Yine
saçma sapan bir şarkıdan aşırı etkilendim. Yılın yine o zamanı. Orhan Pamuk'un
büyülü cümlelerini okumam gerekirken kendi saçmalıklarımı yazmaktan geri
duramıyorum. Aklım, benle değil yine.
Söz
konusu şarkının adı Deli Dumrul. Sözleri anlamsız, kafiye olsun diye. Müzik
bildik, yorum tanıdık. Fakat yüreğime saplanıyor işte, yerimde duramıyorum yine.
Mantıklı
davranmanın mantıklı olacağına kanaat getirip öyle de yaptığım insan ömrü için
uzun sayılabilecek sürenin sonuna böyle gelecekmişim. 1 yıl 20 gün.
"Belki hata ettim, boş yere
sabrettim,"
Belki
de ilk -ruhani boyutta yaşamayan insanlar için- gerçek ilişkimin virüs gibi
yayılıp, en özgür tuşlamalarıma bile cankurtaran kulübesinden atılmaya hazır
atılganlıkla beklemesi hasebiyle içimden gelenleri yazamıyorum. Eskiden olsa
kırk katibin bir araya geldiğinde anlayamayacağı dilimle yalardım ekranı ancak
onu da bir noktada kaybettim. İstanbul uçağında. İstanbul kalabalıklara yaptığı
gibi benim de renklerimi ortaya çıkardı. Bu saatten sonra nasıl üstü kapalı
aşklar yaşayabilirim?
Başka
bir şakıya tutunmayı deneyeyim.
"Yorgun yüzüm, yoksun xxx, ne zamandır
böyle, ne zamandır küsüm?"
Uymadı.
"Bir telaş içimde malum, her düştüğümde
beni sen tut kaldır istedim. Çaresi kalmamış ağır hastalar gibiydim, sen gel al
beni, beni sen kurtar istedim."
Tam
da bu. Biri beni kurtarsın istiyorum şu ara. Düştüğümden değil, tökezlemedim
bile. Güçlüyüm, eskisinden de çok. İdare edenim. Karar verenim. Dediğim dedik.
Çaldığım benim. Gücü sevdim. Hiç oğul olamadan baba olmakla sorunlarım vardı,
yendim. Hiç çocuk olamadan erişmekten yorgundum, dinlendim. Kabullendim.
Kucaklaştım. Hüznü yenince sertleştim, dikleştim, mahcubiyeti bırakıp utanmaz
olmaya, ağzıma küfür değmemişken sikip atmaya evrildim. Keyif de aldım bundan.
Benim -eski benim- gibi acizlik içinde tutunacak dal arayan doyurulmamış
kalplere penisimi uzattım. Dal oldum, ağaç oldum, gölge oldum, güven duygusu
oldum. Asla doyuramayacağımı bildiğim iştahımı hiçe sayıp aşevi oldum.
Unutmuştum.
Unutmuşum. Gölge aramayan birine dönüşmek, sıcaklığın olağan olduğuna inanmama
varmış. Gölgenin serinliğini, rahatlatışını, yakmayışını silmişim zihnimden ki;
koşuyordum güneşte görevim olduğu üzere ve bir serinlik çöktü teklifsizce.
İstemem, teşekkür ederim, ben güneşte giderim. Gölge ise ısrarcıydı güneşi bana
değdirmemeye. Alışık değilim, lütfen, ben hallederim. Gölgede halledelim.
Sanırım
her şeyin tepetaklak olması kolay, bu kadar olmasaymış keşke. Baba olmaktan
yorulduğumu evlat olma ihtimalini görünce fark ettim. Yuva vermenin
yoruculuğunu biri bana kapısını açınca hatırladım. Saat kaç olursa olsun eve
dönebileceğimi, hem de hainlerin eline kalmadan, bir şövalye zırhının
korunaklığında, toprak yoldaki çamurun miktarını bile dert etmeden eve
dönebileceğimi anlatması bana, "her düştüğümde beni sen tut kaldır
isterim," dedirtti.
Elbette
gölge sadece gölge değildi ama en azından dürüsttü. Gölgeye çekilen sadece
yorgun yüzüm değildi, böcekler, yılanlar, bakteriler, virüsler... Gölgenin gölge
oluşunu kullanan kötü niyetliler yerleşmişti çoktan kutuya, ben güneşe
görünmemeye başlamadan önce, çok önce.
Gölge;
ona zarar verenlerle dolu, çürüten, öldüren, öldürmeye niyetli ve öldüreceği
kesin zararlılarla dolu. Durduğum sürece bana da musallat olacakları belli,
kesin, kaçışsız, doğa kanunu.
Peki,
ne yapacağım joonam?