorum. Umurunda olmadığın birine altı ayını ver, etrafında sevgiyle zıplayanları tekme tokat gönder. Aferin bana.
FUNNY PEOPLE (2009) by JUDD APATOW **
Judd Apatow’un okyanus ötesinde yere göğe sığdırılamayan mizahı size göreyse, yazar ve/ya yapımcılığını yaptığı yığınla iş sizi bolca eğlendiriyordur. Oldukça üretken komedyenin kahkaha attırmak yerine düşündürmeyi seçtiği üçüncü uzun metraj filmi Amerika’yı yeniden keşfe çıkıyor. Öleceğini öğrenen çok ünlü ve zengin bir komedyenin hayata bakışındaki değişimleri daha önce bu konuda yapılan yüzlerce filmden birinde izlemediyseniz Funny People sizin için.
THE OTHER MAN (2008) by RICHARD EYRE ***
Dört dalda Oscar’a aday olan ve bence yalnız o yılın değil tüm zamanların en iyi senaryolarından birine sahip Notes On A Scandal(2006) filmini başarıyla yöneten Richard Eyre’nin yeni filmi yıldız oyuncu kadrosu ve sürpriz yapmaya çalışan finali bir köşeye dursun, atmosferi ile öne çıkıyor. Karısının aşığını hızlı kesmeler ve hiç dinmeyen bir müzik eşliğinde dizilmiş estetik planlar ve Milano görüntüleri arasında arayan sinirli koca Liam Neeson ve karısının aşığı Antonio Banderas’ın dansı filmin ilk saatini bir çırpıda alıp götürüyor. Ne zaman ki yapımın amacının su katılmamış bir aşk hikâyesi yazmak değil de sürpriz sonlu ve bol oyuncaklı bir film yapmak olduğu anlaşılıyor, o zaman senaryoda büyük gedikler açılıp bir türlü bitmeyen 25 dakikalık ıstırap başlıyor. Birinci sınıf işçilik ve yetenekle yönetilmiş filmin şaşırtma sevdası ağızda buruk bir tat bırakıp başarılmış noktalarını da unutulmaya mahkûm ediyor. Ben yine de bu vesile ile Notes On A Scandal’ı bir kez daha herkese tavsiye etmek istiyorum. O filmin eşi benzeri görülmemiş çift yönlü okunabilen ve bunu başarırsanız bir oturuşta iki birbirinden iyi film izlemiş sayılacağınız yapısı ile The Other Man’in sürprizi bilerek izlendiğinde farklı anlaşılma çabasının meyve vermemesi, başarı ve başarısızlık kelimeleri arasındaki uçurumu hiç bu kadar derinleştirmemişti.
KANAL-İ-ZASYON (2009) by ALPER MESTÇİ *-
Hiç kimsenin başrolde olmadığı, türdeş Türk komedilerinin uygulayabildiği tek formül olan skeç mantığına kendince kılıf bulmuş, öykü ya da dramatik yapı kurmakla ilgilenmeyen, yaratıcı ekibinin televizyonda da yıllardır sergiledikleri medya eleştirisi takıntısını perdeye taşıyan bir yapım bu. Ekrana çıktıkları zaman bir türlü programı bağlayamayan Okan Bayülgen ve ekibi, filmde de aynı şekilde davranıyor. Yaklaşık on yıldır bizi eğlendirdikleri Medya Arkası’nı bu kez canlandırma olarak sunarken, güldürme konusunda televizyondakinden biraz daha başarılı olsalar da sinema filmi yapmanın gereklerini yerine getirmiyorlar. Bayülgen’in Hakan Yılmaz’ın aksine zaman geçtikçe karakterinde kalamaması filmi zedeliyor. Sınırlı sayıdaki esprileri bittiğinde huzurlarımızdan ayrılmak yerine aynı görüntüleri perdede yinelemeleri can sıkıyor.
25 Aralık 2009 Cuma
DİYARBAKIR GÜNLÜKLERİ 1
Bu yıl Diyarbakır’da 4-13 Aralık tarihleri arasında ilk kez gerçekleştirilen Uluslararası Kürt Sineması Konferansı’ndan döndüğümden beri Kürt sineması üzerine bir yazı yazmak istiyorum ancak bütün akademisyenlerin önceden hazırladıkları metinlere sıkı sıkıya bağlı kaldıkları ve sonrasında e-mail yoluyla dağıtılan konferansla ilgili bilimsel bir yazı yazma çabası bilinen şeyleri tekrar etmekten fazlası gibi görünmedi. Elbette konferansın ilk günü yönetmenlerin anlattıkları ve salonun dışında konuşulan şeyler var ama bunlar da elimizdeki hazır metinlerin çok ötesinde bilgiler sunmuyor. Yine de yaşadıklarımı anlatma isteğim yerli yerinde. Bu yüzden işin yazması daha kolay magazin kısmını sunacağım sizlere.
AWAY WE GO (2009) by SAM MENDES **
Sam Mendes’in geniş dağıtımı ve uluslar arası tanıtımı yapılmayan ilk ve en küçük filmi Away We Go’dan haberiniz bile olmaması muhtemel. Geçen yıl Revolutionary Road(2008) ile büyük bir başarıya imza atan American Beauty(1999)’nin Oscar’lı ve gerçekten yetenekli yönetmeninden bahsediyoruz. Vendela Vida ve Dave Eggers çiftinin kaleme aldığı ilk senaryoda Mendes’in ne bulup da çekmek istediğini anlamak güç. Hatta Dave Eggers’ın yedi yıldır beklenen henüz ülkemizde vizyona çıkmamış Spike Jonze filmi Where The Wild Thing Are(2009)’da da imzası oluşu bu filmi gördükten sonra insanı korkutuyor.
Mükemmel bir sıradanlığa sahip Verona ve Burt çiftinin bebek sahibi olacaklarını öğrenmeleri ile başlayan film, çiftin çocukları ile birlikte yaşayacak bir yer seçmek için ülkeyi dolaşmalarını konu ederken bize çeşitli ebeveyn-çocuk ilişkileri sergiliyor. İlk saati boyunca başkarakterlerini birbirlerini çok sevdikleri bilgisi dışında hiç tanıtmadan kaçık ailelerin çocuklarına yaptıkları üzerinden gayet doğrusal ve yapay bir ilerleyiş sunan senaryo hiçbir orijinalitesi bulunmayan yan karakterlerine başka filmlerden ezberletilmiş cümleler söyletmekten öteye gidemiyor. Son düzlükte “herkes uçmuş, yalnız bir normaliz” sonucuna varan çiftimiz sevgi gösterileri içerisinde birkaç anekdot anlatıp kendilerini tanıtır gibi yaptıktan sonra huzurlarımızdan ayrılıyorlar. Ekranın yarısını kaplayan Directed by Sam Mendes yazısının bu kadar büyük yazılma sebebi kuşkusuz filmi izleyen kimsenin buna inanmak istemeyecek oluşu. Hatta başka bir Sam Mendes daha mı var diye internette biraz araştırdım ama hayır. Bu bize Road to Perdition(2002)’ı sunan adam.
24 Aralık 2009 Perşembe
BAKJWI (2009) by CHAN-WOOK PARK ****
Yaşları gereği perdede gördüklerini 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren anlamlandırabilmiş jenerasyonun her zaman övgüyle hatırlayıp söz edeceği soğuk yenen intikam hikâyesi Oldboy(2003)’un cesur ve yenilikçi yönetmeni Güney Koreli Chan-Wook Park’ın intikam üçlemesinin birinci Boksuneun naui geot(2002) ve üçüncü ayakları Chinjeolhan geumjassi(2005) söz konusu iki numara kadar büyüleyici gelmemişti. Üçlemenin ardından ne yapacağı daha çok merak edilen ve karşımıza akıl hastanesinde geçen naif bir film olan Saibogujiman kwenchana(2006) ile çıkan yönetmen hayranlarının hayıflanmaları ile karşı karşıya kaldı. Zekâ pırıltıları içerse de Park’tan beklenen kesinlikle böyle bir iş değildi. Ve yıl 2009. Cannes film festivalinin yarışmalı bölümüne kabul edilen İngilizce adı ile Thirst; vampir kitapları-filmleri modasına uymuş mükemmel bir film. Twilight serisi vampir öykülerini ergenlik sancıları ve aşk sosuyla lise ortamına entegre ettiği için peşine kitleler takabildi. True Blood adlı roman uyarlaması televizyon dizisi vampirlerin azınlık kimliğini kullanıp onları günümüzdeki azınlıkların yanında hakları ve özgürlükleri için savaşa sokarak post-modern ve çok şık bir vampir mitolojisi yarattı. Diğer taraftan daha az tutsa da görünmeye devam eden Underworld serisi, The Vampire Diaries dizisi ve kan emicilerin anlatıldığı çeşitli kitaplar dört yanımızı sardı. Türün bunca örneği olsa da Chan-Wook Park’ın yarattığı fark inanılmaz. Klişelerden arındırdığı su gibi akan öyküsünü, unutulmaz karakterlerini uzun uzun anlatabilirim ancak övgüye boğulması en çok gereken kısmı mizansenleri. Paul Thomas Anderson’ın There Will Be Blood(2007)’ın son sahnelerinde başarabildiği için yere göre sığdırılamadığı A Clockwork Orange(1971) menşeli senfonik klasik müzik eşliğinde izlenen operadan fırlamış estetize mizansenlerden bu filmde bolca var. Kesme yapmadan karakterlerle birlikte can çekiştiğimiz, boğulduğumuz; işin içinden sorunu çözmeden çıkmamıza izin vermeyen, bir türlü kesip daha ferah başka bir yerden izlemeye devam etmemize razı olmayan bu enfes sahneler izlerken sinemanın neden sanat olduğunu hatırlatıyor, izleyeni kendinden geçiriyor. 2009 yılında gördüğüm yüz küsür film içerisinde tartışmasız en iyi yönetmenliği sergileyen filmi herkese şiddetle tavsiye ediyorum.
WHATEVER WORKS (2009) by WOODY ALLEN ***-
Replik yazma konusunda bir dahi kabul edebileceğimiz Woody Allen yönettiği kırk dördüncü, benim izleme fırsatı bulduğum on birinci yapımında dört film için uzaklaştığı New York’a geri dönüyor ve bence çok iyi yapıyor. Açıkçası Match Point(2005) ile yıllar sonra yeniden herkesin gözdesi olan Allen; bu başarısını Scoop(2006), Cassandra’s Dream(2007) ve Vicky Cristina Barcelona(2008)’da sürdürmeyi başaramadı. Saydığım son üç film içerisinden herkes kendine bir en kötü belirledi ve yönetmene yüklendi. En iyi bildiği coğrafyaya döndüğü söz konusu filmimizde Woody Allen yine en iyi bildiği yerden, diyaloglar üzerinden başlıyor filmine. İlk saniyelerde hiç tanımamamız gerekirken Woody Allen filmlerinden aşina geldiği için kaldığımız yerden izlemeye devam ediyoruz hissi veren bir grup insanın konuşmalarına tanık oluyoruz. Biraz sonra masadan kalkan Boris Yellnikoff adlı yaşlı adam seyircileri(bizi) kastederek yanındakilere ve bize bunun bir film olduğunu hatırlatıyor. Yabancılaştırma efekti denen bu yöntem Whatever Works’te mucizevî bir şekilde filmin içine daha kolay girmemize yarıyor. Evet, bu film Woody Allen sinemasını, Woody Allen’ın egosunu bilenler için yazılmış bir bitirme tezi. Başkarakter Larry David’in bedeninde görünse de baktığımızda hızla konuşan ve hızla bir yerlere yetişmeye çalışan Woody Allen’ı görüyoruz. Evinin önünde bulduğu kız ise hayatı boyunca yönettiği oyuncular, set çalışanları, hayranları gibi. Onun bir dahi olduğuna inanıyorlar. Onun sözlerini tartışmaya bile açmadan kabul edip onun olmadığı ortamlarda bütün güçleriyle dâhilerini savunuyorlar. Film karşısına çıkan her şeyle dalga geçiyor. Yahudilerin küçük penisleri, fotoğraf sanatçıları, entelektüeller, Charles Dickens’ın Great Expectations’u, eşcinsel temalı filmler, ödül törenleri, kendi filmleri ve özünde kendini fazla ciddiye alan her şey ile kafa buluyor. Bütün filmlerinde kullandığı temaları bir potada hızlıca eritiyor. Yönetmenin filmografisine hâkim olmayanlara abartılı ve gerçek dışı gelebilecek ani kırılma noktaları ve karakter gelişimleri sunmaktan çekinmiyor. Bunların hepsini büyük bir zarafet içerisinde ve gerçekten kahkaha attırabilen bir komedi metniyle sunabiliyor. Allen için 2000’li yılların, biz seyirciler için 2009’un en iyi filmlerinden biri. 14 kez en iyi senaryo dalında aday olduğu Oscar’ların ikisini evine götürmemiş olsaydı bu yıl kesinlikle karşısında rakip bulamazdı.
23 Aralık 2009 Çarşamba
LOOKING FOR ERIC (2009) by KEN LOACH ***
73 yaşındaki İngiliz usta Ken Loach üst üste perdeye getirdiği Paul Laverty senaryolarının sonuncusu Looking for Eric ile bu yıl bir kez daha Cannes’da yarışmış ve ödülü Das wiesse Band(2009) ile Haneke’ye kaptırmıştı. Son döneminden özellikle The Wind That Shakes The Barley(2006) ile büyük beğeni toplayan yönetmen artık her yıl bir film yapma zorunluluğu hissediyormuşçasına kariyerini zedelemeye başladı. Karşımızda ilginç olmasa da ustaca bir senaryo olduğu doğru. İyi yazılmış, iyi oynanmış, iyi yönetilmiş bir film bu ancak Ken Loach’ın bunu yapabileceğini zaten kimseye ispat etmeye ihtiyacı yok. Yaşı nedeniyle “hala” yapabildiğini göstermeye çalışıyorsa başka. Eldeki senaryo zihin açıcı filmlerin provokatif yönetmeni Loach için fazla sönük, fazla içi boş. Yine de futbol tutkunları için eğlenceli referanslar ile dolu, dostluğun ve ailenin önemi üzerine, kurtulmak için asla geç olmadığı şeklinde mesajlar veren sıcacık bir film.
MOON (2009) by DUNCAN JONES ***-
David Bowie’nin oğlu Duncan Jones’in hikâyesi de kendine ait olan ilk uzun metraj filmi Ay; bir uzay istasyonunda tek başına dünyaya döneceği günü bekleyen astronot Sam Bell’in öyküsünü anlatıyor bize. Çoğunlukla iç mekânda geçen film ay yüzeyine çıktığında da görsel kalitesinden ödün vermiyor. Sınırlı sayıda da olsalar her tasarım vasatın üzerinde. Elbette film kendini Star Wars(1977) olmaktan çok 2001:A Space Odyssey(1968) ile Solaris(1972) arasında bir yerde konumlandırdığı için izlerken bunu sorun etmiyorsunuz.
Tek başına istasyonda çalışan ve yaşayan Sam’i uzun uzun izletip çok daha fazla kahramanla çok daha sıkıcı olmayı başaran Sunshine(2007)’ın düştüğü tuzaklara düşmeden yarım saat içerisinde sürprizini ortaya koyan senaryo, sonrasında duygulara odaklanarak bilim kurgudan drama zarifçe kayıyor. Film; ilk bakışta 2001:A Space Odyssey(1968)’in yapay zekâsına benzer GERTY karakterini Kevin Spacey’nin de yardımı ile dünyadaki şirket yöneticisi insanlardan daha insancıl kılıp makinelerle savaşan onlarca filmin aksine bir yol izleyerek seyircinin beklentilerini de iyi anlamda alt üst ediyor. Hepsi birbirinden kopya uzay ve makine bilim kurguları arasında taze bir nefes almak, hayattaki pozisyonumuz, görevlerimiz ve iş hayatımız üzerine zihin egzersizi yapmak istiyorsanız kaçırmayın. Sam Rockwell’in performansını tartışmaya ise gerek bile yok.
KARANLIKTAKİLER (2009) by ÇAĞAN IRMAK *
Kendine kötü davranan bir kadının egemenliğinden kurtulup iyi davranma ihtimali olan başka bir kadının egemenliğine girmeye adaylığını koyan Egemen’in hikâyesini izler gibi başlıyoruz filme. Çağan Irmak yine isim üzerinden oyunlar oynamayı seviyor yani. Evin içindeki hayatında sadece deli gömleği giydirilen annesi var. Dışarı çıktığında arkadaşsız, yalnız bir kimliğe sahip. Erkek birey olmanın gereklerini sağlayamıyor. Her şeye evet diyen Egemen’in rol modeli sarhoş-umursamaz-ağzı bozuk gece bekçisi Ramiz gibi duruyor, belki de baba özlemi bu damardan aksettiriliyor. Ne yazık ki kilit karakter olan anne Gülseren’i canlandıran Meral Çetinkaya abartılı mimikleri ve “deli böyle oynanır” dersinden yeni çıkmış haliyle uzun süre inandırmayı başaramıyor. Bir süre akşam yemeğinde bütün gün televizyonda gördüklerini hiç ilgilenmeyen oğluna anlatan sıkılmış anne ve sadece dışarıyı düşünen ilgisiz-kıymet bilmez oğul gerçek klişelerini izliyoruz. 21 dakika sonra yeni bir güne başlayıp başa dönen film aynılığı bu şekilde vurgulamayı seçerken ikinci günün bitip üçüncünün başlaması bir 21 dakika daha sonraya denk getiriliyor. Tamamen duygularımızla dans etmeye odaklı Çağla Irmak sineması Gülseren karakterini perdeye her getirişinde bir sevdirip bir nefret ettiriyor, önce onun için üzülmemizi sağlayıp ardından oğluna yaptıkları ile kızdırıyor. Annesi dışında otobüs şoförü dâhil herkese iyi davranan Egemen, zavallılığının tek sorumlusu olarak gördüğü annesine, son tahlilde ona sürekli eziyet eden sokak çocuklarından farklı davranmıyor. Bütün dünyaya korku ve öfke ile bakan Gülseren’in yüksek karşıtlık kontrastı olarak tek iyi davrandığı hatta taptığı insan ise Egemen. Bu hikâyede kimse tam iyi ya da tam kötü değil demek için durmadan senaryonun alıcıları ile oynayan Irmak, bir süre sonra bize ne hissettireceğini şaşırıyor. Film ağır aksak da olsa gerçekçi karakter yansımaları sunarken, sonlara doğru Çağan Irmak’ın her şeyi açıklama hastalığı yine baş gösteriyor. Gülseren’in neden susuz kalmak istemediğini, perdenin arkasından bakışlarının ve hatta perde kapama hızının sebeplerini, çocuk gürültüsüne dayanamayışını, deliliğini ve iyiliğini geri dönüşlerle başımızda durup dikte ediyor. Bu hatırlama sahnelerinde kullanılan berbat diyaloglar İngilizce yazılmış ve çekilmiş bir filmin bire bir Türkçeleştirilmiş altyazısını hiçbir duygu katmadan okuyan birilerini dinleme hissi veriyor. “Her şeyi örtbas edeceğiz” diye ortada koşturan cadı teyzeler ve Türk sinemasında tanımlanamaz anne; filmin öyle ya da böyle dik durmaya çalışan kafasına da baltayı indiriyor. Biraz daha uzun sürmesi gereken, açıklamalardan sıyrılmış, incelikli bir versiyonunu izlemeyi isterdim açıkçası çünkü Çağan Irmak iki filmde bir yaptığı bu tamamen kişisel denemelerinde gösterdiği cesaretsizlik yüzünden bir gün hak ederse bile kimse tarafından ciddiye alınmayacak.
Bu kez Hümeyra ile çalışmayan yönetmen Meral Çetinkaya’yı Hümeyra taklidi yaptırarak oynatmış. Bu da aklıma acaba bütün yaşlı kadın oyuncuları tek şekilde mi oynatabiliyor yoksa sadece tesadüf mü sorusunu getirdi. Zaten oyuncuların hiç biri filmi aynı düzeyde bir performansla tamamlayamıyor. Derya Alabora dâhil herkes yer yer büyük düşüşler yaşıyor.
Filmin muğlâk finali benim için kesin gibiydi. Gider, motosikletle birlikte Egemen’in denizi izlediği yerden aşağı uçarlar.
22 Aralık 2009 Salı
2009 YILINDA EN ÇOK…
Dalga geçtiğim: Hiç kimse (benim için çok ilginç)
Müptelası olduğum: Twitter
Elde patlayan teknoloji: 3G
Tabu yıkıcı kitap: Pusudaki Ten
Bezdiğim: Reçete yazmak
Sıkılarak izlediğim: Disko Kralı
Evde günlerce dinlediğim: Feridun Düzağaç
Mutlu olduğum yer: Köydeki evim
Daraldığım yer: Sürücü koltuğu
Beni üzen: En sevdiklerim
Beni gururlandıran: Sevmediğim meslekte gösterdiğim başarı
Köşe yazılarını özlediğim: Perihan Mağden
Eğlenerek okuduğum köşe yazarı: Yiğit Karaahmet
Ayrılırken üzüldüğüm: Kolukısa
Severken soğuduğum: Okan Bayülgen
İmrendiğim: Mustafa Köksalan
Beğendiğim blog sahibi: Clara von der Meinhoff
Büyülendiğim manzara: Kulağıkesik’te gökyüzü
Gitmek istediğim ve gidemediğim: Artvin Gezici Festival
Her gün yediğim gıda: UNO ekmek
En çok içtiğim: Tamek limonata
Ruhumu sakinleştiren: Yatağım
NOT: Arzu Çağlan’ın Radyo Günlüğü’nden esinlendim.
Müptelası olduğum: Twitter
Elde patlayan teknoloji: 3G
Tabu yıkıcı kitap: Pusudaki Ten
Bezdiğim: Reçete yazmak
Sıkılarak izlediğim: Disko Kralı
Evde günlerce dinlediğim: Feridun Düzağaç
Mutlu olduğum yer: Köydeki evim
Daraldığım yer: Sürücü koltuğu
Beni üzen: En sevdiklerim
Beni gururlandıran: Sevmediğim meslekte gösterdiğim başarı
Köşe yazılarını özlediğim: Perihan Mağden
Eğlenerek okuduğum köşe yazarı: Yiğit Karaahmet
Ayrılırken üzüldüğüm: Kolukısa
Severken soğuduğum: Okan Bayülgen
İmrendiğim: Mustafa Köksalan
Beğendiğim blog sahibi: Clara von der Meinhoff
Büyülendiğim manzara: Kulağıkesik’te gökyüzü
Gitmek istediğim ve gidemediğim: Artvin Gezici Festival
Her gün yediğim gıda: UNO ekmek
En çok içtiğim: Tamek limonata
Ruhumu sakinleştiren: Yatağım
NOT: Arzu Çağlan’ın Radyo Günlüğü’nden esinlendim.
19 Aralık 2009 Cumartesi
YIL SONU İSTATİSTİKLERİ: DİZİLER
2007 YILINDA 23 FARKLI DİZİDEN 535 BÖLÜM
2008 YILINDA 18 FARKLI DİZİDEN 580 BÖLÜM
izlemiştim.
2009 YILINDA 18 FARKLI DİZİDEN 401 BÖLÜM
izledim. Türkiye'den sadece Avrupa Yakası. Diğerleri Hung, The Simpsons, Nip/Tuck, Desperate Housewives, True Blood, Prison Break, Lost, Fringe, Dexter, Flashforward, House, Heroes, Star Wars: The Clone Wars, Terminator: The Sarah Connor Chronicles, Grey's Anatomy, The Flash ve Pushing Daisies.
Avrupa Yakası, Prison Break, Terminator: The Sarah Connor Chronicles ve Pushing Daisies 2010’da devam etmeyecek. Flashforward’ın yalnız pilot bölümünü izledim. Diğer bütün dizilerin bugüne dek yayınlanmış bütün bölümlerini izledim.
2008 YILINDA 18 FARKLI DİZİDEN 580 BÖLÜM
izlemiştim.
2009 YILINDA 18 FARKLI DİZİDEN 401 BÖLÜM
izledim. Türkiye'den sadece Avrupa Yakası. Diğerleri Hung, The Simpsons, Nip/Tuck, Desperate Housewives, True Blood, Prison Break, Lost, Fringe, Dexter, Flashforward, House, Heroes, Star Wars: The Clone Wars, Terminator: The Sarah Connor Chronicles, Grey's Anatomy, The Flash ve Pushing Daisies.
Avrupa Yakası, Prison Break, Terminator: The Sarah Connor Chronicles ve Pushing Daisies 2010’da devam etmeyecek. Flashforward’ın yalnız pilot bölümünü izledim. Diğer bütün dizilerin bugüne dek yayınlanmış bütün bölümlerini izledim.
18 Aralık 2009 Cuma
NEW MOON (2009) by CHRIS WEITZ *-
Sinema tarihine Avatar(2009)’ın gösterime girdiği gün olarak yazılacak 18 Aralık 2009 tarihinde üçüncü dünya ülkemiz Türkiye’de tek kopya gösterime giren bu iştah açıcı görsel şölene tanık olamadığımız için sinirden soluğu bambaşka bir filmde almaya karar verdik. “Nasıl bir kopya, ben izledim” mi diyorsunuz? AFM IMAX İstinye Park’ta 19 TL bilet fiyatı ödeyip gözlüklerinizi yaklaşık üç saat boyunca hiç çıkarmadıysanız okey. Yönetmeninin IMAX dışında izlemeyin dediği filmi Yahşi Batı(2010)’yı da izlemeyi planladığınız salonda izlediyseniz sinema çekimi korsan vcd izlemişten farkınız yok. Filme en kısırından iyi ya da kötü diyecek durumda bile değilsiniz. Neyse, öfkemizi kustuk, asıl konumuz olan filmimize geçelim.
Tam adı Alacakaranlık Efsanesi: Yeni Ay olan filmimiz çok satan bir roman uyarlaması. Stephenie Meyer’in ergen kızlar için Harry Potter denemesi serinin her yaştan hayranı olduğu tartışılmaz. Ben kitapları okumadığım için yalnızca filmler üzerine yazacağım. İlk filmi kitabın büyük bir hayranı ile aylar sonra küçük bir bilgisayar ekranından izlediğimde belli bir düzeyde zevk almıştım. Havada pek soru işareti kalmamış, yeni karakterler tanımaktan memnun olmuştum. İkinci filme sinemada şans verdiğimde daha önce The Golden Compass(2007)’ı zehirleyen Chris Weitz’in parlak bir iş çıkaramadığını zaten biliyordum. Film belli ki kitaba oldukça sadıktı. Uygar Şirin’in A Beautiful Mind(2001)’da mevsimlerin geçişini pencere esprisi ile veren yeteneksiz Ron Howard’a yıllar önce verip veriştirdiği gibi yorumları hak edecek yaşlı bir yönetmenlik izledik film boyunca. Prodüksiyon tasarımı da oldukça sığdı. Elbette salonu dolduran 13-15 yaşlarındaki onlarca küçük kızın çığlık çığlığa sevinçle izledikleri filmi bu yönleriyle değerlendirmedikleri de ortada. Ben de filme iyimser baktığım her anda kitabın güzel bir reklamını gördüm. Bir sahne başladığında bitmek bilmiyordu, eminim romandaki çoğu öğeyi içeriyordu ama sonra üç beş sahne atlamak zorunda kalıyorlardı kaybettikleri vaktin telafisi için. Sonra bir sahne daha başlıyor ve on dakika sürüyor. En sevdiğiniz bölümleri tekrar okumak gibi. Filmdeki Bella karakteriyle özdeşleştim bir an. Onun umutsuz aşkında ve aşk için yapılan saçma davranışlarda kendimi gördüm. Bir sürü vampirle asansöre bindiği sahneyi kendi hayatımda çok yakın zamanda deneyimlemiştim. Ölüm tehlikesi içerisinde “ben burada ne yapıyorum” dercesine bakıyor ancak oradaki tek bir vampiri ölesiye sevdiğim için ölümden korkmuyordum. Böyle anlar kitabı okuma isteği doğursa da filmin bitmesini istememi engellemedi. Her yönüyle “ölü” Edward’ın karşısına gencecik, kanlı canlı Jakob’ı koyan yazarı anlamamak ise elde değil.
17 Aralık 2009 Perşembe
PARANORMAL ACTIVITY (2007) by OREN PELI *
Oren Peli, iki yıl gecikmeli gösterime giren The Blair Witch Project(1999) çakması berbat ilk filminde hiçbir zekâ ışıltısı gösteremediği gibi artık suyu çıkmış bu el kamerası ile “gerçekten” kaydedilmiş (çekilmiş demek lütuf olur) filmler furyasını bile bir adım öteye taşıyamıyor. Artık “paramız yok ama film çekmek istiyoruz, hadi Blair cadıcılığı oynayalım” mentalitesi baymadı mı? Sokak ağzı ile konuşma sebebim, küfür etmekten bir tık kalitelisinin bu olması. Bilmem kim destek olmuş, şu dergi tüm zamanların en korkunç filmi demiş… Bu sözlere kanmayın. Facebook’u video paylaşım sitesine dönüştürüp paylaştıkları izlensin diye “gülmekten öldüm, yılın videosu, böylesi görülmedi, mutlaka izleyin” yazanlarla aynı profesyonellikteki yapımcıların oyunları bunlar. Blair’de cadı vardı, türün en kötüsü Cloverfield(2008)’de canavar, bunda ise şeytan. The Exorcist(1973) ekibine yapılmış büyük bir terbiyesizlik, kandırılan seyirciye hakaret eden bir final. Evde kalıp uyumak bile bu filmi izlemekten daha eğlenceli.
16 Aralık 2009 Çarşamba
DEXTER 4.SEZON
Jeff Lindsay’in özgün romanı Darkly Dreaming Dexter’dan beyazcama nispeten az izlenen televizyon kanalı Showtime için başarıyla aktarılan Dexter, dört sezonu geride bıraktı. Alışık olduğumuz şok etmeye programlı aceleci polisiye dramlarının aksine romanı roman tadında uyarlayan dizinin en büyük meziyeti izleyene (okuyana) sabrının karşılığını unutulmaz karakter analizleri ile verebilmesi. İlk yılında kardeş, ikincisinde sevgili, üçüncüsünde arkadaş ve şimdilik son sezonunda rol modeli verilen duygusuz Dexter’ın sürpriz sonlu maceralarının ne yazık ki en kısırı sonuncusuydu. 12 yerine 8 bölümlük bir kurguda unutulmaz addedilebilecek “üçlemeci katil” hikâyesi 12 bölüm üzerine anlaşan yazar grubunu hayli zorlamış ve onlar da sündürmekten başka çare bulamamış gibi görünüyor. 2.6 milyon kişi ile Showtime tarihinin en büyük izlenme oranına ulaşan dördüncü sezon finali, öncekilerin aksine baş döndürücü ve sezon ile alakalı bir sürpriz değil, oraya elle tutturulmuş yapay bir şok içeriyor.
BİR DAHA KİMSEYE HEDİYE ALMAMAK (16.12.2009)
Yazının dağınık olma sebebi kimseyi fazla kırmadan öfkemi bastırma çabamın oto-sansüre dönüşmesidir.
Çocukken; yıl içerisinde önemli günlerim, adetlerim, rutinlerim olsun istemiş ve kendime özelde kendiminkini genelde bütün doğum günlerini, yılbaşını ve 8 yıl süren ilişkime âşık olduğum günü özel günler olarak belirlemiştim. Bu yazının konusu genel olarak hediyeler olsa da kalbimi kıran kısmı doğum günleri ile ilgili olduğundan sadece ona değineceğim.
Hediye vermeyi ve alan kişide oluşan ışıltıyı görmeyi seven biriyim. Bazen üzerine uzun uzadıya düşünür, bazen sadece sevdiğim kişinin ağzından çıkan “keşke şunu alsam” benzeri cümleleri dürtüsel olarak maddeye çeviririm. Yıllar önce çok sevdiğim biri daktilo istiyor diye o zamanlar yaşadığım Adana’yı alt üst etmişliğim vardır. Hayatımdaki bazı insanların o güne kadar en çok istedikleri şeyi veren kişi olmaya özen göstermişimdir. Bunları yaptığım kimseden karşılık beklemedim, biri hariç. Nedense o da bana hediyeler versin istedim. En azından doğum günlerimde. Yılda bir kere. Önce belli ettim sonra şakayla karışık söyledim. Ciddiye almadığını görünce samimiyetimize dayanarak karşıma alıp konuştum. Benim kafamda hep ona verilecek güzel nesneler vardı. Elbette ilişkimizin nesnelere ihtiyacı yoktu, dünyada birbirini daha çok seven iki dost daha az bulunurdu ama işte böyle çocukça, belki bencilce bir isteğim vardı ondan ama o bunu umursamıyordu. Böyle davrandıkça kafamda ona almak istediğim on şey varsa önce üçe sonra bire indirdim. Aradan yıllar geçti. Bak dedim, bu yıl doğum günümü kutlamazsan seni öldürürüm. Yine yapmadı. Ciddiye mi almadı bilmiyorum ama benden artık taştı bu durum.
Diyarbakır’dan dönerken araçta bana eşlik eden arkadaşıma bağıra çağıra ağlama sınırında anlattım olanları biraz da ya yanlış anlarsa hakkımda ne düşünür endişesiyle. Sonuçta maddeden bahsediyordum ama içimde tutamıyordum artık bu durumu. O kadar üzülmüştüm ki herkese alınır olmuştum. Bırakın hediyeyi, borç vermek ya da hesap ödemek konularına bile sirayet etmişti sinirim.
On dokuz yıllık arkadaşım bu yıl bana bir çöp vermediğinde etkisi onlarca kat fazla oldu. Ne oluyordu dünyaya? Paraları olduğunu biliyordum. En azından bir kart alacak 1 TL’leri. Ama yapmıyorlardı. Onları hediye düşünme zahmetinden yıllar önce kurtarmıştım. Bana bir DVD alın, bundan büyük hediye olamaz demiştim. 3 TL’ye DVD satılan bir ülkedeyiz. Ama yapmadılar. Üzüldüm, kırıldım, hatırlanmamak koydu. Yılın 364 günü ben sizi hatırlayayım, 1 günü siz beni dedim durdum. Ben sözümde durdum ama onlar durmadı. Ben de bir karar verdim. Hediye işi bitti. Bir daha kimseye su bile hediye etmeyeceğim. Memur maaşımın yarısına tekabül eden hediyeler verdim de kıymetim mi arttı?
Bir ilişki elbette alınıp verilenler ile can verilebilecek bir şey değildi, ben içimden geldiği için yapıyordum ama ağzımla istediğim dostumun tavrı beni hediye olayının tümünden tiksindirdi. İlk eylemimi de on dokuz yıllık arkadaşıma ben DE hediye almayarak gerçekleştirdim. Öncesinde, sırasında ve sonrasında rahatsızlıktan kaburgalarıma basıldı ama dayandım. “Küçük bir şey de olsa…” dediğim anda kendimi frenledim ve almadım. Ve sürpriz! İlişkimize hiçbir şey olmadı. Demek ki kendimi boşa paralıyormuşum. Uzun düşünceler, hazırlanan güzel paketler, özel yazılan notlar, şiirler, harcanan günler ve gerçekten büyük para boşunaymış. Beni ben olduğum için seviyormuş. Ben de onu böyle seveceğim(!) artık.
İkinci eylemimde yeni evlenen arkadaşıma ondan çok daha az sevdiklerime yapmama rağmen altın takmadım ve bilin bakalım ne oldu? Hiçbir şey! Onca yıl harcadığım maddi manevi şeyler boşa gitmiş demek ki.
Beni hediye olayından soğutan dostuma artık doğum günü mesajı bile atmayacağım. Diğerleri için mesajlarım, aramalarım, iyi dileklerim halen geçerli ama artık kimseye hediye yok. Evet, hak edene de.
Ben de benciller ordusuna katıldım. Aranıza almak için gösterdiğiniz büyük çabaya(!) müteşekkirim.
Çocukken; yıl içerisinde önemli günlerim, adetlerim, rutinlerim olsun istemiş ve kendime özelde kendiminkini genelde bütün doğum günlerini, yılbaşını ve 8 yıl süren ilişkime âşık olduğum günü özel günler olarak belirlemiştim. Bu yazının konusu genel olarak hediyeler olsa da kalbimi kıran kısmı doğum günleri ile ilgili olduğundan sadece ona değineceğim.
Hediye vermeyi ve alan kişide oluşan ışıltıyı görmeyi seven biriyim. Bazen üzerine uzun uzadıya düşünür, bazen sadece sevdiğim kişinin ağzından çıkan “keşke şunu alsam” benzeri cümleleri dürtüsel olarak maddeye çeviririm. Yıllar önce çok sevdiğim biri daktilo istiyor diye o zamanlar yaşadığım Adana’yı alt üst etmişliğim vardır. Hayatımdaki bazı insanların o güne kadar en çok istedikleri şeyi veren kişi olmaya özen göstermişimdir. Bunları yaptığım kimseden karşılık beklemedim, biri hariç. Nedense o da bana hediyeler versin istedim. En azından doğum günlerimde. Yılda bir kere. Önce belli ettim sonra şakayla karışık söyledim. Ciddiye almadığını görünce samimiyetimize dayanarak karşıma alıp konuştum. Benim kafamda hep ona verilecek güzel nesneler vardı. Elbette ilişkimizin nesnelere ihtiyacı yoktu, dünyada birbirini daha çok seven iki dost daha az bulunurdu ama işte böyle çocukça, belki bencilce bir isteğim vardı ondan ama o bunu umursamıyordu. Böyle davrandıkça kafamda ona almak istediğim on şey varsa önce üçe sonra bire indirdim. Aradan yıllar geçti. Bak dedim, bu yıl doğum günümü kutlamazsan seni öldürürüm. Yine yapmadı. Ciddiye mi almadı bilmiyorum ama benden artık taştı bu durum.
Diyarbakır’dan dönerken araçta bana eşlik eden arkadaşıma bağıra çağıra ağlama sınırında anlattım olanları biraz da ya yanlış anlarsa hakkımda ne düşünür endişesiyle. Sonuçta maddeden bahsediyordum ama içimde tutamıyordum artık bu durumu. O kadar üzülmüştüm ki herkese alınır olmuştum. Bırakın hediyeyi, borç vermek ya da hesap ödemek konularına bile sirayet etmişti sinirim.
On dokuz yıllık arkadaşım bu yıl bana bir çöp vermediğinde etkisi onlarca kat fazla oldu. Ne oluyordu dünyaya? Paraları olduğunu biliyordum. En azından bir kart alacak 1 TL’leri. Ama yapmıyorlardı. Onları hediye düşünme zahmetinden yıllar önce kurtarmıştım. Bana bir DVD alın, bundan büyük hediye olamaz demiştim. 3 TL’ye DVD satılan bir ülkedeyiz. Ama yapmadılar. Üzüldüm, kırıldım, hatırlanmamak koydu. Yılın 364 günü ben sizi hatırlayayım, 1 günü siz beni dedim durdum. Ben sözümde durdum ama onlar durmadı. Ben de bir karar verdim. Hediye işi bitti. Bir daha kimseye su bile hediye etmeyeceğim. Memur maaşımın yarısına tekabül eden hediyeler verdim de kıymetim mi arttı?
Bir ilişki elbette alınıp verilenler ile can verilebilecek bir şey değildi, ben içimden geldiği için yapıyordum ama ağzımla istediğim dostumun tavrı beni hediye olayının tümünden tiksindirdi. İlk eylemimi de on dokuz yıllık arkadaşıma ben DE hediye almayarak gerçekleştirdim. Öncesinde, sırasında ve sonrasında rahatsızlıktan kaburgalarıma basıldı ama dayandım. “Küçük bir şey de olsa…” dediğim anda kendimi frenledim ve almadım. Ve sürpriz! İlişkimize hiçbir şey olmadı. Demek ki kendimi boşa paralıyormuşum. Uzun düşünceler, hazırlanan güzel paketler, özel yazılan notlar, şiirler, harcanan günler ve gerçekten büyük para boşunaymış. Beni ben olduğum için seviyormuş. Ben de onu böyle seveceğim(!) artık.
İkinci eylemimde yeni evlenen arkadaşıma ondan çok daha az sevdiklerime yapmama rağmen altın takmadım ve bilin bakalım ne oldu? Hiçbir şey! Onca yıl harcadığım maddi manevi şeyler boşa gitmiş demek ki.
Beni hediye olayından soğutan dostuma artık doğum günü mesajı bile atmayacağım. Diğerleri için mesajlarım, aramalarım, iyi dileklerim halen geçerli ama artık kimseye hediye yok. Evet, hak edene de.
Ben de benciller ordusuna katıldım. Aranıza almak için gösterdiğiniz büyük çabaya(!) müteşekkirim.
BOOM CRUNCH
Amerikan dizi sektörü inanılmaz bir ivme ile yükselmeye devam ediyor. Türk televizyonunun da can simidi olan diziler buradakinin aksine orada yetenekli yazar takımları tarafından kusursuz işleyen senaryolarla ilerliyor. Bu satırları yazmadan edemeyecek olma sebebim az önce izlediğim Desperate Housewives 6-10(121) in başarısıydı. Her bölümü çıtayı yükselten altıncı sezon eğer vaat ettiği finali gerçekleştirebilirse ilk kez birinci sezonun bile önüne geçilebilecek gibi duruyor. Ana hikâyesi çözümlendikten sonra işlevsiz kalmaktan destansı bir aşk hikâyesi yazılarak kurtarılan Katherine Mayfair rolündeki Dana Delany’nin bu yıl diziye dördüncü Altın Küre’yi getirmesi muhtemel.
15 Aralık 2009 Salı
KUMAR (15.12.2009)
Muhabbet Kralı 91215’i dinlerken hiçbir şeye bağımlılık geliştirmediğimi fark ettim. Kumar konusunun işlendiği program sürerken üniversite yıllarımın da bir kısmına hâkim olan okey bağımlılığımın bir çırpıda askıya alınabildiğini hesapladım. Kendi rekorumun 26 saat kesintisiz oynamak olduğunu sağda solda söyleyip böbürlenirken bendeki kumar ya da bağımlılık olgusu üzerine daha önce böylesine ciddi düşünmediğime şaşırdım. Her gece sırf okey oynamak için de olsa görmek istediğim üniversite arkadaşlarımın yerini şimdi köydeki arkadaşlarım almıştı. Genetik geçişi olduğu kanıtlanan kumar bağımlılığı hastalığından muzdarip değildim. Çünkü aylarca her gece oynasam da ertesi gün canım istemiyor, üst üste yenilsem de kızmıyordum. Sinema bağımlısı olmadığım gibi. Her filme gitmek zorunda hissederken kendimi yıllarca, şimdi ayda bir zor gördüğüm salonları o kadar da özlemiyorum. En iyi dostlarımı da. En büyük aşklarımı da. Vazgeçemem dediğim laptopumu da. Annemi de. Şampuan önemsiz, yediğim içtiğim de. Olmazsa olmazlarım yok, var sanırken. Özgürüm. Sekiz yılımı bir insanın peşinde o hayatımda olmazsa öleceğim korkusu ile harcadım. O gitti, ölmedim. Bilgisayarımda depoladığım son üç yıllık bilgilerimin hepsini kaybettiğimde bir gün ağladım bağırdım sonra geçti. O senaryolar, fotoğraflar, yazılar, mesajlar olmadan da hayatta kaldım. Şunsuz da, bunsuz da. Benim bağımlılık genim yok. Bunu anlamam uzun sürdü ancak en azından ölmeden önce başardım.
3 Aralık 2009 Perşembe
MY LIFE WITHOUT ME (03.12.2009)
En sevdiğim 5-G’lilerden birinin blogumdan sadece özel hayatımı okuduğu-eleştiri yazılarımı okumadığı itirafı üzerine ve uzun süredir yazmadığım için dilim şiştiğinden-anlatacak ufak tefek şeyler çok biriktiğinden ikisini harmanlamaya karar kıldım.
Yabancı dizilerin 2009-2010 sezonlarına bir süre önce başladım. Nip/Tuck (2003) uzun tutmak istediği altıncı ve kahredici şekilde son sezonuna bir alışılmış mini entrika ile başladı. Başkarakterini, öldürülüp sigortadan para almak için evlenilen kişi haline getirip bütün süreci beş bölümde sonuçlandırdı ve asıl konuyu sonrasına bıraktı.
Fringe (2008) başka konulara girmekten sadede gelemediği ve başka dizilere benzemekten yırtamadığı ilk sezonunun ardından ilgiyle izlenen bir ikinci sezona imza atıyor.
House (2004) daha önce başkasının da söylediği gibi beşinci sezonun tümünde o kadar büyük bir başarıya imza atmıştı ki altıncı sezonda artık ne yapsa yavan geliyor. İlk defa diziyi izlerken sıkılıyorum.
Grey’s Anatomy (2005) yazarları tüm zamanların en iyi üç sezon finalinden birini gerçekleştirmiş olmalarına rağmen barutlarının bitmediğini ispat ediyorlar ve altıncı sezon çoğunlukla birbirinden bağımsız hikâyeler anlatsa da ilgiyle izleniyor.
Desperate Housewives (2004) Drea De Matteo, Twilight Edward çakması genç yakışıklısı Beau Mirchoff ve yeni gizemi ile her zamanki çizgisinde devam ederken Gabrielle Solis’in rolünü artırması sayesinde daha komik olmayı da başarıyor.
Bu sezon izlemeyeceğim desem de sadakatime yenildiğim Heroes (2006) ise yine televizyondaki en iyi görsel efekt, kurgu, ses efekti ve ses kurgusuna sahip yapım olmayı sürdürürken eskisinden de sıkıcı bir pembe dizi havasında başladı. Prodüksiyon kalitesi göz ve kulaklara bayram ettirse de karakter analizi yapmaya soyunan dördüncü sezonu, etrafta güçlerini kullanıp sürekli maliyeti şişiren gereksiz kahramanları izlediğimiz günleri bile arattı yeni sezonun ilk bölümlerinde. Biliyorsunuz Heroes baştan beri büyük bir kolaj. Kahramanların yeteneklerinden uğraştıkları sosyal veya macera dolu sorunlara kadar bütün içerik bir yerlerden toplama. Dördüncü sezon Prison Break’in T-Bag’ini (Robert Knepper) alıp HBO dizisi Carnivale’in başrolüne koyup diziye entegre ediyor. Kelebek adamın ütopyası X-Men’e örnek olacak nitelikte. Farklı olanların izole ve daha mutlu bir hayat yaşadığı karnaval fikri daha fazla işlenmeli. Sezonun en büyük sürprizi ise Harry Potter’dan ama itiraz edilemeyecek güzellikte ödünç alınan yatılı okul hikâyeleri. Claire’i Harry Potter yapan bu bölümler Grey’s Anatomy’nin ardından bir “çok izlenen” dizide daha lezbiyen öpüşmesine meydan verdi. Üstelik öncülünden çok daha duygusal ve gerçekçi bir şekilde. Burada da Thirteen (2003) filminden arak replikler havada uçuşuyor ancak Bryan Fuller etkisi olduğunu düşündüğümüz aşk dolu sahnelerin Heroes’a taze kan olduğu kesin.
Bunları köydeki evimin büyük kısmını taşıdığım Kahramanmaraş’ta izliyorum. Geçen bayram sabah 4-5 gibi gelip 9-10 civarında terk ettiğim evimden bu bayram tatilinde dışarı çıkmak istemiyorum. Sosyalleşmekten zehirlendiğim geçen gelişimde çok eğlenmiş ve bir yığın yenilik yaşamıştım. Bu kez askere gidecek olmamdan kaynaklansa gerek, koltuğumdan kalkmak istemiyorum. Sebebi bu mudur bilmem ama görüşmeyi her daim istediğim 5-G sınıfımla yaptığımız toplantı bile korkunç geçti. Sürekli olarak hoş olmayan şeyler söyledim. Arkadaşlarımın birini kırdım, birini kızdırdım, birine ukalalık yaptım ve birinin gözünde avam damgası yedim. Bir gecede bu kadar puan kaybetmeyi daha önce başarmış mıydım bilmiyorum.
Birkaç saat önce annemin, anneannemi 15 yıl süründürüp yatağa bağlayan KOAH hastalığına yakalandığını öğrenmemiz ise evde yas havası estirdi. Kahramanmaraş’ta yaşadığım her anın cehennemden farklı olmadığı son beş yıla bir sos da böyle eklenmiş oldu.
Kafamın boş olduğu bayram günleri de böylece sona erdi. Köyü özlemedim, film festivallerini çok kafama takmadım hatta en güzel 5-G’linin benden koşar adım uzaklaşmasına da içerlemedim desem de hepsi birden bugün üzerime çöktü.
Yabancı dizilerin 2009-2010 sezonlarına bir süre önce başladım. Nip/Tuck (2003) uzun tutmak istediği altıncı ve kahredici şekilde son sezonuna bir alışılmış mini entrika ile başladı. Başkarakterini, öldürülüp sigortadan para almak için evlenilen kişi haline getirip bütün süreci beş bölümde sonuçlandırdı ve asıl konuyu sonrasına bıraktı.
Fringe (2008) başka konulara girmekten sadede gelemediği ve başka dizilere benzemekten yırtamadığı ilk sezonunun ardından ilgiyle izlenen bir ikinci sezona imza atıyor.
House (2004) daha önce başkasının da söylediği gibi beşinci sezonun tümünde o kadar büyük bir başarıya imza atmıştı ki altıncı sezonda artık ne yapsa yavan geliyor. İlk defa diziyi izlerken sıkılıyorum.
Grey’s Anatomy (2005) yazarları tüm zamanların en iyi üç sezon finalinden birini gerçekleştirmiş olmalarına rağmen barutlarının bitmediğini ispat ediyorlar ve altıncı sezon çoğunlukla birbirinden bağımsız hikâyeler anlatsa da ilgiyle izleniyor.
Desperate Housewives (2004) Drea De Matteo, Twilight Edward çakması genç yakışıklısı Beau Mirchoff ve yeni gizemi ile her zamanki çizgisinde devam ederken Gabrielle Solis’in rolünü artırması sayesinde daha komik olmayı da başarıyor.
Bu sezon izlemeyeceğim desem de sadakatime yenildiğim Heroes (2006) ise yine televizyondaki en iyi görsel efekt, kurgu, ses efekti ve ses kurgusuna sahip yapım olmayı sürdürürken eskisinden de sıkıcı bir pembe dizi havasında başladı. Prodüksiyon kalitesi göz ve kulaklara bayram ettirse de karakter analizi yapmaya soyunan dördüncü sezonu, etrafta güçlerini kullanıp sürekli maliyeti şişiren gereksiz kahramanları izlediğimiz günleri bile arattı yeni sezonun ilk bölümlerinde. Biliyorsunuz Heroes baştan beri büyük bir kolaj. Kahramanların yeteneklerinden uğraştıkları sosyal veya macera dolu sorunlara kadar bütün içerik bir yerlerden toplama. Dördüncü sezon Prison Break’in T-Bag’ini (Robert Knepper) alıp HBO dizisi Carnivale’in başrolüne koyup diziye entegre ediyor. Kelebek adamın ütopyası X-Men’e örnek olacak nitelikte. Farklı olanların izole ve daha mutlu bir hayat yaşadığı karnaval fikri daha fazla işlenmeli. Sezonun en büyük sürprizi ise Harry Potter’dan ama itiraz edilemeyecek güzellikte ödünç alınan yatılı okul hikâyeleri. Claire’i Harry Potter yapan bu bölümler Grey’s Anatomy’nin ardından bir “çok izlenen” dizide daha lezbiyen öpüşmesine meydan verdi. Üstelik öncülünden çok daha duygusal ve gerçekçi bir şekilde. Burada da Thirteen (2003) filminden arak replikler havada uçuşuyor ancak Bryan Fuller etkisi olduğunu düşündüğümüz aşk dolu sahnelerin Heroes’a taze kan olduğu kesin.
Bunları köydeki evimin büyük kısmını taşıdığım Kahramanmaraş’ta izliyorum. Geçen bayram sabah 4-5 gibi gelip 9-10 civarında terk ettiğim evimden bu bayram tatilinde dışarı çıkmak istemiyorum. Sosyalleşmekten zehirlendiğim geçen gelişimde çok eğlenmiş ve bir yığın yenilik yaşamıştım. Bu kez askere gidecek olmamdan kaynaklansa gerek, koltuğumdan kalkmak istemiyorum. Sebebi bu mudur bilmem ama görüşmeyi her daim istediğim 5-G sınıfımla yaptığımız toplantı bile korkunç geçti. Sürekli olarak hoş olmayan şeyler söyledim. Arkadaşlarımın birini kırdım, birini kızdırdım, birine ukalalık yaptım ve birinin gözünde avam damgası yedim. Bir gecede bu kadar puan kaybetmeyi daha önce başarmış mıydım bilmiyorum.
Birkaç saat önce annemin, anneannemi 15 yıl süründürüp yatağa bağlayan KOAH hastalığına yakalandığını öğrenmemiz ise evde yas havası estirdi. Kahramanmaraş’ta yaşadığım her anın cehennemden farklı olmadığı son beş yıla bir sos da böyle eklenmiş oldu.
Kafamın boş olduğu bayram günleri de böylece sona erdi. Köyü özlemedim, film festivallerini çok kafama takmadım hatta en güzel 5-G’linin benden koşar adım uzaklaşmasına da içerlemedim desem de hepsi birden bugün üzerime çöktü.
23 Kasım 2009 Pazartesi
2012 (2009) by ROLAND EMMERICH **
Sinemada izlemezsem bir daha da izlemem soyundan gelen yeni büyük bütçeli Hollywood blockbusterı 2012’yi tüm efektlerin hakkını veren bir salonda izledim. Öncelikle beyazperde.com yazarı Oktay Ege Kozak’ı bir daha asla okumayacağımı belirtmeliyim. Böylece dünyanın en çok okunan sekizinci sinema sitesi olduğunu iddia eden beyazperde’de okunacak kimse kalmamış oldu. Filmin konusu, amacı ve vaadi herkesin malumu zaten. Ben de unutulmayacak bir film değil, nefes kesen görsel efektler görmeye gittim zaten. California’nın yok olduğu ve kahramanlarımızın son anda kullanmayı bilmedikleri bir uçakla kaçmaları ile sonlanan ilk büyük sahne enfesti. Salondaki diğer insanlarla birlikte müthiş zevk aldım ancak gerisi gelmedi. İkinci ve üçüncü büyük felaket sahneleri ilkinin yanına bile yaklaşamıyordu. Finalin her zaman en büyük aksiyona ayrıldığını bildiğimden 158 dakikayı sabırla tamamlamaya karar verdim. Ne yazık ki film dünya geneline yayılan önemli yapıları birer birer fakat her birini öncekinden daha kısa ve özensiz şekilde yıkmaya devam ettikçe kalite dibe vurdu. İkinci yarıda Titanic olmaya çalışması ise içler acısıydı. Büyük şehirleri dev binaları geniş planlarda dümdüz ettikten sonra klostrofobik atmosfer yaratıp suyun içinde nefes tutma gerilimine sırtını dayamaya çalışması uzayan süreyi ucuza kapatmaya çalışmaktan başka bir şey değildi. Onlarca karton karakteri ağlatıp ölümlerine üzmeyi başaramadı. Büyük bütçeli filmlerin senaryo kuralı dâhilinde doğal olarak başrolü de öldüremedi. Elimizde sadece gürültü kirliliği kaldı. Sinema endüstrisindeki görsel efektlerin gelişiminden heyecan duyan izleyicilerin filmin ilk yarım saatini görmesi gerek, geri kalanlar için anlamsız bir film.
18 Kasım 2009 Çarşamba
SİYAH PLASTİK TESBİH
Bugünlerde tek yaptığım bir yerlerde bulunmak, oradan oraya koşturmak. Sabahtan akşama kadar hayatta hiçbir şey olamadım bari domuz gribi olayım ümidiyle sağlık ocağına koşup bir şeyleri olmadığını duyunca hayal kırıklığı içerisinde eve dönen insan yığınlarıyla uğraşıyorum. Yığın diyorum çünkü günde 175 kişiye kadar çıkıyor bu sayı. Birkaç hasta arasında vakit bulursam Arzu’nun İnleyen Nağmeleri’ni ve önceki gece kaydettiğim Disko Kralı-Medya Kralı-Muhabbet Kralı’nı izliyorum. Haftada 10 saat yayın yapan Arzu ve 14 saat yayın yapan Okan sayesinde dizüstü bilgisayarımın berbat metalik hoparlörlerinin sesi hep kulağımda oluyor. Bu arada sürekli takip ettiğim internet ve günde yirmi kez (artık cepten de) girdiğim sosyal paylaşım siteleri sonucu gereksiz bilgi akışım hiç durmuyor, beynim kirleniyor da kirleniyor.
Öğle yemeklerinde bizi yanında görmek isteyen ama tarlada çalışan arkadaşımızın her gün gerçekleşmeye başlayan davetlerini kıramayıp bir saatlik arada on beş kilometre yol gidip çölün ortasında steril ötesi bir ortamda yemek yiyoruz. Akşam eve girmemle çıkmam bir oluyor. İşten sonra yarım saat içinde bakkalda buluşup standartlaştırdığımız soframızı kuruyoruz. İlerleyen saatlerde bakkalın sahibi arkadaşımız da dükkânı kapatabilince kahveye gidip okeyin gözüne vuruyoruz.
Eve gelip yatağa yattığımda “mutluyum ya, yok ki ötesi” diye düşünüyorum. Hatta askere gitmekten bile vazgeçecek kadar mutluyum. Sanki burada bu anı dondurabilir, herkesi, her şeyi olduğu gibi muhafaza edebilirmişim gibi.
Bugün “hocam bıkarsınız” diyen biri çıktı. O an ona açıklarken kendime de bir cevap buldum. Onlarca hayale sırtımı dönmüş burada ne yapıyordum? Anlatmaya başladım. Sanki uzun süredir hazırladığım bir konuşmaymış gibi teklemeden, içimden kusarak. On beş yaşında babam öldüğünden beri cehennem azabı yaşıyorum dedim. Yirmi beş yaşına gelip bu köyde çalışmaya başlayana kadar devam etti. Burada herkesten uzakta, bütün dertlerden kaçabilmiş durumdayım. Yıllarca uğraştım. Asla sırtımı dönmedim. Her zaman işlerin düzeleceğini, sevdiğim kişileri mutlu edebileceğimi düşündüm. Saçlarımı döktüm, arzularımı erteledim, didindim. Başaramadım. Sonra dünyanın orta noktasına yakın, bildiğim her şeye uzak bu yere geldim ve bir anda hafifledim.
“Bir hasta kapıyı çalmadan girdiği için sinirlenebiliyorsam bu demektir ki artık hiç derdim kalmamış.”
Geçen bayramda Maraş’ın ışıklarını gördüğüm anda içim kıpırdanmaya başladı. On aydır görmediğim evimi şehrimi ne çok özlediğimi düşündüm. Eve girdikten iki saat sonra ağlamaya başladım. Bütün problemler aynı yerlerinde beni bekliyordu ve hiçbiri eskisinden daha insaflı değildi. Kaçmak istedim, gün saydım, kendime eğlence aradım. Burada mutluyum. Sorunlarımın her birinin aslında başkalarının sorunları olduğunu keşfettim. Hayattan zevk alamayan bir insan olmamın sebebinin çevremdekiler olduğunu da.
115 gündür kontörüm yok, kimseyi arayamıyorum. Şebeke izin vermediği için insanlar da bana ulaşamıyor. Hayat güzel. Ben Serkan Çellik. Kendi cennetimden bildiriyorum. Ellerimle bırakıp gideceğim çünkü dönmek istediğim tek yer olan cennetimden.
17 Kasım 2009 Salı
26 Kasım-20 Aralık tarihleri arasında izin kullanıp gezeceğim :) Adana, Maraş, Urfa, Mardin, Diyarbakır, Ankara ve inşallah Artvin.
-----
önce aşık oldum sonra nefret ettim. sonunda, bugün dost oldum. rahatladım, mutluyum.
-----
hayatta hiçbir şey olamadım bari domuz gribi olayım ümidiyle sağlık ocağına koşanlardan bıktım. yüzlerine bakıp "iyisiniz" dediğim anda yaşadıkları hayal kırıklığı şaşırtıcı.
-----
önce aşık oldum sonra nefret ettim. sonunda, bugün dost oldum. rahatladım, mutluyum.
-----
hayatta hiçbir şey olamadım bari domuz gribi olayım ümidiyle sağlık ocağına koşanlardan bıktım. yüzlerine bakıp "iyisiniz" dediğim anda yaşadıkları hayal kırıklığı şaşırtıcı.
14 Kasım 2009 Cumartesi
CHOKE (2008) by CLARK GREGG *
RUMBA (2008) by DOMINIQUE ABEL-FIONA GORDON-BRUNO ROMY ***
Dans etmeyi tutku haline getirmiş öğretmen bir çift dersten sonra tedirgin bir gece geçirip ertesi sabah yola çıkarlar. Yarışmanın yapılacağı salona vardıklarında Fiona elbisesini evde unuttuğunu fark eder. Aceleyle geri dönüp alır, neyse ki zamanında yetişir ve birinci olurlar. Dönüş yolunda intihar etmek isteyen bir adama çarpmamak için direksiyonu kırınca kaza geçirirler. Fiona bir bacağını, Dom ise hafızasını kaybeder. Uzun nekahet döneminin ardından evine dönen çift okulda çocuklara yardımcı olamadıkları görüldüğünde işten atılır, markete gittikleri bir gün Fiona’nın tekerlekli sandalyesini çaldırır, akşamına da çıkan yangında evlerini kaybederler. Hafıza kaybı yaşayan Dom kahvaltılık bir şeyler almak için yola çıktığında evini kaybeder, onu gören bir adam zavallı Dom’u soyar ve döver…
Rumba bize bu hikâyeyi 77 dakika içinde asla tahmin edemeyeceğimiz bir şekilde anlatarak sinema sanatının neden tükenmeyeceğini ispat eder.
KÜLTİGİN’İN BLOGUNUN İLK YAZISINA YAZDIĞIM VE ONUN SİLDİĞİ ELEŞTİRİM. HAYIRLI OLSUN ARKADAŞIM. BU DA SANA HEDİYEM! REKLAMIN İYİSİ KÖTÜSÜ OLMAZ.
İlk konu seçimi bence fazla elitist. Zaten yazar olarak bunun farkındasın ve şov yapmaya çalışıyorsun. Önce bu müziği anlamayanları birkaç cümle ile aşağılıyor (Beethoven sağır mıymış? O zaman nasıl yapmış o “şarkıları”?) sonra kendini bu konuda nasıl eğittiğini-bunu öğrenmenin ne zor olduğunu anlatıp antipati topluyorsun.
“İki sene önce bunun için üniversitemin müzik arşivinden birçok kaydı toplayıp güzel kayıtlar dinlemiştim.” Cümlesinde çok kısa aralıklarla iki kez aynı kelimeyi kullanman hiç fonetik değil. Üstelik böyle müzik arşivi olan bir üniversiteye gittiğini gözümüze sokman da yine aynı derecede rüküş.
Sadece birkaç cümle sonra “hönk” gibi kelimeler kullanman, aslında entel-elit-üst düzey olma çabanın ne yaparsan yap Galatasaray Lisesi’ni bitirmediğin için bir yerde elinde patlayacağının kanıtı.
http://sublimationofdecadence.blogspot.com/
“İki sene önce bunun için üniversitemin müzik arşivinden birçok kaydı toplayıp güzel kayıtlar dinlemiştim.” Cümlesinde çok kısa aralıklarla iki kez aynı kelimeyi kullanman hiç fonetik değil. Üstelik böyle müzik arşivi olan bir üniversiteye gittiğini gözümüze sokman da yine aynı derecede rüküş.
Sadece birkaç cümle sonra “hönk” gibi kelimeler kullanman, aslında entel-elit-üst düzey olma çabanın ne yaparsan yap Galatasaray Lisesi’ni bitirmediğin için bir yerde elinde patlayacağının kanıtı.
http://sublimationofdecadence.blogspot.com/
12 Kasım 2009 Perşembe
11 Kasım 2009 Çarşamba
THE HANGOVER (2009) by TODD PHILLLIPS **
2009 yılının tartışmasız en komik filmi diye pazarlanan Felekten Bir Gece’yi izlerken bir an bile sıkılmadım, bir kez bile gülmedim. Bir filmin eleştirisini yaparken güldüm-gülmedim sığlığına düşmek istemiyorum ancak her anını seyircisini güldürmek üzerine kurmuş bir film başka herhangi bir tartışmaya da gebe değil.
001-301-301
Çocuğu olan her erkek baba olamıyormuş, son 6 ayda bunu öğrendi.
---
Bir tek sen bana kal dedin. sen, en sevdiğimdendin.
---
Bugün hiç eğlenmedim çünkü daha fazlasını istedim.
---
Bir tek sen bana kal dedin. sen, en sevdiğimdendin.
---
Bugün hiç eğlenmedim çünkü daha fazlasını istedim.
10 Kasım 2009 Salı
İLKEL ROMANTİZM
Radyoda hoşuna giden bir parça çıkınca arayıp dinleten kaç insan kaldı. Ben bu akşam bunu yaşadım, mutlu oldum.
LANDING AT POINT RAIN
Star Wars evreninden bu gece izlediğim milyonuncu savaş sahnesinde ilk kez kendimi çarpışmanın içinde hissedip silkelendim. Ben uyursam da herkes ölür mü?
INVEST IN LOVE (GREY’S ANATOMY 6-08) after another 301 night
“Yatırımın ne kadar büyük olursa alacağın karşılık da o kadar büyük olur derler. Ama riske girmeye gönüllü olmak zorundasınız. Anlamak zorundasınız, yatırımın hepsini kaybedebilirsiniz. Ama o riske girip akıllıca yatırım yaparsanız karşılığı sizi şaşırtabilir.”
Aylarınızı verip büyütmeye çalıştığınız çiçek size dikenlerinden başka bir şey sunamıyor diye kanayıp dururken tam istediğiniz gibi bir ruh olan komşusu topraktan avuçlarınıza dökülür ve sizi mutlu edebilir. Bu kez su vermezsiniz, büyütmeyi küçültmeyi evinize götürmeyi sizin yapmayı denemezsiniz. Onun güzelliğini izler, belki bir gece omzuna bir yumruk geçirirsiniz.
Bad dreams bad dreams go away
Good dreams good dream here to stay
Aylarınızı verip büyütmeye çalıştığınız çiçek size dikenlerinden başka bir şey sunamıyor diye kanayıp dururken tam istediğiniz gibi bir ruh olan komşusu topraktan avuçlarınıza dökülür ve sizi mutlu edebilir. Bu kez su vermezsiniz, büyütmeyi küçültmeyi evinize götürmeyi sizin yapmayı denemezsiniz. Onun güzelliğini izler, belki bir gece omzuna bir yumruk geçirirsiniz.
Bad dreams bad dreams go away
Good dreams good dream here to stay
9 Kasım 2009 Pazartesi
Uzayda Aşk Var
Biliyorsunuz Hande Yener tezgâhtar sevgilisi ve onun berber kardeşi aracılığı ile elektronik müziğe yönelmişti. Mete Özgencil destekli iki albümü dışında çok da başarılı bulmadığım Yener, bu değişiklik ile benzerlerinden sıyrılmış olsa da Türk milleti olarak farklı olanı her zaman olduğu gibi kabullenemedik ve üçlü şimdi borç batağında. Yakın zamanda bence içleri kan ağlayarak ve utanç içinde, mecburen bir açıklama yapıp tükürdüklerini yaladılar ve pop müziğe dönmeye karar verdiler. Bu başlık altında gördüğünüz klip Berber Doğulu adlı kardeşin her şey iyi giderken uçukluğun dibine vurduğu bir projesi, aynı zamanda üçlünün son cesareti. Klipte gördüğünüz herkes, Türkiye’nin ünlü gay, lezbiyen ve destekçileri. Soner Arıca (bkz. Kadir İnanır), Janset, Özgür Çakıt (bkz. Disko Kralı-Medya Kralı-Muhabbet Kralı), Kemal Doğulu, Yonca Evcimik, Oben Budak, Özgür Aras, Işıl Sarraf, Pınar Yiğit, Gökçe, Esin Övet, Ayşe Özyılmazel, Berrin Şeker vb. büyük bir cesaret gösterip bu klipte dolaptan çıkmış ve kendi aralarında eğlenmişlerdir ancak şarkının müziğine ve düzenlemesine imza atan Erol Temizel’in parası ödenmediğinden proje rafa kalkmıştır. Şimdi ne olacak? Hande Yener pop müziğe dönecek. Ondan cesaret alanlar “o yapamadıysa biz hiç yapamayız” diyecekler. Özlem Tekin zaten kış uykusunda. En iyisi ben askere gideyim, belki dönüşte bazı şeyler değişmiş olur.
8 Kasım 2009 Pazar
TERMINATOR SALVATION (2009) by McG *-
Terminator serisinin berbat TV dizisi Sarah Connor Günlükleri dâhil her parçasını izlemiş ve dördüncü filmin animasyonlu posteri ile kendimden geçmiş vizyona çıkmasını bekliyordum. Sinemada izleme şansını ne yazık ki bulamadım ancak bugün filmi gördüm.
Filmin gelecekteki açılış sahnesinde “cehennemi andıran görsellik muhteşem” diye aklınızdan geçirseniz de sonrasında daha ucuz olduğu için bolca iç mekân çekimi izleyeceksiniz. Müstakbel Avatar (2009)’ımız Sam Worthington’un canlandırdığı Marcus karakterinin filmi bu. Ne John Connor’ın ne de Skynet’in. İlk yarı insan-yarı robot Marcus’un; geçmişinde yaptığı bir hata sonucu idam edilmesini, onlarca yıl sonra yeniden bir şans elde edişini, cesurca savaşmasını, kaderine karşı koymasını ve ne hikmetse “kurtarılmak” dışında bir numarasını dört film ve 31 bölüm dizi sonrası halen göremediğimiz John Connor’ı kurtarıp asilce ölmesini izliyoruz. Geri kalan her şey fondan ibaret. Neden böyle bir tercihte bulunulduğunu anlamak güç değil. Adeta mitleştirilen, insanlığın kurtarıcısı olarak sunulan John Connor’ın neden o kadar büyük bir figür olduğunu anlayacağımız filmdi bu. Yani ayrıntılı ve kusursuz bir karakter çizmeliydi senaryo. Elbette defalarca yazılmasının sebebi de bu. Başaramadılar. Ehil ellerden çıkan bir John Connor portresi belki tatmin edecekti ama yine de herkesi değil. Onlar da ne yapsalar ellerinde patlayacak ve geri dönüşü olamayacak bu zor işi Christian Bale’in sert yüzünün arkasına saklanarak geçiştirdiler. Bale’in kişilikli fakat her büyük kahramanın kişiliği olmaya çalışan (bkz. Melvin Purvis, John Connor, Bruce Wayne) eskimiş yüzü ise karaktersiz John karakterini nasıl yansıtacağını bilememiş, sadece sertçe etrafa bakmış. Worthington ise bu açığı muhteşem değerlendirip üç boyutlu, duygusal, karizmatik ve her Avustralyalı gibi yakışıklı (bkz. Eric Bana, Hugh Jackman) bir adam ortaya koymuş.
Sadece aksiyon ile ilgilenen sinemaseverler için de yine başka adresler tarif etmek zorundayım. Terminator adından medet umanlar artık bu işten vazgeçmeli.
FLASHFORWARD 1.Bölüm
Önüne gelenin övdüğü yeni abc dizisi FlashForward’a az önce bir şans verdim. İlk saniyesinden itibaren yeni Lost olmaya soyunduğunu herkes fark edebilir. Ne yazık ki yapanların fark edemediği şey; Lost bitmeden hiçbir dizinin Lost kategorisine yükselemeyeceği, hele ki taklit ederek. Neydi bu esinlenmeler (!) derseniz, izlerken onlarcasını içimden geçirdiğimi ancak şimdi çok azını hatırladığımı belirteyim.
1.Lost’un uçak kazası, bunun araba kazası ile başlaması
2.Lost’da uçak enkazı etrafında, bunda otoyoldaki kaza alanında geçen patlamalar, çığlıklar, aksiyon
3.Lost’un akışı renklendirmek için geçmişi, bunun geleceği göstermesi
4.İşini her şeyin önünde tutan doktor karakter (hatta hastane dizilerine de göz kırpıyor)
5.Hayatları ortak bir olayla kesişen sürüyle insan hikâyesi
6.Herkesten fazlasına vakıf bir çocuk
7.Hayatının sonuna geldiğini düşünen fakat şimdi bir amacı olduğuna inanan John Locke çakması karakter
8.Herkesin etkilendiği bir olaydan etkilenmemiş tek üstün varlık
9.Lost’un tropik adasındaki kutup ayısına karşılık Los Angeles sokaklarında zıplayan kanguru
Joseph Fiennes’in berbat mimikleri ve Fringe’den arak “gizemli olayları araştıran FBI birimi” gibi etkenler belki de iyi olabilecek bir diziden baştan soğumama neden oldu. Devam eder miyim bilmiyorum.
DISTRICT 9 (2009) by NEILL BLOMKAMP *-
Düşük bütçeli büyük hayran kitleli pazarlama harikası beş para etmez gerilim filmleri furyasının yeni takipçisi District 9; ne atası The Blair Witch Project (1999) kadar özgün ne de yönelimin yüz karası Cloverfield (2008) kadar kötü.
30 milyon dolar gibi küçük bir bütçe ile bir çok sahnesi özel efekt dolu bu tarz bir filmin nasıl yapıldığına şaşıranların, yönetmenin, Peter Jackson’ın sağ kolu olduğunu ve bir özel efekt şirketine sahip olduklarını hatırlamasında fayda var. Lüks bir restoranda mı yerseniz ucuza çıkar, yoksa evde kendi aranızda pişirirseniz mi?
Filmin Star Wars gibi klasiklerle karşılaştırılacak kadar büyütülmesini asla anlayamayacağım. Mockumentary olarak başlayıp aksiyon filmine dönüşmesindeki samimiyetsizliğe prim verilmesini de. Ne senaryosu orijinal ne de çıkış noktası. “Artık korku filmleri yaparak korkutamıyoruz bari gerçek gibi sunalım” numarası Blair Cadısı ya da “canavar filmleri ilgi çekmiyor ve pahalıya patlıyor diye işi baştan farklı pazarlayalım” sahtekârlığı Canavar gibi bu da “eski seriler kabak tadı verdi ama taze bilim kurgu yapacak kadar zeki değiliz bari şurada bir el kamerası numarası vardı onu kullanalım” kurnazlığı, o kadar.
6 Kasım 2009 Cuma
Hep inanmisimdir. Çiviyi sadece çivi söker. 001 in çivisi de 301 oldu. Bir bağımlılıktan kurtulmak için yenisini bulmak lazımdı, buldum. Şimdilik mutluyum. Ne zaman dozum aksamaya baslar, yoksunluk baş gösterir bilmiyorum. Bana kalıcı mutluluk olmadığına inandığımdan beri olduğu gibi, anı yaşıyorum.
5 Kasım 2009 Perşembe
4 Kasım 2009 Çarşamba
NE YAPMALIYIM ANKETİ SONUÇLANDI
Mecburi hizmetimin bitişi ile birlikte anketim de sonuçlandı ve karar vakti geldi. En yakın arkadaşlarım dâhil çoğu kişi görüşleri olsa da oy kullanmadıklarını söylediler o yüzden sonucu daha az duygusal ve daha çok gerçekçi buluyorum.
Köyde kal ve eğlenmene bak %0
Köyde kal ve ders çalış %0
Ankara’da özelde işe gir ve hayatını yaşa %18
Ankara’da özelde işe gir ve ders çalış %12
Askere git %50
Her şeyi bırakıp İstanbul’a git ve sinema yapmaya çalış %18
Anlaşıldığı üzere kimse köyde yaşamamdan mutlu değil. Hayatımın en mutlu anlarından bazılarını yaşadığımı/yaşamaya devam ettiğimi, rahatlığımı, imkânlarımı, sevilmemi anlata anlata bitiremediğim bir yerden gitmemi istiyor herkes. Neden? Kimse mutluluğumu istemiyor mu yoksa?
Son haftalarımı Ankara’da özel sektörde iş arayarak geçirdim, ayrıntıları araştırdım ve mantıksız bir hamle olduğuna çok uzun hikâyeler sonucu karar verdim.
Askerliği aradan çıkması gereken bir yük hatta istemeyenin yapmaması gereken bir iş olarak görsem de en iyi askerlik ya hiç yapılmamış ya da en geç yapılmış askerliktir diye karar verdim.
İstanbul’a gidip sinema yapmaya çalışmak için maddi desteğim hala yok.
Köyde ya da uzayda ders çalışıp TUS sınavına girmek benim için bünye dışı.
Yani köyde kalıp eğlenmeme bakacağım.
Mecburi hizmetim bitti! Artık zevk için yapacağım!
Köyde kal ve eğlenmene bak %0
Köyde kal ve ders çalış %0
Ankara’da özelde işe gir ve hayatını yaşa %18
Ankara’da özelde işe gir ve ders çalış %12
Askere git %50
Her şeyi bırakıp İstanbul’a git ve sinema yapmaya çalış %18
Anlaşıldığı üzere kimse köyde yaşamamdan mutlu değil. Hayatımın en mutlu anlarından bazılarını yaşadığımı/yaşamaya devam ettiğimi, rahatlığımı, imkânlarımı, sevilmemi anlata anlata bitiremediğim bir yerden gitmemi istiyor herkes. Neden? Kimse mutluluğumu istemiyor mu yoksa?
Son haftalarımı Ankara’da özel sektörde iş arayarak geçirdim, ayrıntıları araştırdım ve mantıksız bir hamle olduğuna çok uzun hikâyeler sonucu karar verdim.
Askerliği aradan çıkması gereken bir yük hatta istemeyenin yapmaması gereken bir iş olarak görsem de en iyi askerlik ya hiç yapılmamış ya da en geç yapılmış askerliktir diye karar verdim.
İstanbul’a gidip sinema yapmaya çalışmak için maddi desteğim hala yok.
Köyde ya da uzayda ders çalışıp TUS sınavına girmek benim için bünye dışı.
Yani köyde kalıp eğlenmeme bakacağım.
Mecburi hizmetim bitti! Artık zevk için yapacağım!
3 Kasım 2009 Salı
2 Kasım 2009 Pazartesi
ISPARTA, DÖRDÜNCÜ KEZ, SONRASI (02.11.2009)
Perşembe gerçekleşmesi beklenen buluşma çarşamba öğleden sonrası sürpriz bir şekilde gerçekleşti. Geçen karşılaşmamızda ikimiz de birbirimize sokak ortasında sarılmamış ve oturur oturmaz birbirimizi bundan dolayı suçlamıştık. Bu sefer öyle olmaması için ben hemen sarılsam da sanki bunu boşa yapmıyormuşum gibi hissettim.
Bir kız arkadaşımın evinde sohbet ederek hasret giderirken daha ilk dakikalardan itibaren beni suçlamaya başladı. Nefes almadan, söz hakkı tanımadan benim nasıl da onu hayal kırıklığına uğrattığımı anlatıp durdu. Sonra kızmaktan yoruldu ve ben daha yakından geldiğini zannetsem de bu sekiz saat sürecek ve çok azını yalnız geçirebileceğimiz buluşma için 1466 kilometre yol kat ettiğini/edecek olduğunu itiraf etti. Üçümüz çıkıp yemek yedikten sonra eve dönüp içmeye başladık. O, özel durumundan dolayı çok az içebildi ama sarhoş olmaya dünden hazırdık hepimiz.
Ayrıntılarda boğulmak işten olmasa da arkadaşımın ona aşk ile ilgili sorduğu soruya tereddütsüz “bir kez âşık oldum, o da Serkan’a” diye yanıt vermesi beni aylardır yaşadığım köyde içinde bulunduğum arzu nesnesini elde etmeye-etmemeye çalışma çalışmalarım-krizlerim hakkında çok kısa bir süre düşünmeye itip sonuca ulaştırdı. Gerçek aşkı yakaladığım biriyle Türkiye yüzünden bir araya gelememiş ve gidip bir öküze (her anlamda) arzular beslemiştim. Aptalcaydı, gereksizdi, saçmaydı. Neyse ki bitti.
Gitmeden önce Isparta’ya sarıldığım o kısıtlı anda gözlerim doldu. Ne kadar kıymetli bir şey yapabildiğimi fark ettim. Birine sekiz yıl büyük aşk beslemiş ve elini bile tutamadan onu kaybetmiştim. Bir buçuk yıl önce başlayıp sekiz ay süren ikinci aşkım Isparta’ya ise dört görüşmemiz toplamında bu ikinci sarılmamdı. 26 yaşında bir erkek olarak âşık olduğum birine ikinci kez dokunabiliyordum ve üçüncü seferin olup olmayacağı çok büyük bir soru işaretiydi. Ne kadar paha biçilemez ve elde edilemez olduğunu görmüyor musunuz?
Ertesi gün büyük bir alışveriş merkezinde bir arkadaşımla alışverişe verdik kendimizi, yine. Network mağazasında kıyafet bakarken ağlamaya başladım. Herkesin ortasında, olabilecek en soğuk dekorasyona ve robot ışığa sahip mağazada en duygusuz ürünlerin arasında, durup dururken. Dün gece ellerime konup hemen ardından kayıp giden duygular üzerime çökmüştü.
Evet, 2008 Haziranında birine âşık oldum. Evli ve o zaman 1 şimdi 1,8 çocuklu birine. Karşılıklı olması dâhil, her yönüyle ilkti. Kimseye zarar vermemek için onun isteği ile kendimizi mutsuzluğa mahkûm ettik ama unutamadık. O benim daha şanslı olduğumu düşünüyor çünkü benim için hala aşkı yeniden bulmak gibi bir fırsat varmış.
Okudunuz ve beni karılarınızın kocalarınızın sevgililerinizin rahat güvenli ve normal(!) ilişkilerinizin çerçevesinden yadırgadıysanız defolup gidin hayatımdan. Nasıl olsa dünyada arkadaş olabileceğiniz bir sürü başka insan var, bana ihtiyacınız yok. Benim de at gözlüklü yaşam tembellerine…
Bir kız arkadaşımın evinde sohbet ederek hasret giderirken daha ilk dakikalardan itibaren beni suçlamaya başladı. Nefes almadan, söz hakkı tanımadan benim nasıl da onu hayal kırıklığına uğrattığımı anlatıp durdu. Sonra kızmaktan yoruldu ve ben daha yakından geldiğini zannetsem de bu sekiz saat sürecek ve çok azını yalnız geçirebileceğimiz buluşma için 1466 kilometre yol kat ettiğini/edecek olduğunu itiraf etti. Üçümüz çıkıp yemek yedikten sonra eve dönüp içmeye başladık. O, özel durumundan dolayı çok az içebildi ama sarhoş olmaya dünden hazırdık hepimiz.
Ayrıntılarda boğulmak işten olmasa da arkadaşımın ona aşk ile ilgili sorduğu soruya tereddütsüz “bir kez âşık oldum, o da Serkan’a” diye yanıt vermesi beni aylardır yaşadığım köyde içinde bulunduğum arzu nesnesini elde etmeye-etmemeye çalışma çalışmalarım-krizlerim hakkında çok kısa bir süre düşünmeye itip sonuca ulaştırdı. Gerçek aşkı yakaladığım biriyle Türkiye yüzünden bir araya gelememiş ve gidip bir öküze (her anlamda) arzular beslemiştim. Aptalcaydı, gereksizdi, saçmaydı. Neyse ki bitti.
Gitmeden önce Isparta’ya sarıldığım o kısıtlı anda gözlerim doldu. Ne kadar kıymetli bir şey yapabildiğimi fark ettim. Birine sekiz yıl büyük aşk beslemiş ve elini bile tutamadan onu kaybetmiştim. Bir buçuk yıl önce başlayıp sekiz ay süren ikinci aşkım Isparta’ya ise dört görüşmemiz toplamında bu ikinci sarılmamdı. 26 yaşında bir erkek olarak âşık olduğum birine ikinci kez dokunabiliyordum ve üçüncü seferin olup olmayacağı çok büyük bir soru işaretiydi. Ne kadar paha biçilemez ve elde edilemez olduğunu görmüyor musunuz?
Ertesi gün büyük bir alışveriş merkezinde bir arkadaşımla alışverişe verdik kendimizi, yine. Network mağazasında kıyafet bakarken ağlamaya başladım. Herkesin ortasında, olabilecek en soğuk dekorasyona ve robot ışığa sahip mağazada en duygusuz ürünlerin arasında, durup dururken. Dün gece ellerime konup hemen ardından kayıp giden duygular üzerime çökmüştü.
Evet, 2008 Haziranında birine âşık oldum. Evli ve o zaman 1 şimdi 1,8 çocuklu birine. Karşılıklı olması dâhil, her yönüyle ilkti. Kimseye zarar vermemek için onun isteği ile kendimizi mutsuzluğa mahkûm ettik ama unutamadık. O benim daha şanslı olduğumu düşünüyor çünkü benim için hala aşkı yeniden bulmak gibi bir fırsat varmış.
Okudunuz ve beni karılarınızın kocalarınızın sevgililerinizin rahat güvenli ve normal(!) ilişkilerinizin çerçevesinden yadırgadıysanız defolup gidin hayatımdan. Nasıl olsa dünyada arkadaş olabileceğiniz bir sürü başka insan var, bana ihtiyacınız yok. Benim de at gözlüklü yaşam tembellerine…
28 Ekim 2009 Çarşamba
ISPARTA, DÖRDÜNCÜ KEZ (28.10.2009)
16 Kasım 2009’da rastlaşalı 18 ay olacak. Yarın dördüncü kez görebileceğiz birbirimizi. İlk aylar şevkle, devamı aşkla ve hasretle, üçüncü çeyreği yasla geçti. Sonrasında bir durulma, acısız yeniden özleme nöbetleri, değer tartışmaları ve unutulmaz özel insan olma yolu. Bu blogun açılma sebebi ve ilk yazılarının müsebbibi seni yarın görünce ne hissederim bilmiyorum.
26 Ekim 2009 Pazartesi
MİLYONCU’DA ÇALIŞMIŞ KOLUKISA’LI KARADENİZ PİPİSİ VE “HER AŞK BİTERMİŞ BİR GÜN BİLDİM” ÖĞRETİSİ
Aslında bu hepinize anlatmayı çok istediğim yeni bir hikâye ancak ne yazık ki her hikâye anlatılacak kadar şanslı doğmuyor. Yine de bu başlığı atmak zorundaydım, içine girdiğim yeni romanın kahramanlarını onurlandırmam gerekiyordu. Belki bir gün, bir gün daha edepsiz olmayı başarırsam anlatabilirim.
23 Ekim 2009 Cuma
UP (2009) by PETE DOCTER-BOB PETERSON ***
Her biri selefinden daha çok abartılıp yerlere göklere sığdırılamayan Pixar animasyonlarının şimdilik sonuncusu gösterimde. Diğerlerinden daha fazla erişkin fantezisi olarak pazarlanan, işi Cannes Film Festivali’nin açılışını yapmaya kadar götüren animasyon film nihayetinde bir çocuk filmi olduğunu izlendikten sonra saklayamıyor. Bunları filmi beğenmedim demek için değil, olmadığı bir şey gibi pazarlanmasına sinirlendiğim için yazıyorum. Pixar’ın ve animasyonların ciddiye alınma çabası o kadar baskın ki bu yıl Oscar töreninde en iyi film adaylarının sayısı 10’a çıkarıldı. Böylece yetinemedikleri En İyi Animasyon Film kategorisinin dışına çıkacak, belki beş yıl içerisinde bir En İyi Film Oscar’ı alabilecekler. Teknik anlamda elbette üstün, hikâyesi elbette pişmiş, pazarlaması birinci sınıf, yandaşı seveni çok ama nihayetinde ortalama bir film. Hayatınızı değiştireceğini, yıllardır görmediğiniz şeyleri göstereceğini falan düşünmeyin. Wall-E (2008), Ratatouille (2007), Cars (2006), The Incredibles (2004), Finding Nemo (2003) zamanında nasıl abartıldı ve gördüğünüzde ne hissettiyseniz yine aynısı olacak.
22 Ekim 2009 Perşembe
SONG SONG AND LITTLE CAT (2005) by JOHN WOO -
Çöpe atılmış küçük Kedicik’i hayatını çöplerden bulduğu şeylerle sürdüren yaşlı bir adam bulur ve büyütür. Yaşlı adamın en büyük hayali küçük kızı okula göndermektir. Standart okul alışverişi için gereken paranın üçte ikisini ancak toparlamış olsa da mutluluğu yüzünden okunmaktadır. Yine pazardan artık topladıkları bir gün yerde bitmesine az kalmış bir kurşunkalem gören yaşlı adama kalemi almaya çalışırken kamyon çarpar. Ama ne çarpmak! Kamyon üzerinden geçer gider! Bu sırada yerde bulduğu sebzelerin bir süre sahibini aramadan çantaya atılmaması gerektiğinden emin olan Kedicik adamın öldüğünden habersizdir. Kader ağlarını örer ve küçük kız dilenci mafyasının eline düşer. Onlarca başka küçük kızla birlikte kötü kalpli patronları için gül satmaya başlar.
Çok pahalı ve ince zevklerle döşenmiş bir evde beyaz piyanosunun başında vereceği resitale hazırlanan küçük kız Song Song, babasının başka bir kadından peydahladığı erkek kardeşi yüzünden bağıran annesinin çığlıklarını dinlemektedir. Kafası atan küçük Mozart tuşlara rastgele basarak ebeveynlerinin arasındaki kavgayı protesto eder. Babası “iş gezisine” gittiğini söyleyip onları terk eder. Süper lüks arabasında sinir içinde otururken en sevdiği porselen bebeği camdan atar ve bebek Kedicik’in eline geçer. Kedicik, annesinin toplu intihara götürdüğü Song Song’u görünce bir gül hediye eder. Bütün çekik gözlülerin intihar-severliği bu aileye de sirayet etmiştir ama Kedicik’in verdiği gül elbette kaderlerini değiştirir.
Bu senaryoyu aksiyon ustası John Woo çeker ve birlikte Letters From Iwo Jima (2006)’yı izleyen ekip biz ne yapıyoruz diyerek topluca intihar ederler.
CIRO (2005) by STEFANO VENERUSO -
All The Invisible Children projesinin 13 dakikalık İtalya ayağında çocuk olmak, hırsız olmak hatta bir karesinde ergen olmak tartışılıyor. Görmediğimiz annesi tarafından çalışmaya-çalmaya zorlanan Ciro adlı çocuğun içindeki henüz ölmemiş masumiyeti didaktik bir lunapark sahnesi ile yansıtan yönetmen tam da biz Türklerin kısa filmlerinde kullanmayı sevdiği başarısız bir yolu izliyor.
JONATHAN (2005) by JORDAN SCOTT-RIDLEY SCOTT *
Ridley Scott’ın kızı Jordan ile çektiği yirmi dakikalık bu kısa film önce armut dibine düşer dedirtiyor, sonra da Matchstcik Men (2003)’den beri yeni bir samimiyet beklediğimiz baba Scott ile ilgili ümitlerimizden vazgeçmemiz gerektiğini gösteriyor. Milyon dolarlık filmlerindeki gibi kusursuz bir sinematografi, tamamen göz boyamaya dayalı bir görsellik ve sırf şık duracağı düşünülerek konulmuş gereksiz sahneler, devasa bir savaş seti, patlamalar ve efektler. Ne gerek var? Amacı dünya üzerindeki çocuk problemleri ile ilgili sağduyu oluşturmak olan böyle bir projeye fikriniz yoksa katılmayın. Para kazanmak için yapılmış bir Hollywood oyuncağı değil ki bu. Bütün süresini konuşamadan geçiren kısa film sonunda başkarakterine dış sesten birkaç afili cümle kurdurup karanlığa çekiliyor. Orada kalması dileğiyle.
BILU E JOAO (2005) by KATIA LUND *-
Gökdelenlerin hemen arkasında bizim gecekondularımıza denk düşebilecek yapılarda yokluk içinde yaşayan ve geri dönüşüme katkıda bulunan(!) bir tür bizim reklam filmlerinin sucu çocuğuna da benzetilebilecek iki kardeşin acıklı okunabilecek hikâyesini ritmik bir şarkı, hareketli kurgu ve güler yüzü şart koştuğu oyuncu yönetimiyle izleyeni üzmeden veren yönetmen, All The Invisible Children projesinin işini yapan ancak zayıf bir halkasını oluşturmuş.
JESUS CHILDREN OF AMERICA (2005) by SPIKE LEE ***-
Spike Lee, All the Invisible Children projesinden kendine düşen payı anlatırken en iyi bildiği dünyayı seçip siyah derililerin arasında geziniyor. Okulda rengi diğer arkadaşlarından daha açık olduğu için sataşılan ancak başlarda buna güçlü bir şekilde karşı durup kabadayılarını alt eden küçük bir kız çocuğunun hikâyesi anlatılıyor. Saat gibi işleyen matematik ancak içten senaryo zamanla bize çocuğu, ebeveynlerini, ailenin yaşadığı problemi, çevrenin bu duruma iyi ve kötü bakış açılarını, nihayetinde de ailenin sorununun toplumsal yansımasını göstererek 20 dakika içinde çoğu uzun metrajın başaramadığı bir drama ortaya koyabiliyor. Hatalar yapmış, yapmaya da devam eden ebeveynlerin çocukları için yüreklerinde hala besledikleri sevgiyi görünce kendinize kızacak taraf olarak ancak onları dışlayan normal(!) toplumu seçebiliyorsunuz. Mutlaka izleyin.
MAVİ KADİFE (ya da ALIN VERİN İLİŞKİYE CAN VERİN) (22.10.2009)
Yeni tanışmanın verdiği saygıyı kaybedeli ne kadar oldu sahi? Yeni fark ettim aramızdaki nefrete giden yolun sebeplerinden birinin bu olduğunu, yeni biriyle tanışınca. Yeni tanıştığım kişinin bana temkinli yaklaşması, sen yorulma ben yaparım tavrı, kibarlıklar, jestler, düzenlenen hesap ödeme yarışmaları. En çok da saygı ve sevgi. Seninle kaybettiğimiz her şey yani. Artık konuşmak yerine bağrışıyoruz. Birbirimize can acıtacak sözler söylemek için özel çabalar sarf ediyor, genelde de telefonu yüzümüze kapatıyoruz. Suçlu her şeyini sana teslim eden ben miyim, yoksa bunları hunharca değerlendiren sen mi. Klasik tavrımdır; ihtiyacı olan birine benden gelmesini hayal etmediği bir şey teklif ederim. Karşı tarafın senden alamam tavrını yıkana kadar dünyanın en ısrarcı insanı olur, onun için yaptığım/ona verdiğim şeyle mutlu olurum. Sonra devam eder jestlerim tamamen içten duygularımla ve çok geçmeden o benden bir şeyler istemeye başlar. Beni kendine yakın görüp istenecek kişi olarak seçmesine bayılır, eskisinden de mutlu yaparım isteklerini. Ama böyle sürdürmeyi beceremez karşı. Kendisini süper-egosu gelişmemiş bir çocuk, beni ise her istediğini yapmak zorunda bir ebeveyn olarak konumlandırır ve teşekkür etmeyi, saygı duymayı unutur. Verilen lütfu göz ardı eder. Verdiklerimi zaten hakkı beller ve ben o noktada gidenleri geri almaya gönlüm olmadığı için işkencecime teslim olurum. İçten içe nefret etmeye başlar, uzaklaşır da uzaklaşırım. Sonra biri çıkar, bakir. Uğruna henüz hiçbir şey yapmadığınız o yeni güzellik sizden sadece yanında durmanızı istiyor gibidir. Ama Serkan sınırlarını bilmez ve mutlaka milyonlarca görünmez ip ile bağlanmaya çalışır sevdiğine. Eviyle, işiyle, geçmişiyle, geleceğiyle, dostlarıyla, parasıyla bağlar kurar. Yeni’yi hepsinin içine sokar ve hala yeni gibi kalmasını beklemek gafletinde bulunur. Ben dâhil bütün insanlar o denli basit formüller üzerinden ilerletiyorlar ki hayatlarını bütün ilişkiler başından sonuna doğru hamleler ile ilgili. Yürümeyen ilişkilerin sebeplerinden biri doğru hamleyi bilmeyen taraflarsa, diğeri hamle yapmayı yapay bulup dürtülerini takip eden ve karşı tarafın gözü açıldıktan sonra mutluluğunu kaybeden benim gibiler.
21 Ekim 2009 Çarşamba
BLUE GYPSY (2005) by EMIR KUSTURICA ***-
“Kendimi yalan söylerken yakaladığımdan beri kimseye güvenmiyorum”
All The Invisible Children adlı toplamanın ikinci filmini sinema sanatını icra eden en büyük ustalardan biri olan Emir Kusturica yönetmiş. Upuzun ve serüven dolu bir Kusturica filminde ne varsa, bu 17 dakikalık filmde de izlerini görmek mümkün. Birinci sınıf işçilik, ne anlatırsa anlatsın insanı mutlu etmesini bilen anlar içeren bir öykü, yerinizde durdurmayan müzikler, hemen sahipleneceğiniz karakterler. Tadı damağınızda kalacak, esprilerle bezeli bir “Çocuğun Adı Yok” dramı.
TANZA (2005) by MEHDI CHAREF -
İlk saniyesinden itibaren her karesi hesapçı, her planı yapay, berbat oyunculuklar ve içeriğine ters biçimde cilalı bir sinematografi muhteva eden, mesajını Olacak O Kadar’lar seviyesinde bir çiğlik ile anlatmaya çalışan, izlemesi eziyet niteliğindeki bu Unicef destekli sosyal sorumluluk projesi kısa film; All The Invisible Children’ın ilk halkasını oluşturuyor. Cezayirli yönetmen Mehdi Charef 17 dakikalık filmini ajitasyon üzerine kurmuş ve hayatında hiç film izlememiş gibi duruyor. Daha izlerken nefret ettiğim çok az filmden biri.
19 Ekim 2009 Pazartesi
DRAG ME TO HELL (2009) by SAM RAIMI **-
17 Ekim 2009 Cumartesi
CACHé (2005) by MICHAEL HANEKE ***-
Michael Haneke’ye Cannes Film Festivali’nde üç haklı ödül birden getiren toplum eleştirisi Saklı’yı hazmı kolay filmlere alışmış kişilerden çok savaş, azınlıklar ve burjuvazi üzerine kafa yoran izleyicilere tavsiye edebilirim.
Kendi içerisinde ufak tefek sorunlar yaşayan zengin sınıfın “yüksek sesle tartışmayı” hayatlarının en büyük trajedisi haline getirdikleri günümüzde, çektikleri acılardan bihaber yaşadıkları, görmedikleri-görmeye dayanamadıkları azınlıklar tarafından ister istemez rahatsız edildiklerinde nasıl delirdiklerini, ne yapacaklarını nasıl şaşırdıklarını izliyoruz. Burada uzun uzun Haneke’nin ne yapmaya çalıştığını anlatmaya lüzum yok. İzleyene herkesin birçoğunu çıkarabileceği noktalar bunlar. Birkaç saniye görülen polisten, biraz daha uzun bir rolü olan editöre veya bütün film perdenin odağında olan entelektüel başkaraktere kadar yaşadığımız dünyadaki büyük sorunlarda herkesin nasıl da parmağı olduğunu incelikli bir şekilde anlatıyor yönetmen.
Filmdeki kasetleri kimin yolladığını merak edenlere film bittikten sonra bu yazının başlığına tıklayıp mavi renkte yazan ilk isme bakmalarını söyleyebilirim. Uzun süre, ancak bir yazıyla değil, karşılıklı tartışılması gereken çarpıcı bir film.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
2023 - Kalan 6 Ay
Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...
-
Başlığın bile yeterince şok edici olduğunun farkındayım. Günlerdir arabesk soslu aşk nidalarımı okumaktan sıkılmışsınızdır belki düşüncesiyl...
-
Yasemin Alkaya; bale eğitimi almış, konservatuar mezunu bir tiyatro sanatçısı olarak tanınıyor. Fotomodellik de yapmış ve bir kafe işletiyor...