24 Haziran 2012 Pazar

2012 HAZİRAN TÜRKİYE VİZYON FİLMLERİ – 4. HAFTA


22 Haziran 2012 Cuma günü ülkemizde sekiz yeni film gösterime girdi. Filmlerim.com için yazdım. Okumak için buraya tıklayın.



LA FEE – dominique abel, fiona gordon, bruno romy 22.06
DARLING COMPANION – lawrence kasdan 22.06
KIRIK MİDYELER – seyfettin tokmak 22.06
PIRANHA 3DD - john gulager 22.06
CAFE DE FLORE – jean-marc vallée 22.06
THE INNKEEPERS – ti west 22.06
THE INBETWEENERS MOVIE – ben palmer 22.06
DES VENTS CONTRAIRES - jalil lespert 22.06


16 Haziran 2012 Cumartesi

2012 HAZİRAN TÜRKİYE VİZYON FİLMLERİ – 3. HAFTA

15 Haziran 2012 Cuma günü ülkemizde gösterime giren filmler:





DARK SHADOWS – tim burton 15.06
Karanlık Gölgeler

1966-1971 yılları arasında yayınlanan yaklaşık 1200 bölümlük televizyon dizisi “Dark Shadows/Karanlık Gölgeler”in üçüncü sinema uyarlaması oyuncu Johnny Depp ve yönetmen Tim Burton’un sekizinci işbirliğinin ürünü. Bir cadı tarafından vampire dönüştürülüp 200 yıl hapsedilen Barnabas Collins isimli adamın birkaç kuşak sonraki garip aile fertleriyle tanışmasını anlatan “Karanlık Gölgeler”in oyuncu kadrosundaki diğer isimler Michelle Pfeiffer, Eva Green, John Lee Miller, Gulliver McGrath, Chloe Grace Moretz ve elbette Burton filmlerinin vazgeçilmezi Helena Bonham Carter. Beklendiği kadar iyi eleştiriler almasa da Depp ve Burton hayranları için cezbedici olan film komik, fantastik, gotik ve retro olarak tanımlanabilir. 113 dk.




LA FEMME DU VEME – pawel pawlikowski 15.06
Gizemli Kadın

Douglas Kennedy’nin romanından Pawel Pawlikowski tarafından sinemaya uyarlanan “La femme du Véme/Gizemli Kadın” yönetmenin yedi yıllık aradan sonra çektiği ilk film. 2004 tarihli My Summer of Love/Aşk Yazım” ile BAFTA kazanan Polonyalı Pawlikowski yeni filminde Paris’te geçen gizem dolu bir öykü anlatıyor. İşini kaybettikten sonra Paris’e gelen ve birçok cinayetle bağlantılı görünen dul bir kadınla tanışan Tom Ricks karakterine Ethan Hawke hayat veriyor. Kadrodaki diğer isimler Kristin Scott Thomas ve Joanna Kulig. 85 dk.




WILL – ellen perry 15.06
Babam İçin

İstanbul’da gerçekleşen Liverpool-Milan 2005 Şampiyonlar Ligi final maçını konu eden bir baba oğul hikâyesi “Will/Babam İçin”. 11 yaşında bir yatılı okul öğrencisi olan Will’in babası söz konusu maç için bilet almıştır fakat büyük gün gelmeden vefat eder. Babasının anısını yaşatmak için Will’in yapması gereken; okul müdürünün odasında kilitli biletleri almak ve maça gitmek için yollara düşmektir. Damian Lewis, Bob Hoskins ve Rebekah Staton’un başrollerde olduğu yapımın yönetmeni daha önce üç belgeselle karşımıza çıkmış Ellen Perry. Çekimlerinin bir kısmı Atatürk Olimpiyat Stadyumu’nda yapılan filmde Galata Film’in ortak yapımcı olduğunu belirtelim. 102 dk.




POULET AUX PRUNES – vincent paronnaud, marjane satrapi 15.06
Azrail’i Beklerken

Birlikte yazıp yönettikleri “Persepolis” ile En İyi Animasyon dalında Oscar için yarışan Vincent Paronnaud ve Marjane Satrapi; ikinci filmlerini gerçek oyuncularla çekti. 1950’li yıllarda İran’da geçen öyküde bir keman virtüözü anlatılıyor. Nasser-Ali yıllarca kullandığı keman parçalanınca bunalıma giriyor ve sekiz gün boyunca aç kalıp ölümü bekliyor. Mathieu Amalric, Edouard Baer ve Maria de Medeiros başrollerde. Film Venedik’te Altın Aslan için yarıştıktan sonra 31. İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilmişti. 93 dk.


Yazıyı Filmlerim.com üzerinden okumak için tıklayın.

11 Haziran 2012 Pazartesi

PROMETHEUS (2012) by RIDLEY SCOTT **

“Prometheus”un fazlasıyla ciddiye alınma ihtiyacı ortada: “Alien” prequeli olma iddiası, gizemli tanıtım kampanyası ve dopdolu bir öykünün ufacık kısmını gösteriyor gibi yapışı. Devam filmlerine kapı açmak için her şeyiyle başı sonu olan bir öykü anlatmamayı tercih edebilirsiniz ancak devamı için heyecanlandırmak istiyorsanız biraz zekâ göstermelisiniz.

“Prometheus” defalarca gördüğümüz ‘bir grup insanın uzun süren yolculuk sonrası ulaştıkları gezegende başlarına gelenler’ kalıbını kullanıyor. Bu şablonu seçen filmler uzun yolculuğa dayanabilmiş-bundan etkilenmiş olanları göstererek başlar. Böylece hangi karakterin kırılgan, hangisinin sert olduğu anlatılır. Mürettebat kendini yemeğe verirken ikili diyaloglarda bir daha haklarında hiçbir şey öğrenemeyeceğimiz yan karakterler kendilerini gösterme şansı bulur. Güvenli gemi terk edilerek gezegene inilir. İşin dalgasında olanlarla ciddiye alanlar arasında gerginlik yaşanır. Uyuklayan seyirci için ilk heyecan gruptan birinin elbisesinin başlığını çıkarma anına denk gelir. Perdedeki herkes karakterin boğulacağını düşünürken, izleyici bunun gezegende nefes alınabildiğini gösteren ve böylece başlıkların çıkacağı sahne olduğunu bilir. Tüm film cam bir fanusun içinde duracaklarsa, isim yapmış oyunculara para vermenin manası olur muydu! Sonra ufak heyecanlar yaşanır, sürüden ayrılanı kurt kapar, akşam herkes seks yapar ve ikinci gün ölümler başlar.

“Promeheus” ümit vadeden açılış sekansının ardından ezbere bildiğinizden karşısında gözlerinizi açık tutmakta zorlanacağınız yukarıdaki şablonu uyguluyor. Daha önce sadece Moskova’da geçen ikinci sınıf bilim kurgu aksiyonu “The Darkest Hour/Karanlık Saat”i kaleme almış Jon Spaihts ve efsane dizi “Lost”un belkemiği yazarlarından Damon Lindelof’un senaryosu hiç etkileyici değil. Suçu Spaihts’ten çok Lindelof’a atmak geliyor içimden. Belli ki altı yıl peşinden sürüklediği “Lost” izleyicisini finalde eli boş bırakmış olmakla sorunu yok. “Prometheus”da da aynı planı uyguluyor. Belki de bu bir plan değil, elinden fazlası gelmiyor. Sorular soruyor, hiçbir yere bağlanmayan anlık gizemler yaratıyor, günü kurtarıyor. İzleyici merak etsin, araştırsın istiyor. Ne yazık ki ne kadar araştırırsak araştıralım simge ve göndermelerle dolu bu öykülerin Lindelof’un zihninden başka dayanağı olmadığından, sonuca ulaşmamız mümkün değil. Mühendis ilk sahnede kendini parçalayarak ne yaptı, David Charlie’ye yapışkan madde verirken ne düşündü, Mühendisler neden yarattıkları insanları yok etmek istiyor ve bunun yolu neden başka yaratıklar meydana getirmek, aynı DNA dizilimine sahip olmamız bizi onların yarattığının nasıl kanıtı olabilir, yaratan ancak kendinin suretini mi yaratabilir… Sorular uzar gider. İflah olmaz bir hayransanız çekilmiş Alien filmlerini tekrar tekrar izleyerek kendinize zayıf bağlantılar ve kısmi tatminler bulabilirsiniz. Ya da kısa yoldan, bunu sizin için yapmış sinema yazarlarının yazdıklarını okuyabilirsiniz. Elinize bir şey geçmeyecek. “Prometheus” büyük bir zekâ ürünü değil. Başyapıt değil. Alien serisinden yola çıkarak hazırlanan yeni bir mitolojinin ilk ayağı değil. Klişelerle, zaaflarla dolu, mış gibi yapan bir kandırmaca. On beş yıl bekleyip beş devam filmi de izleseniz elinizde kalacak şey “Lost”un finali gibi olacak.

9 Haziran 2012 Cumartesi

2012 HAZİRAN TÜRKİYE VİZYON FİLMLERİ – 2. HAFTA

DVD'si raflara çıktıktan sonra yeniden gösterime sokulan "Zenne"yi saymazsak sekiz yapımın gösterime girdiği haftanın filmlerini Filmlerim.com için değerlendirdim. Okumak için tıklayın. 

MADAGASCAR 3: EUROPE’S MOST WANTED – eric darnell, tom mcgrath, conrad vernon 08.06

THE LEDGE – matthew chapman 08.06

DICTADO – antonio chavarrias 08.06

NUIT BLANCHE – frédéric jardin 08.06 21 JUMP STREET – phil lord-chris miller 08.06

THE DIVIDE – xavier gens 08.06

ANAHTAR – cemal yıldırım 08.06

CESARE DEVE MORIRE – paolo taviani, vittorio taviani 08.06

5 Haziran 2012 Salı

ÇABA

Türk pop müziği seven grubun üyeleri olarak, en şanslı günleri yaşıyorduk. Ortalık 90’lar popçularıyla kaynıyor, her melodide anlam arıyorduk. En sevdiğin şarkıyı sorduğumda; “Ben İmkânsız Aşklar İçin Yaratılmışım” demiştin. “Abone”, “Ateşteyim”, “Yerine Sevemem”, “Gidenlerden” falan değil. “Ben İmkânsız Aşklar İçin Yaratılmışım”. Sahiden biliyor muydun imkânsız aşklar için yaratıldığını? Ben beş yıl sonra öğrendim de! Sana söylediğimde, sen zaten biliyordun. Sormak hiç aklıma gelmemiş, sen ne zamandır biliyordun?

Kendimi suçluyorum şu anda. Öfke gelip gidiyor. Plan yapmak istiyorum, içimden gelmiyor. Oyun yok artık. Suçun yok. Hepsini tek tek ben yaptım, sen sadece insansın. Kabullenmek zor bitişin göründüğünü. Ufuktan yakın. Geri dönüş yok. Frenimiz yok. Mola hakkı yok. İnişteyiz. Son düzlükteyiz. Sonu ortada. Üzücü.

Çoğu çabalamakla geçerdi öncekilerde. Mutlu olmak için aylar gerekirdi. En yüksek noktanın temiz havasını ciğerime çektiğimde, bitiş çizgisi acımazsızca belirirdi. Gerisi yine aynı keder. Sense mutlu başlattın. Bak, bu farklıydı en azından. Mutlu ettin beni, teşekkür gerekli. Nefes yetmemesi, zirveye seni ittirmemdendi. Bu kez tadı olmadı. Eteklerin neşesi gökyüzüne kalmadı. Ama bu farklıydı. En azından başları.

Kendime kızıyorum şu anda. Hüzün gelip gidiyor. Boğulmak istiyorum, içimden gelmiyor. Gözyaşım yok artık. Hepsini bir bir ben yaptım, sen sadece insansın.

Bütün gün güldürdün beni. İtalyancan, İngilizcen, şovların, mesajların… Bütün gün “ağızda kaybolmayan sakız” olduğunu gösterdin. Güzelliğini. Seni sevdiğim ayların boşa gitmediğini. Döktüğüm gözyaşlarının. En azından bir kısmının. Kaliteni gösterdin, ilk paragrafın kahramanı gibi. Varoş olmadığını; iki, üç ve dört gibi. Köylü Çirkini gibi, gizlediğin asaleti. Şanslıyım aslında. İmkânsız aşklar için yaratılmış olsam da, karşıma hep iyi insanlar çıktı. Şimdiye dek. Denk gelen bu çürüğün size sıçramasına izin vermeyeceğim. Acısını sizden ya da anılarınızdan çıkarmayacağım. Senin, senin ya da senin yanımda olmama sebebiniz hiçbirimiz değiliz. Yanlış yere zıplamamın nedeni siz değilsiniz.

O iki kelimeyi söyleyemediğim sürece, başka binlerce kelimeyi gevelemeye devam edeceğim. Kusura bakma, Erol Evgin.

Malum gün geldiğinde zaten her şey zor olacak ama ben en azından “çabaladım” diyebileceğim.

3 Haziran 2012 Pazar

120601

Nöbetteyim. Mono Feridun Düzağaç dinliyorum. Konuşanlar var. Ben yazıyorum.

Hiç dolmayacakmış gibi hissettiren bir boşluk diyebilirim içimdekine.

Göğsümün üzerinde duruyor gibi olan taşı da tarif edebilirim.

Yeni tek kelime edemem ama.

Aynı bokun lacivertiyim şu anda.

Elime kalem aldım sıkıntıdan. Küçükken uydurduğum markalar geldi aklıma. Logolarıyla bir kez daha çizdim hepsini, tek tek. Hiç bir zaman hayal kurmaktan vazgeçmediğimi hatırladım. Ve hep hayallerin peşinde koşmaktan, anı ıskaladığımı. En iyi dostumla konuşamamaktan yakınmanın anlamsızlığını o an anladım. Sürekli alışveriş merkezi gezip yeme içme peşinde oluşumuz, satın almalarla geçirdiğimiz günler öyle küçümsenecek şeyler değil sanırım. Basbayağı anı yaşıyormuşuz işte. Oturup dertleşsek yine hayallere harcanacakmış vakit. Aferin bize. Yine doğru olanı yapmışız. Tersini düşündüğümüz zaman bile birbirimize iyi geliyoruz.

Bir anı daha geldi aklıma, anı yaşamayı becerdiğim. Yakın tarihli üstelik. Mayolu falan. Kumlarda. Hemen oraya dönmek geldi içimden. Değerini bilemediğimi düşündü hastalıklı beynim. Susturmayı başardım hemen ki genelde yapamam. Noktalı virgüle gitti çünkü aklım. Feridun "Yalnızlığım sana emanet" diyordu. O komik tweet çıkageldi. "Hayatta iki tip insan vardır. Noktalı virgül kullanmayanlar ve yanlış kullananlar." Ben ikinci gruptayım. Gülümsedim bak. Demek ki o kadar da mutsuz değilim. Mesela sana özel mesaj tonunu duysam şimdi. Eminim gülümserim. Dört maaşa beş günlük tatillerden daha keyifli olur. Masama bırakılan yenidünyaları sevmediğim için yemeyeceğimi söyleseydim keşke. Hande Yener Havaalanı açılmadan önce Feridun Düzağaç'ın Uçak'ı vardı. Hasta geldi. Mutsuz bir kadın. Muayene sedyesine oturmak cidden rahatlatıyor olabilir mi? Damardan su almak? Sigara içmek? Tütsü yakmak? Ağlamak rahatlatıyor bak onu biliyorum ama. Keşke şimdi bir güzel salıversem. Saat 03.14 oldu. İşkencecim, benim. Dizilerle geçsin ömür. Ve çalışarak. Yalnız.

"Yalnızlığım sana emanet."


Benimle görüşmek için en az beş kez davrananları iOS5'in Anımsatıcılar'ına kaydediyorum çoktandır. Her boş sabahı listeyi azaltmaya ayırayım diyorum, olmuyor. Bakıyorum bakıyorum, birini görmek gelmiyor. Ama silemiyorum da. Görev biliyorum bunu. Yapacağım.

"İçimde kapanmayan eski yaralar, sensiz bana uğramaz sanki ilkbahar, kalemimde anlam kâğıdım biterken, neden neden sen…" Bu da F.D.! Sıçrıyor ağzıma. "Sen kimsin bana sarılıp, çağırdıkça kaybolan - Oyuncaksız bir çocuk gibi gözü yaşlı koyan..."

"Çok su verilince ölür ya çiçekler…" dedikten sonra lafı değiştiriyor ya Adanalı. Devam etse belki, o kadar beslemeyin diyecek sevdiceğinizi. Solmuyor. Büyüdükçe ölüyor.

Sırtım üşüdü.

"Gitmek çözecekse, biri gidecekse, buralar gitsin, sen gitme."

Bertuğ Cemil şehirleri içinden geçirememiş. Sadece bir şarkı söylemiş. Cem Adrian bir yerde birine gerçekten "Beni Bırakma" demiş ama. Belli.

Isparta geldi bak. Hep kapıda ya zaten. Kapısına gidecektim pazartesi. Gitmeyeyim diye bir insan işsiz kaldı. Tamam, Allah'ım ya, başka türlü belli etseydin gitmemem gerektiğini. "Ahmet'in suçu ne?"

Köylü Çirkini arıyor. Sesindeki sevgiyi yeniden hissetmeye başladım. Üzerine çektiğim senet sepet milyarları gözüm önemsizleştirdi. Eskisi gibi. Para icat edilmeden önce sevdiğim gibi. Yok, o kadar sevmedim. Ama hatırladım 2009'da hissettiklerimi. Camdan bakmalarımı. Muhteşem bir dost yaratacak kadar acı çektiğimi. Yine de lafı uzatmadım. "Şimdi başkası için acı çekiyorum" diye kapattım telefonu. Kulağımdan çıkardım.

Hayaletli bir kafam var. Yoklamada kimse eksik çıkmıyor.

"Sensiz elbette ölmem. Ama inan kalbim kekeler. Bir sokak köpeği gibi yitik bakar gözlerim."

Uyku bastırdı. Yatacak olsam hasta gelir.

Günler önce tuvalette diz çökmüş, uzaklaştıracak atığım olmasa da yalnız kalmak uğruna beklerken, fazla da düşünmeden attığım e-postaya cevabın vardı bu sabah gelen kutusunda. Yolladığımı unutmak üzereyken geldi. İki kelime geveleyip bağladım bacağına, saldım kuzgunu haritada gösteremeyeceğim diyarına. Mutfaktan beni yanında isteyen bir ses geldi. On bir yıl ve on aydır aralıklarla da olsa yaşadığım odanın parçası olduğu evin ısınma şekli değişmeliymiş bu kış. Öyle dendi. Belediyenin kapımıza kadar getirdiği pahalı gazı dört duvarımız arasında işleyecek cihaza yer arama çabamız, soğutucunun kendine yeni bir köşe bulmasıyla sona erdi. Bir taş oynayınca, gerisi geldi. Maraş’ta buluştuğumuz zamanlar birbirimizi daha iyi görebilmek için çevresine kurulduğumuz mutfak masası köşeye itildi. Hemen olmasa da aynı gün içinde fark ettim. Kahve hazırlamak için içeri girdiğimde sanki bana hüzünle baktı. Biraz da kızdı. Onca unutulmaz anıya ev sahipliği yaptıktan sonra onu nasıl yerinden ederdim. Düşündüm. Yapacak şey yoktu. Değişim mecburiydi. Peki, bir masanın aynı odada bir metre yer değiştirmesi böyle hissettiriyorsa, nasıl olacak da her şeyi bırakıp gidecektim.

Yirmili yaşlarının başında bir arkadaşımın 837 saniyelik ağıtını izledim. Aşktan kafası karışmış, dökülmüş. Herkesin aşkı kendine diye düşündüm. Aşağı yukarı aynı şeyi yaşasak da birbirimizi anlamamız zor. Yazdıklarımın o kadar da etkileyici olmadığını anladım yani. Merak duygusundan başkasına hizmeti yok. Beni merak edenler, dedikodu isteyenler ve yazıların muhatapları dışında değersizler. Hiç kimse’nin günlüğüler işte.

Sabahı beklediğim çalışma saatlerinde eve dönüp düşüncelerimle yalnız kalmayı hayal ediyordum on gündür. Bu gece çalışırken oldu.

1 Haziran 2012 Cuma

2012 HAZİRAN TÜRKİYE VİZYON FİLMLERİ – 1. HAFTA

Dört yeni filmin gösterime girdiği haftanın en iyisi Ridley Scott'ın merakla beklenen "Prometheus"u. Filmlerim.com için yazdım. Okumak için buraya tıklayın.
PROMETHEUS – ridley scott 01.05

SNOW WHITE AND THE HUNTSMAN – rupert sanders 01.06

BELLFLOWER – evan glodell 01.06

UN HEUREUX EVENEMENT - rémi bezançon 01.06

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...