15 Ocak 2011 Cumartesi

EYYVAH EYVAH 2 (2010) by HAKAN ALGÜL *-


“Başkarakterin müzisyen olduğu Türk filmlerinde bu durumun abartılmasına nazaran Eyyvah Eyvah’ın müziği ekonomik kullanımı ve şarkı söylenen uzun sahnelerle sürenin doldurulmaya çalışılmaması hoş” şeklinde yorumladığım Eyyvah Eyvah(2010)’ın aceleye gelmiş devam filmi; süreyi doldurmak adına her fırsatta çalgıların üflendiği, mikrofonların açılıp olur olmaz yerde şarkıların söylendiği bir yapıya sahip.

Yıllar önce David Fincher filmi Panic Room(2002)’un açtığı yoldan ilerleyen, özgün olmasa da eğlenceli jeneriğin ardından gelen ilk sahnelerden birinde “benim ne işim var burada” diyen Firuzan (Demet Akbağ) filmin yapılma sürecini özetleyen cümleyi kuruyor.

Ata Demirer’in uzun sürede özene bezene yazdığı ve piyasa şartlarına yüz vermediği için övülen sıcacık senaryosu; Hakan Algül’ün yönetmenliği dâhil tüm eksiklerini kapatıyordu ilk filmin.

Beklenenin çok üzerinde gişe yapıp, bir de eleştirmenlerin gönlünü kazanarak seyirci ile otoriteyi birbirine yaklaştıran filmin kaymağını sıcakken yemek adına apar topar yazılıp çekilen devam filminin ise her yerinden özensizlik akıyor.

İlk filmin kaldığı yerden başlayıp karakterleri Geyikli kasabasına getiren Ata Demirer senaryoyu Geyikli sokaklarında gezip buradan nasıl bir espri çıkarabilirim diyerek yazmış gibi duruyor. İlk filmin iyi kötü olay örgüsüne karşın bu film tamamen durum komedisi olmaya soyunuyor.

Yeni eklenen karakterlerin hepsi birbirinden karton. İlk filmden Salih Kalyon’un sevilen Halil Dede tiplemesinin uzatıldığını görüyoruz ancak o da tek boyutlu kalmaktan kurtulamıyor.



Müsamere havasındaki hemşireyi kaçırma sahnesi yer yer akıllara zarar hatalara meydan veriyor. Aralarında iki metre olan iki insandan biri hafif dizlerini kırınca diğerinin onu görmemesi gibi çocukça şeyleri seyircinin kabullenmesi bekleniyor.

Sahneden komedi çıkarmak dışında hiçbir şeye odaklanmamış görünen ekip, basit fiziksel hataları yok sayıyor. Hakan Algül’ün seyircinin zekâsına hakaret ettiği, çözümlenmeye yeltenmediği matematik problemler nedeniyle film duvara tosluyor.


Yine de filmin “Türkiye’nin aydınlık yüzünü” göstermesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Kavganın, dövüşün, mafyanın, acının ve gözyaşının bolca yer bulduğu sinemamızda; fazla kafaya takmayan, içmesini de eğlenmesini de bilen, güler yüzlü Trakya insanına yer veriyor film.

Bir kadın rahatlıkla sevdiği erkeğin boynuna sarılıp öpebiliyor, pikniklerde rakı sofraları kuruluyor. Kimseye zararı olmayan insanlar kendi yağlarında kavrulup gidiyorlar.

Türk insanı hakkında halen bilgi sahibi olmayan yabancı ülke vatandaşlarına izletilebilecek bir film var önümüzde. Peçeyle gezdiğimizi sananlarda şok etkisi yaratabilir. Hatta uzun süredir ülkenin doğusunda yaşayanlara bile modern Türk insanının nasıl bir şey olduğu ile ilgili ders verebilir.

Son bir not. Ata Demirer’in askerliği senaryonun her yerine sinmiş. Dikkatli gözlerden kaçmayacaktır.


ilk filmin eleştirisi: http://serkancellik.blogspot.com/2010/10/eyyvah-eyvah-2010-by-hakan-algul.html

10 Ocak 2011 Pazartesi

SHREK FOREVER AFTER (2010) by MIKE MITCHELL *-


İlk uzun metrajı Deuce Bigalow: Male Gigolo(1999) adlı Rob Schneider filmi olan yönetmen Mike Mitchell’in yönetmenlik kariyeri ısmarlama paket Surviving Christmas(2004) ve Disney eğlencesi Sky High(2005) filmlerinden ibaret.

Çizgi karakter olsa da yönetmenlerinden çok daha ünlü olan Shrek ise 2001 yapımı ilk filmin aldığı Oscar, 60 milyon dolarlık bütçesine karşın kazandığı 484 milyon dolar ve muhteşem eleştiriler ile ikinci filmini garantilemişti.

Üç yıl sonra gelen devam filminde bütçe 150, hasılat 919 milyon dolara ulaştı. Bu film de Oscar adaylığı kapınca Dreamworks; Disney’e karşı üstünlük getiren bu projeye ikinci halkanın sönük olmakla itham edilmesine karşın devam etme kararı aldı, Shrek evrenini yan hikâyelerle de genişletti.

2007 yılında gelen üçüncü Shrek filmiyle serinin tadı iyice kaçtı. Teknik anlamda gösterilen özen Pixar ve Disney’in aksine senaryoya gösterilmiyor, yeşil devin perdede arz-ı endam etmesi yeterli sanılıyordu. Eleştirmenlerin burun kıvırdığı 160 milyon dolarlık filme seyircinin gişede 798 milyon dolar ödemesi ilginin azalmaya başladığına işaret etse de yapımcı firma için yine büyük bir zaferdi.


Gelenek bozulmadı, üç yıl sonra dördüncü film geldi. 3-D teknolojisinin gazı ve “son bölüm, onları perdede son kez göreceksiniz” sloganları ile salonlara çekilen izleyici bu kez de 165 milyon dolarlık bütçeye 747 milyon dolarlık gişeyle cevap verdi. Fakat bu kez sesler yükseldi. Herkes özensizliğin, öykünün zorlama oluşunun farkındaydı. Altın yumurtlayan tavuğunu en azından beyazperdede kesmiş görünen Dreamworks, beslenmediği için tükenmiş bu kümes hayvanından çok bile ekmek yedi denebilir.

Shrek son macerasında basit bir fikirden yola çıkıyor. Prenses Fiona’yı ejderhanın elinden kurtarmasaydı ne olurdu? Sorun fikrin basitliğinden çok akla ilk gelecek şeylerin yazılıp çizilmiş olması. Sağdan soldan çarpılmış fikirler ve bir iki dans sahnesi ile filmin bitmesi. Yapılmış en künt Shrek filmi var karşımızda.

Hiçbir zaman Shrek hayranı olmadım fakat 83 dakikanın sonunu zor getiren bu bölüm bana Cartoon Network’ün herhangi bir çizgi dizisinin herhangi bir bölümündeki yaratıcılığı mumla arattı.

9 Ocak 2011 Pazar

127 HOURS (2010) by DANNY BOYLE **



Aron Ralston adlı genç adam 2003 yılında tek başına kanyonlarda gezmeye çıktığında sağ elinin kayaların arasına sıkışması sonucu verdiği yaşam mücadelesini beş gün sonra ön kolunu keserek kazanmış ve yaşadığı deneyimi kitap olarak yayınlamıştı.

Kitaptan belgesel yapmayı da planlayan Ralston, kendince çok önemli olan bu hikâyeyi Danny Boyle gibi bir yıldız yönetmene emanet ederek daha çok kişiye duyurma yolunu seçmiş sonradan. Gerçekten de 8 Oscar’lı Slumdog Millionaire(2008) zaferinin gazıyla herkesin yeni filmini beklediği Boyle sayesinde bence ‘kaza’ olması dışında hiçbir özelliği, alt metni, çekiciliği olmayan bu yaşanmış öyküden tüm dünyanın haberi oldu.

Üçe böldüğü perdeyle stadyumda maç izleyen, namaz kılan, yüzen, koşan, koşturan insan yığınlarını içeren arşiv görüntüleriyle aynı anda evinde tek başına, tek başına çıkacağı yeni yolculuğa hazırlanan Aron’u gösteren yönetmen; yüksek sesli müzik kullanımı ve hareketli kurgu ile filmini kocaman bir video klip olarak tasarlamış. Zaten inişleri çıkışları, heyecanı ya da hüznü olmayan bu öyküyü ve onun sevimsiz başkarakterini izletmenin başka da yolu yokmuş gibi duruyor.



“Cuma gecesi. Ben, müzik ve gece var. Mükemmel!” diyerek kendi karakterini özetleyen Aron; annesinin telefonlarını cevaplamayan, gittiği yeri kimseye haber vermeyen, yolda gördüğü kaybolmuş seksi kızlarla eğlenir gibi görünse de hiç umursamayan biri olarak yansıtılmış.

Kendine aşırı güvenen Aron’un elinin kayalara sıkışması filmin 15.dakikasına denk geliyor. Başlarda hiç umursamasa da zamanla durumun ciddiyetini anlayan Aron, buna rağmen bir an bile burnundan kıl aldırmayarak aslında bir tür yalnız yaşayan, kariyer sahibi genç kuşağın da temsilcisi oluyor. Kaldığı zor durumda video-günlük hazırlaması, yaşadığı şeyden bir ürün çıkarma niyetini en baştan belli ediyor. Hayal ettiği kurtulma senaryolarının bu denli sinematografik olma sebebi de bu.

İyice ümitsizliğe kapıldığı bir anda kendi kendini eğlendirmek için televizyon şovuna konuk olduğunu hayal eden Aron, burada da yaptığı esprilerle o ve onun gibilerden hoşlanmamamızın nedenlerini özetliyor. Yanında taşıdığı ürünlerin kör göze parmak reklamına dönüşen film, bir yerde Amerika’nın soğuk gazlı içecek firmalarını da cilalıyor.



Son üç filmini beğenmediğim ve gittikçe ümidi kestiğim yönetmen Danny Boyle, kamera ve görüntü üzerindeki hâkimiyetini artırdıkça derinliğini kaybediyor. En son Millions(2004) ile kalplerimize dokunabilen yönetmen, onu o yapan şeylerden oldukça uzaklaşmış duruyor. Zanaatı gelişse de, çektiği her sahnede imzası olsa da; Danny Boyle bir sanatçı olarak yeteneğini parlatamıyor. Uzun süredir yaptığı işler birer tüketim malzemesinin ötesine geçemiyor.

A.R. Rahman’ın özgün müzikleri, James Franco’nun oyunculuğu ve senaryosu ile Altın Küre adayı olan yapım ilk iki kategoride şansını Oscar yarışı için de koruyor. Yine de yere göğe sığdırılamayacak bir performans sergileyebildiğini düşünmüyorum Franco’nun. (Benzeri ve çok daha iyisi için bkz. Sean Penn’in yönettiği Into The Wild(2007) filmindeki Emile Hirsch performansı)

7 Ocak 2011 Cuma

BURIED (2010) by RODRIGO CORTES ***-


Bir adam, çalan telefonun sesiyle, toprağa gömülmüş eski bir tahta tabutun içinde tek başına uyanır. Yanında kendisine ait olmayan bu cep telefonu dışında bir çakmak ve bir kalem vardır.

Ortak yönetmen olarak bir uzun metraj, bir de kısa film sahibi senarist yönetmen Chris Sparling’in çoğu genç sinemacının hayali olan ‘kısıtlı bütçeyle çok iyi film çekme’ fantezisine cesaretlendirici katkılar sağlayan senaryosu “Buried”; İspanyol yönetmen Rodrigo Cortes’in ellerinde heyecan dolu bir filme dönüşmüş.

Variety dergisinin “takip edilmesi gereken 10 genç yönetmen” arasına koyduğu, Sinema dergisinin Ocak 2011 sayısında “Adam Olacak Çocuk” ilan ettiği 37 yaşındaki Rodrigo Cortes, hem seyirciyi hem de eleştirmenleri memnun etmeyi başarıyor.

İkinci uzun metrajlı filmini İngilizce çekerek kendinden ne kadar emin olduğunun ilk sinyalini veren Cortes; bununla beraber ancak David Fincher gibi yönetmenlerin cesaret edebileceği bir formüle sıkıştırmış kendini.

Tek mekânda, tek oyuncuyla, karakterin etrafı aydınlatmak için kullandığı ışıkla film çekme cesaretini gösteren yönetmen; ne geriye dönüşlerle süreyi doldurmaya ne de etkiyi artırmak için başkahramanın elemle bekleyen ailesini ya da kurtarma ekiplerinin faaliyetlerini göstermeye yelteniyor. Kamerasını oyuncusundan hiç ayırmadan istediği bütün duyguları yakalamayı başarıyor.



Senaryonun yardımıyla birden fazla ışık kaynağını aralıklı dönüşümlerle kullanan film, tüm kısıtlamalarına rağmen görsel anlamda doyurucu olmayı başarıyor.

188 cm.lik Ryan Reynolds’u ufacık tahta bir tabuta sıkıştıran yönetmen, mekânı geniş bulmuş olacak ki; filmin ilerleyen dakikalarında gittikçe küçültmeye de devam ediyor.

Üstelik bu durumu saçma bir fanteziye değil, günümüz gerçeklerine bağlıyor. Finale yakın gerçekleşen bir telefon görüşmesi sayesinde ABD’de özel sektörün nasıl bir kapitalist canavar olduğunu çoğu uzun metraj belgeselden daha vurucu dile getiriyor.



Gişede aradığını bulamasa da zamanla elden ele yayılıp hayran kitlesini genişleteceği mutlak olan filmi sinemada göremeyenlerin atmosferden etkilenmeleri için geniş ekran ve karanlık bir oda şart.

KOSMOS (2009) by REHA ERDEM **


“İyi bir film, sözcüklerle ifade edilmeye direnen filmdir.”

Bu cümle, altıncı uzun metrajlı filmiyle karşımıza çıkan Reha Erdem’e ait.

Siyah beyaz çekmekten son anda vazgeçtiği Kosmos için benim de katılma şansı bulduğum 14.Gezici Festival vasıtasıyla büyülendiği Kars ilimizi seçen yönetmen, bu muhteşem şehri çok iyi kullanmış.

Florent Herry’nin de bu kez iyi iş çıkardığı Kosmos, Kars’ı; görmemiş insanlar için arzu nesnesi, bilenler için özlemle anılacak bir şehir haline getiriyor.

Önceki Erdem filmleri gibi sayısız ödül kazanan filmin; yönetmenin çıtayı gittikçe yükseltmeyi başardığı kurgu, ses tasarımı ve görsel yetkinlik konularında takdir edilesi yanları var. Ne var ki benim, hakkında övgüyle kurabileceğim cümleler bu kadarla sınırlı.



Daha fazla şey anlatırsam Reha Erdem’in yukarıda yazdığım cümlesine göre Kosmos, kötü bir film olur. Yazmayı şimdi bırakırsam ise gerçekte olmadığı kadar iyi.
İçimden gelen, Reha Erdem’i peşinden sürüklendiği fakat içini dolduramadığı ritim duygusuyla baş başa bırakmak.

5 Ocak 2011 Çarşamba

ENTER THE VOID (2009) by GASPAR NOE ****-


LED ekrandan izleyen epilepsi hastalarına kriz yaşatacak, gebe hanımlara bulantı ve kusma verecek, maddi olanağı olan özgür ruhlara ilk fırsatta Tokyo gezisi planlatacak yeni Gaspar Noe filmi “Enter The Void”; izleyen herkese hoş ya da değil, olağanüstü deneyimler yaşatacağı garanti bir yapım.

Filmin etkisini azaltmamak adına izlemeden hakkında hiçbir şey okumamak en iyisi.

“Boşluk” filminde beni en çok heyecanlandıran, uzun süre sonra sinemanın halen görsel anlamda başımı döndürebiliyor oluşu. Ne kadar sinefil olursak olalım uzun aralıklarla da olsa; birbirinin kopyası, her saniyesi önceden belli ve aynı şeyi geveleyen görüntü yığınları arasından bu film gibi görülmemiş şeyler bulabilmenin verdiği mutluluk.

İsminin ne anlama geldiği konusuna ilk sahnede “uçaktan boşluğa düşmek” şeklinde cevap veren Gaspar Noe biraz sonra bizi “Boşluk” adında bir bara götürüp filmin adı buradan gelmiş diye düşündürüyor. Başına gelen olay sonrası boşlukta süzülmeye başlayan karakteri görünce, filmin isminin orijini yeniden değişiyor ve bu kez daha sağlam bir kavrama bağlansa da yapımın finalinde “Boşluk” ’un ne olduğunu ilk kez tam olarak anlıyoruz. Baştan beri tüm veriler doğru aslında. Tek fark, kelimeler her açıklanışında daha geniş anlamlar yükleniyor oluşu. Filmin bütünü gibi. “Enter The Void” sürdükçe anlamı artıyor. Minimalist sinemanın uzun uzadıya durağan görüntüler gösterip sonunda ruhani bir mana yüklenmesi gibi bir şey değil bu. Her sahne kendi içinde başlayıp biten bir kısa film kadar bütünlüklü. Her sahneye eklenen bir sonraki sahne, hem kendi başına hem de önceki ile birleşince anlamlı. İki saatten uzun süre izlediğimiz filmin tüm sahneleri için hem tekil hem de toplamda aynı şey geçerli. Bu, inanılmaz bir dinamik.



Yönetmen Gaspar Noe yedi yıl önce gösterime soktuğu ikinci uzun metrajı Irreversible(2002) ile Cannes’de Altın Palmiye için yarışmış, dünya çapında ses getirmiş ve filmden yarıda çıkmak, filme dayanamamak, kaçıncı dakikaya kadar izleyebildiğini belirtmek moda olmuştu.

Filmin ortalarında yer alan ve Monica Bellucci’nin kurgusuz, tek çekim görünen tecavüz sahnesi herkesin diline düşmüştü. Sondan başa ilerleyen yapısı nedeniyle olayların olduğu ilk perdesi başyapıt niteliğindeki film; izlediğimiz ikinci, kronolojik olarak ilk yarısında ise hafif porno tadında karakter tanıtımları nedeniyle sıkıntı vericiydi.



BUNDAN SONRASINI İZLEMEDEN OKUMAYIN!
Tarantino’nun tüm zamanların en iyi jeneriklerinden biri ilan ettiği ve filmin tümüne yayılan neon ışıklardan esinlenmiş iki dakikalık açılışın ardından Tokyo’da bir dairenin balkonuna konuk oluyoruz. Olayları 24 dakika boyunca tavizsiz şekilde başkarakterin gözünden, üstelik kesme olmadan izlemeye başlıyoruz. Onunla birlikte gözümüzü de kırpıyoruz.

Sevgili sanılmaya müsait çift, kardeş çıkıyor. Kız evden çıktıktan sonra erkek kardeş uyuşturucu alıyor. Onunla birlikte kafamız güzel olana dek ışığın, gölgenin, rengin ve seslerin arasında yüzüyoruz. Genç adama bir telefon geliyor. Elindeki uyuşturucuyu ‘Boşluk’ adlı bara getirmesi isteniyor. Tuzak olduğu anlaşılan davet sonrası genç, barın tuvaletinde polis tarafından vuruluyor ve ruhu bedenini terk ediyor.



Hayatının gencin gözlerinin önünden film şeridi gibi akması ve ruhunun tepeden geriye kalanları gözlemesi üzerine kurulu görsel yapı, işi bu çıkış noktasından alıp en uç noktalara dek götürüyor. Ölümden sonraki 19 dakika, ölen karakterle birlikte yine kesme olmadan(elbette var ancak yok gibi kurgulanmış) boşlukta gezinip, cinayeti sonrası yaşananları onun gözünden görmeye devam ediyoruz. Hayatının film şeridi gibi geçmesi yaklaşık 40 dakika sürüyor. Bu bölümdeki yaratıcılığa hayran kalmamak elde değil. Film son saatinde ise iyice raydan çıkıp birçok şey deniyor, hepsinde de başarılı oluyor.



Kamerayı öyle bir açıya yerleştireyim ki seyirciyi rahatsız etmeyeyim çıkışlı kürtaj sahnelerine inat, yüzde yüz prosedüre uygun bir kürtaj sahnesi var filmin. İzleyicinin şok olması muhtemel sahne kendini kaptırıp zaten büyülenmiş kişilere her gün gördükleri bir şeymiş gibi de gelebilir.



Porno endüstrisinin bile akıl edemediği ‘vajinanın içinden izlenen penis penetrasyonu’ sahnesi yüzümüze boşalan spermlerle bizi yola çıkarıp kadın yumurtalıklarına kadar götürüyor.



Filmin sonlarına doğru herkesi şaşırtacak bir gelişme oluyor. Ardından karakterin “bir rüya gördüm” diye açıkladığı bu durum, rüya olduğu belirtilmese anlaşılamayacak ayarda. Bu örnek aslında bütün filmin nasıl tonlarda gezindiğini gösteriyor. Yer yer başı dönen izleyiciye şu anda kimi izlediklerini hatırlatmak için isimlerin fısıldanma sebebi de bu.



Emzirme ve erkeklerin kadın memesine düşkünlüğü üzerine yazılan tezleri de görselleştiren Noe, bugüne dek bebek yapmak üzerine yapılmış en iyi filme de imza atıyor.



Filmin kusursuz olma yolunda ayağına takılan tek engel, kesme yapmamak uğruna şehirde bir yerden başka bir yere boşlukta süzülerek yol alan karakterinin gözünden Tokyo sokaklarını kuşbakışı gösterme tercihinin seyahat sayısı arttıkça sıkmaya başlaması. Binalar arasında mekik dokuyan ruhun seyahat hızı da aynı seyrettiğinden, David Fincher acaba yeni filminde böyle bir sahneye yer verir mi diye beklediğimiz türden efektlerin yüzlercesine şahit olmak sonunda yorucu bir hal alıyor.



Bitmesine beş dakika kalana dek asıl amacını gizleyen “Enter The Void”, 161 dakikalık bu hipnotize edici yolculuğu yeniden anlamlandıran finaliyle de ayakta alkışlanmayı hak ediyor.

4 Ocak 2011 Salı

THE KIDS ARE ALL RIGHT (2010) by LISA CHOLODENKO **



Tanımadıkları bir vericiden aldıkları spermle ikisi de ayrı ayrı gebe kalan lezbiyen çift Nic (Annette Bening) ve Jules (Julianne Moore) biri 18 diğeri 15 yaşında iki çocuk sahibidir.

Küçük kardeş Laser’in ablası Joni’den üniversiteye gitmeden önce bir isteği vardır. Kendi yaşı tutmadığı için arayamadığı biyolojik babalarını araması. Joni kardeşinin isteğini yapar, çocuklar varlıklarından haberdar bile olmayan babaları Paul (Mark Ruffalo) ile tanışırlar. Beklediklerinin aksine; biri doktor diğeri mimar olan annelerine kıyasla okumamış ancak hali vakti yerinde, zevk sahibi ve seksi bir bekâr baba bulurlar karşılarında. Yaptıkları ortaya çıkar, anneler durumu öğrenir ve sperm donörleri ile onlar da tanışırlar.

Son yıllarda iyiden iyiye moda olan arızalı aile komedi-dramları için güzel bir çıkış noktası var sayılabilecek The Kids Are All Right; ne kötü niyetli bir eşcinsel alt kültür sömürücüsü, ne de iyi niyetli bir küçük bağımsız.



Filmin yönetmeni HBO dizileri Six Feet Under ve Hung için birer bölüm yönetmiş, çerez parasına mal ettiği üç uzun metrajı ünlü oyuncularına rağmen ses getirmemiş 46 yaşındaki Lisa Cholodenko. Bu dördüncü uzun metrajını da yine ortalamanın çok altında bir maliyetle kotarmış olan sinemacı, filmdeki saçına ve giyimine kendi gerçek hayatındaki şekli verdiği başrol oyuncusu Annette Bening’in ve Julianne Moore’nin üstün performanslarına sırtını dayamış görünüyor.

Kolayca formüle edilebilecek sinopsisine senaryolaştırma aşamasında hiçbir yaratıcılık katamayan Cholodenko; aldığı 4 Altın Küre adaylığını “yılın bağımsızı” kontenjanından kapmış gibi duruyor.



Bu filmden sonra rol aldığı Alice In Wonderland(2010) sayesinde hep Tim Burton’un Alice’i olarak hatırlanacak Avustralyalı Mia Wasikowska’nın canlandırdığı evin ablası Joni’nin filmin başlarında verilen üniversiteye gidecek olması bilgisinin filmin son dakikalarında gereksiz uzatmalarla perdeye getirilme çabası gibi ana hikâyeden bağımsız ve işe yaramayan sahnelerle dolu yapım; sıkıcı olmasa da tat vermiyor.

Çocukların büyürken yaptıkları hataları, lezbiyen bir çift olmanın zorluklarını, aile sahibi olmanın önemini anlatmaya çalışırken bir taraftan da lezbiyenlerin gay erkek pornosu izleyerek kendilerini tatmin etmeleri gibi sahnelerden komedi uman yapı; senarist-yönetmen Cholodenko’nun aklına ne geldiyse peliküle aktardığı hissini veriyor.



Hiçbir anında komik olmayı başaramayan, taze cümle kuramayan, Annette Bening’in 3 kez aday gösterilip alamadığı Oscar’ı bu kez kucaklamak istediği için oynadığı aşikâr olan vasat bir film. Öyle olmaya soyunsa da kesinlikle yılın Little Miss Sunshine(2006)’ı değil.

3 Ocak 2011 Pazartesi

BLACK SWAN (2010) by DARREN ARONOFSKY ****


Nina Sayers (Natalie Portman) adlı genç kız, biraz da bekâr annesi Erica’nın (Barbara Hershey) baskısıyla hayatını baleye adamıştır. Kızı doğduğu için genç yaşta baleyle ilgili hayallerine veda eden anne bu sevgiyi kızına aşılamış, kendi yapamadığı şeyleri –yapabileceğine pek inanmıyor görünse de- kızından beklemeye başlamıştır. Başarı isteyen bu iki kişilik hırs, ortaya yarış atı bir çocuk ve kontrol delisi bir anne çıkarmıştır.

Kızın özel hayatı yoktur. Kilidi bile olmayan, üstelik pespembe bir odada, halen küçüklükten kalma duran onlarca sevimli pelüş oyuncağıyla yatmaktadır. Büyümesine, ergenliğini yaşamasına ve hatta kendi adına düşünüp kararlar almasına bile engel olan baskıcı annesiyle kurduğu ev yaşamı ile tutkuyla bağlı ve yetenekli olduğu bale arasında bir hayat sürmektedir. Dersleri bitince evine döner, annesinin kıyafetlerini çıkarmasına ve hatta tırnaklarını kesmesine izin verir, yemeğini yer, biraz daha antrenman yaparak erkenden uyur.

Nina'nın sabah ateşiyle uyanıp yatağında mastürbasyon yaparken annesinin başucundaki koltukta uyuduğunu dehşetle fark ettiği sahne, anne kızın ilişkisini özetlemektedir.

Hırslı, mükemmeliyetçi ve manipülatör sahne yönetmeni Thomas Leroy (Vincent Cassel) bir nedenle eski yıldızı Beth Macintyre’den (Winona Ryder) sıkılmıştır. Yeni sezonda Kuğu Gölü’nü farklı bir uyarlama ile sahnelemek isteyen yönetmen, yeni bir yıldız arayışındadır. Okulda birçok yetenekli dansçı olmasına rağmen hem Beyaz Kuğu hem de Siyah Kuğu rolünü; yani biri iyi diğeri kötü kalpli ikiz kardeşleri canlandırabilecek oyuncu yoktur. Seçmelerde Nina’nın doğal güzelliği ve yeteneği ile Beyaz Kuğu’yu başarıyla oynayabileceğine emin olan Thomas, ondan bu kontrolcü ve kusursuza oynayan tavrını bırakıp içindeki kötülüğü ortaya çıkarmasını ister. Hayatı boyunca her yaptığı planlı ve gözlem altında tutulmuş Nina için bu hiç de kolay olmayacaktır.



Konusunu bu şekilde özetleyebileceğimiz 2010 yapımı ve şimdiden dört dalda Altın Küre adayı “Black Swan”, yetenekli yönetmen Darren Aronofsky’nin son filmi. 41 yaşındaki Aronofsky’nin ilk uzun metrajlı filmi Pi(1998) birçok genç sinemacı için ufak bütçeyle çekilip uluslararası başarı kazanışıyla ilham kaynağı olmuştu. İki yıl sonra Requiem for a Dream(2000) ile daha da büyük bir çıkış yapan yönetmen, Ellen Burstyn’in Oscar adayı olduğu bu yapımla kameraya hâkimiyetini ve özgünlüğünü kanıtlamıştı. Ne yazık ki rüya projesi The Fountain(2006)’i gerçekleştirirken türlü zorluklarla karşılaştı ve sonuç kimilerince iyi niyetle karşılansa da kimsenin “Bir Rüya İçin Ağıt” ’tan sonra beklediği gibi olmadı. The Wrestler(2008) ile yeniden formuna döndüğünü ispat eden yönetmen, özellikle Mickey Rourke’nin de dönüş filmi olarak hatırlanacak bu yapımla tekrar saygı görmeye başladı.



İlk döneminde verdiği sinyallerin karşılığı ise Black Swan’da hayat bulmuş görünüyor. Aronofsky’nin şimdiye kadarki en büyük yönetmenlik becerisi olarak kabul edilebilecek film, Natalie Portman’ın muhteşem güzelliğinden ve oyunculuğundan da sonuna dek faydalanan bir yönetim-kurgu-müzik harikası. Klasik hikâye anlatımına yüz vermeyen yönetmen, ilk saniyesinden “bu bir bale filmi değil” diyerek kaçması muhtemel seyirciyi koltuğa bağlıyor ve onlara enfes çekilmiş bolca dans sahnesi izletiyor. Darren Aronofsky’nin artık imzası haline gelen ense seviyesinden perdenin tam ortasında yürüyen oyuncuyu takip eden kamera, filmin tamamına yakınında kendine yer buluyor. Yerinde duramayan dansçıları elimizi uzatsak tutabileceğimiz mesafeden kaydedip en az dans eden aktör ve aktrisler kadar estetik ve hareketli bir kamera bu aynı zamanda. En büyük karar merci ise filmin müzikleri. Gerilmemiz gerektiğini sürekli hatırlatan orijinal müzikler, Kuğu Gölü’nün klasik melodileri ile harmanlanıp kulaklarımıza müthiş bir ziyafet sunuyor.



Sanatçının sanatı için sınırlarını aşması şeklinde özetlenebilecek film, bu cümleyi oldukça heyecanlı ve modern şekilde kuruyor. Yoğun stres altına girmeden önce de patlamaya hazır bir şeker kutusu tekinsizliği olan, henüz cinsel yönelimi dahi kafasında netleşmemiş Nina’ya hayat veren Natalie Portman’ın –rolü için bazen yaşlı görünse de- çoktan hak ettiği Oscar’ı almasına kesin gözüyle bakılan performansına Venedik’ten ödülle dönen Küre adayı Mila Kunis de kusursuz eşlik ediyor.



Filmin gelgitlerle dolu senaryosu; seyirciyi aptal yerine koymadan, açıklayamayacağı hiçbir numarayı çekmeden, minimum replikle anlatmak istediğini ortaya koyuyor.
Verdiği karar ve içine düştüğü durumun amacına ulaştıktan sonraki sonucunu düşünmeyen Nina karakteri gibi yönetmen Darren Aronofsky de filmini amacına ulaştığı noktada, son dönemin hastalığı haline gelen “sonra da bunlar oldu” açıklayıcılığına yüz vermeden, istediği yerde noktalıyor.

2011 OCAK TÜRKİYE VİZYON FİLMLERİ

Ülkemizde ocak ayında gösterime girmesi planlanan 19 film var. Bunlardan beşi yerli. Avrupa’nın en çok bilet kesilen 7.ülkesi konumundaki Türkiye yeni yıla bol seçenekli bir programla başlıyor.
Yılın ilk haftasında vizyona çıkmadan davalık olan Said Nursi filmi Hür Adam ile ilkini beklediklerinden iyi bulanların salonları dolduracağına kesin gözüyle bakılan Eyyvah Eyvah 2 seyirciyi ikiye bölecek.
İkinci hafta Edward Zwick’in farklı bir tür denediği Aşk Sarhoşu ile Dominic Sena’nın talihsiz filmi Cadılar Zamanı gösterime giriyor.
Üçüncü haftanın gişe galibinin Şafak Sezer içermeyen yeni Kutsal Damacana filmi olacağı kesin ancak sevinci bir haftadan fazla sürmeyecek zira ayın son günlerinde yeni Kurtlar Vadisi filmi gişeyi sallayacak. Dördüncü cumanın gerçek sinemaseverler için anlamı ise yeni Danny Boyle ve Alejandro Gonzales Inarritu filmlerinin de Türk izleyicisi ile buluşacak olması.
CIRKUS COLUMBIA by danis tanovic 07.01
HÜR ADAM by mehmet tanrısever 07.01
EYYVAH EYVAH by hakan algül 07.01
LONDON BOULEVARD by william monahan 07.01
KITES by anurag basu 14.01
SEASON OF THE WITCH by dominic sena 14.01
IO SONO L'AMORE by luca guadagnino 14.01
MEGAMIND by tom mcgrath 14.01
DE HELAASHEID DER DINGEN by felix van groeningen 14.01
LOVE AND OTHER DRUGS edward zwick 14.01
KUTSAL DAMACANA DRACOOLA by korhan bozkurt 21.01
GÜNAH KEÇİSİ by cenk özakıncı 21.01
YOGI BEAR by eric brevig 21.01
BURLESQUE by steve antin 21.01
THE TREE by julie bertucelli 21.01
KURTLAR VADİSİ FİLİSTİN by zübeyr şaşmaz 28.01
127 HOURS by danny boyle 28.01
BIUTIFUL by alejandro gozales inarritu 28.01
TRON: LEGACY by joseph kosinski 28.01

2 Ocak 2011 Pazar

TESKERE NASIL BIRAKILIR


Akşam saatlerinde TUS sınavında iki yıl önce derece yapmış ancak çalıştığı hastaneden oldukça memnuniyetsiz bir arkadaşımla konuştum. Evlilik, yeni bebek, istediği kadar öğrenememenin yükü derken canı iyice sıkılmıştı. Sonra evindeki 7000 DVD’yi koyacak yer bulamadığı için kirişlere denk gelmeyen duvarlarını yıktıran biri ile ilgili bir yazı okudum. Hesapladım, 100 bin TL’nin üzerinde tuttu. Sinema yazarıdır, bedava gelmiştir çoğu diyerek konuyu kapattım. Elektronik postalarımı kontrol ettim. İlaç firmalarından haber yok. Kolukısa’dan biri arayıp ne zaman geleceğimi sordu. Annesinin hastalığı için beni beklediğini söyledi. Sevindim ve 2 Şubat diye tarih verdim. Yatağıma uzandım. Askeriyede kalmanın nasıl bir şey olacağını hayal ettim. Şimdiki komutanları, çalışma koşullarını iyice gözden geçirdim. Nasıl bir hayatım olur, neler beni sıkar diye hep en kötüyü düşünmeye gayret ettim. Odamın duvarlarına baktım. 7000 DVD hayal ettim. O zaman dedim Kahramanmaraş çekilir. Hem, alacağım ne kaldı ki. İnternetten sipariş ederim. Yılda 1-2 kez Ankara’ya giderim. Spor da yapıyorum. Ankara takıntımı sorguladım. Neden orada yaşamayı bu kadar istediğimi. Hemen durdum. Küçük şehir insanı yutuyordu. Dün gece İstanbul aşığı arkadaşımın Maraş’a yerleşmiş olmasını tartışan ben, bu gece kendim için aynı şeyi düşündüm.

“Ütü masası kalkınca, dünyanın en güzel odası olmadı mı burası?”

Ocak sonuna kadar ilaç firmalarından birinde işe giremezsem, Kolukısa’ya da dönemeyeceğim için Kadınhanı Devlet Hastanesi acilinde pratisyen olarak çalışmaya başlayacağım. Sinir bozucu, uzamaz kısalmaz bir iş. Pratisyen olarak yaşlanmayacağıma da eminim. Ne olacak, 1 yıl ders çalışıp 5 yıl uzmanlık okuyup 2 yıl daha mecburi hizmet mi yapacağım? 35 yaşına kadar beni alabilirsiniz diye kimseye söz vermek istemiyorum. Öğrenciyken otuzlu yaşlarında uzmanlık eğitimine başlayan ve sürekli ağlayan nöroloji asistanımız gözümün önüne geldi.

O halde ne. Ne yapacağım ben. Kolukısa olmaz, pratisyenlik olmaz, ilaç firması almazsa, üç kuruş gelirle İstanbul’dan uzakta sinema da yapamadıktan sonra.

Türk Silahlı Kuvvetlerine beni üç yıl alabilirsiniz diye söz mü versem?

Bundan 1 yıl önce anket yapmış, çıkan sonucu uygulamıştım. Gayet de memnunun uyguladığım için. Şimdi ikinci anket geliyor. Yan tarafta. Ne yapmalıyım?

THE TOWN (2010) by BEN AFFLECK ***


Oyunculuk kariyeri sürekli düşüşte seyreden Ben Affleck, hiçbir yapımda rol almadığı 2006-2009 döneminde yönettiği ilk film olan Gone Baby Gone(2007) ile gündeme geldi. Dennis Lehane’nin romanından Aaron Stockard ile birlikte uyarlayıp kardeşi Casey Affleck’i başrole koyduğu bu ilk uzun metrajı beklenmedik bir ilgi gördü ve Affleck’in ölçülü yönetmenliği başarılı bulundu. Amy Ryan’ı Oscar adayı yapan film, birçok törende Ben Affleck’in “umut vadeden yönetmen-ilk filmini çeken yönetmen” benzeri ödüller almasını sağladı. Bu projenin ardından oyunculuğa yeniden ısınsa da başarıya ulaşamayan aktör tam da ödül sezonunda Hırsızlar Şehri ile karşımıza çıktı.

The Town kısaca üç soygun sahnesi içeren romantik bir suç filmi. Ben Afleck’in o mahalleleri çok iyi bildiği için konuyu bu kadar iyi yansıttığı basın bültenleriyle dağıtılan –ilgi çeksin- bilgiler arasında.



İlk soygun sahnesi; hemen açılışta olması, kullanılan maskeler ve zekice hamleler ile birçok başyapıtın yanı sıra yakın dönemden The Dark Knight(2008)’i hatırlatıyor, üstelik onun altında ezilmiyor. Sürenin ortasına denk gelen ikinci soygunda işler ilkine göre kötü gidiyor ve doğrudan “son bir soygun yapalım” demese de lafı oraya getiren final soygunu filmin en yüksek anlarını sağlıyor. Ancak filmin güzel aksiyon sahneleri çekmek için yapılmadığını, çoğu türdeşinin aksine bu sahnelerin dramatik yapıyı desteklemek ve izleyiciyi salona çekmek için dolgu malzemesi olarak kullanıldığını söylemeliyiz. Yani ortada nefes kesen hareketli sahneler dışında meziyeti olmayan ve seyircisine iki aksiyon arasında süreyi doldurmak adına dolanan şuursuz karakterler sunan bir film yok. Aksine klişelere düşmemek için oldukça uğraşan bir senaryo ve iyi olmak için çırpınan oyuncular var. Blake Lively’nin abartılan performansından çok şey beklemez ve Ben Affleck’in kendini putlaştırmaya çalıştığı bazı anları saymazsak, seviyenin vasatın üzerinde olduğunu söyleyebiliriz.



Kısıtlı kullandığı aksiyonu olabildiğince sertleştiren yönetmen, ortalamanın biraz üzerinde bir toplama ulaşsa da sonuçta eli yüzü düzgün bir suç filmi yapmış olmanın ötesine geçemiyor.

2010 YILSONU İSTATİSTİKLERİ: GEZİLER

2010 yılı ülke içinde en çok gezdiğim yıl oldu. Türkiye’nin 19 farklı ilini toplamda 70’ten fazla kez ziyaret ettim. Bu iller Konya, Ankara, Aksaray, Mersin, Adana, Kahramanmaraş, Gaziantep, Samsun, Isparta, Antalya, Afyon, İstanbul, Bolu, Mardin, Şırnak, Şanlıurfa, Bursa, Düzce ve Eskişehir idi. Ayrıca bu şehirlerin merkezleri dışında Ilgın, Kolukısa, Mezitli, Eğirdir, Midyat, Cizre, İkizce, Kızıltepe, Viranşehir, Birecik, Abant, Mudurnu, Gölcük, Akçakoca, Beypazarı gibi ilçe ve kasabalarında da bulundum.

geçen yılın yazısı: http://serkancellik.blogspot.com/2009/12/yilsonu-istatistikleri-geziler.html

2010 YILINDA EN ÇOK…

Dalga geçtiğim: Askerler
Müptelası olduğum: Askerlik
Elde patlayan teknoloji: iPhone 4
Bezdiğim: Asker aileleri
Sıkılarak izlediğim: Breaking Bad
Arabada günlerce dinlediğim: Feridun Düzağaç
Mutlu olduğum yer: 2.Komando Tugayı Aile Muayene Yeri
Daraldığım yer: 2.Komando Tugayı Lojistik Destek Komutanlığı
Beni üzen: Isparta, Yusuf Furuncu, Askerliğin bitmesi
Beni gururlandıran: Askeriyede gösterdiğim başarı
Özlediğim dizi: Prison Break
Ayrılırken üzüldüğüm: 2.Komando Tugayı
Severken soğuduğum: Yerinde sayan arkadaşlarım
İmrendiğim: Kültigin Kağan Akbulut
Büyülendiğim manzara: Katılış muayeneleri
Gitmek istediğim ve gidemediğim: Gezici Festival, Altın Koza, Kutluğ Ataman retrospektifi
Her gün yediğim gıda: Askeri Gazino’da Hüseyin Tuncer’in yaptığı kiremitte menemen
En çok içtiğim: ON Whey Protein shake ve çay
Ruhumu sakinleştiren: Arabada yalnız kalmak
Hiç özlemediğim: Kahramanmaraş
Aldığım en büyük karar: Doktorluğu bırakmak
En büyük pişmanlık: Asker olduğum süre boyunca az da olsa film ve dizi izlemek. Bunun yerine her anımı askeriyeye odaklı yaşamalıydım

geçen yılın listesi: http://serkancellik.blogspot.com/2009/12/2009-yilinda-en-cok.html

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...