31 Ağustos 2009 Pazartesi

1 hayran kaybediyorsun

Gözümde büyütüp kendimce hayran kaldığım her insan gibi senin de gerçekte benden bile daha az özel olduğunu kabullenmek zorunda kalacağım zaman geldi sanırım.

CRANK:HIGH VOLTAGE (2009) by MARK NEVELDINE-BRIAN TAYLOR *-


Jason Statham’ın bir kez daha dinamik/seksi/tapılası/ölümsüz aksiyon karakteri olarak sunulmaya çalışıldığı korkunç bir film. Bence bu filmin iki değil bir yönetmeni bile yok. Adı geçen iki isim kurgu masasında eğlenmeyi seven iki arkadaş. Video klip estetiğinin bile midesini bulandıracak kadar hızlı, özensiz ve anlamsız bir hareketli görüntüler fışkırtması var karşımızda. Seslerden bahsetmek bile istemiyorum. İlkinden de hiç hazzetmediğim Tetikçi umarım bir seriye dönüşmez.
Baş dönmeniz ve mide bulantınız geçip film hakkında düşünmeye başladığınızda aksiyon yıldızını kovalayan-yıldızın gazabına uğrayan Uzakdoğu çetelerinin yer aldığı kendini fazla ciddiye alan filmlerin bir parodisini izlediğinizi fark ediyorsunuz. Scary Movie (2000), Disaster Movie (2008) gibi bir şey yani karşımızdaki. Tek farkı bunu yaparken başrolüne toz kondurmuyor olması. E herkesin karikatür, herkesin aptal olduğu bir dünyada süper kahraman olunca daha da tapılası oluyorsunuz tabi. Bu numaraları kim yer, hangi altı bezli erkek çocuğu Chev Chelios gibi olmak ister ya da hangi ilkel kadın beyni bu adama âşık olur diye hesaplamışlar bilmiyorum. Zaten ABD’de ilkinin yarısı kadar bile hâsılat yapamayışı bize formülün tutmadığını gösteriyor.
Hakkını yememek adına Chev’in çocukluğundan bir kesit sunan sahnenin yaratıcı ve çok komik olduğunu da belirtelim.

30 Ağustos 2009 Pazar

ZACK AND MIRI MAKE A PORNO (2008) by KEVIN SMITH **-


Özetle; elinde bir sürü komik espri olan Kevin Smith iki karakter üzerinden bunları ardı ardına sıralamaya başlar fakat 50 dakika sonra esprileri tükenir. O da önceki akşam yarı uykulu izlediği romantik komediyi kendi filmine pastişler. Bunu fark eden izleyicinin zekâsına hakaret etmemek için de onlara “her filmin bir finali olmalı, bu filmin yok” cümlesiyle gönderme yapıp affımıza sığınır.
Hiç ilgimi çekmeyen bir türe ait olan Zack and Miri Make A Porno’yu gülme ihtiyacımı karşılamak için izlemeye başladığımda üst üste kahkahalar atıp “keşke daha önce şans verseydim bu filme” diye düşündüm. İlk yarısında iki başkarakterinin çevreleriyle etkileşimini edepsiz ve zekâ dolu bir mizah anlayışı ile sunan film hedefi vuruyor ancak ikinci yarısında daha fazla karakter ve dramatik yapı yaratmaya çalışınca her şey havada uçuşmaya başlıyor. Birbirini nedensizce çok sevmeye ve destek olmaya başlayan nihayetinde porno çekmek için bir araya gelmiş bir grup çatlağın dostluklarının temeli hissettirilemiyor. Son dakikada bir aşk-yanlış anlama-ayrılık-pişmanlık-geri dönüş-aslında birbirimizi yanlış anlamışız\ne de sadıkmışız hikâyesi yaratılmaya çalışılınca ağzımızda bayat bir tatla yazıların akışını izliyoruz. Sondaki sürpriz görüntüler de bu düşüşü kurtaramıyor.

İçimden şehirler geçiyor

10 kişilik bir masada size en yabancı duran kişinin ona aşık olduğunuzu biliyor olmasına rağmen sizi 9.önceliği olarak görmesi ve siz oradasınız diye mutlu olan diğer 8 kişiye rağmen yüzünüzün gülememesi nedir bilir misiniz..

29 Ağustos 2009 Cumartesi

THE SAVAGES (2007) by TAMARA JENKINS **


The Savages, Savage soyadını paylaşan üç kişinin hikâyesini anlatarak daha az karaktere odaklanmaya çalışan sıradan bir Amerikan bağımsızı olarak her yıl onlarcası çıkan ve aralarından sıyrılıp Oscar’a aday olmayı başaran örneklerine nazaran ne özel anlar yaratmayı başarıyor ne de insana yeni bakış açıları kazandıran cümleler kurabiliyor. Belki de amacı bu değil, belki ben diğer Amerikan bağımsızları ile kıyasladığım için bunları eksiklik olarak gördüm ve belki de filmin diğerlerinden sıyrılmaya çalışma yolu bu, bilmiyorum. Gerçekte filmin özel olma gibi bir çabası hiçbir anında olmuyor. Karakterlerini olabildiğince sıradan gösteriyor. Evet, bunlar da sorunlu karakterler ancak diğer Amerikan bağımsızları ile karşılaştırıldığında hepsi çok normal görünüyor.
Philip Seymour Hoffman bir kez daha devleşiyor. Oynadığı filmlerin genelde sünepe karakterini canlandıran aktör bu kez aynı yıl göründüğü Before The Devil Knows You’re Dead (2007) filmindekinden bile daha erkeksi bir profili hiçbir kör göze parmak mizansene girmeden sadece sesi ve vücut dili ile canlandırmayı başarıyor. Bu rolle Oscar adayı olan Laura Linney ise klasik bir Oscar adayı kadın performansı vermemeyi tercih etse de aynı yıl ödülü alan Marion Cotillard’ın gölgesinde kalıyor.
The Savages, bahsettiğimiz film türünü sevenler için bir başka atıştırmalık görevinin ötesine geçemiyor. Yerine Lars And The Real Girl (2007) tercih edilebilir.
Not: Büyük(!) yönetmen Yeşim Ustaoğlu’nun övüle övüle bitirilemeyen filmi Pandora’nın Kutusu (2008) dâhiyane(!) çıkış noktasını acaba nerden almış?

26 Ağustos 2009 Çarşamba

26 YAŞINDAYIM

Kaç yıl süreceği belli olmayan ömrümün ilk 26 yılını tamamladım. Peki, 26.yılımı nasıl değerlendirdim? İşte bu soru bugünün baş can sıkıcısı.

1.Öncelikle kendime bir yılı boşa yaşanmamış hissedebilmek için koyduğum kota olan “her yıl doğum gününe kadar uzun metraj bir senaryoyu tamamla” kuralını bu yıl karşılayamadım. Evet, iki kısa metraj yazdım ve bunlardan birini ilk kez bir yarışmaya gönderdim (sonuçlar 3 ay sonra açıklanacak) ama yine de kendime verdiğim sözü tutamamış oldum.

2.Hayatımın ikinci büyük aşkından da uzaklaşmak zorunda kaldım. Aylarca acısını çektim ve gidip üçüncü kez âşık olabildim. Bu da bana kimsenin vazgeçilmez olmadığını gösterdi. Üçüncü kişi hem daha önceki bütün ilişkilerimden izler taşıyor hem de âşık olabileceğim insan profilinin sınırlarını HERKESE genişletiyordu! Daha çirkini, daha kültürsüzü, daha kabası, daha imkânsızı olamazdı. Herkeste sevilecek bir şey bulabilme ve kendime imkânsız hedefler koyup eziyet etme potansiyelim göz kamaştırdı.

3.İş hayatına başladım. Öğrenci olmamak muhteşem bir şeymiş. Dünyanın en kolay üniversite mezunu işi olan pratisyen hekimliği başardığımı düşünüyorum.

4.Defalarca Ankara’ya gittim. Yeni kaçma mekânım ve cazibe merkezim oldu. Çocukluğumun şehrini bir de yetişkin gözüyle izledim, sevgim boyut değiştirdi ama miktarı azalmadı.

5.Hayatımda içmediğim kadar çok içki içtim. İçkinin insanlara neler yaptığı ile ilgili ciddi hayat deneyimleri kazandım. İçki konusunda damak tadı geliştirdim ve içmeyi bıraktım.

6.Hayatımda hiç yapmadığım (yapmama gerek de olmayan) şeyler yaptım. Bunlar arasında genelev görmek, traktör kullanmak, tarla görmek-sulamak-boru değiştirmek-ilaçlamak, temizlik kurallarının hiçe sayıldığı-yere düşen her şeyin yendiği-elle yendiği mangal partilerine katılmak, hamama gitmek-hamamda keselenmek, kahveye gitmek, farklı sosyo-kültürel çevrelere girmek, soba yakmak, emir vermek gibi şeyler vardı. Çoğundan büyük zevk aldım.

7.Birçok insanı hayatımdan çıkardım, bazıları hala fark etmedi.

8.Anneme daha az yalan söyledim, aramız daha da kötüleşti.

9.Sevdiğim-sevmediğim her şey daha da netleşti.

10.Yemek yapmayı öğrendim. Bulaşıktan daha az nefret eder oldum.

11.Sevdiğim medya figürü sayısı ikiden dörde çıktı.

12.İngilizcemin yüzde 30’unu, Almancamın tamamına yakınını kaybettim.

13.Daha az film ve dizi izledim, daha çok kitap okudum.

14.Yaptığım en istikrarlı şey bu blogu yazmak oldu.

15.Çok eğlenceli bir sırdaş ve çok iyi niyetli bir koca bebek arkadaş edinebildim, sahip olduklarımdan hiçbirini kaybetmedim.

23 Ağustos 2009 Pazar

ENTRE LES MURS (2008) by LAURENT CANTET ***-


2009 Yabancı Dilde En İyi Film Oscar Adayı ve 2008 Altın Palmiye Ödüllü “Sınıf”; izleyicisini onlarca konu hakkında düşünmeye iterken bir saniye bile susmayan, göz kırptırmayan bir konuşan kafalar gösterisi sunuyor. Film; süresinin büyük çoğunluğunu devasa bir okulun küçücük sınıfında gün ışığında klostrofobi hissi yaratarak sadece omuzlarının üzerinden gösterdiği kahramanlarının konuşmalarını izleterek geçiriyor. 22 öğrenciden 5-6 tanesini öne çıkararak kişiliklerini tanıtmaya yeltenirken bir taraftan da sınıf öğretmeni sayesinde öğretmenler odasına girip çıkmamıza önayak oluyor. Kimsenin saf iyi ya da kötü gösterilmemesi için büyük özen gösteren senaryo yine de sayfalarının büyük kısmını nefret edilesi zamane gençliği ve karşısında eli kolu bağlı eğitim sistemi-öğretmen portreleri çıkarmaya ayırıyor. Hiçbir şeyi beğenmeyen kızın aslında evinde çok özel bir kitap okumasının ya da sürekli küfür edip ortalığı dağıtan zenci çocuğun yine evinde annesine bulaşık yıkarken yardım ediyor oluşunun okulda sınıf arkadaşlarına ve daha da önemlisi öğretmenlerine yaptıkları saygısızlıkları affettirmesi bekleniyor. Ben şahsen izlediğim öğrencilerin büyük bir çoğunluğunun eli sopalı bir müdür ya da öğretmen tarafından kemikleri kırılıncaya kadar dövülüşlerini izleyemeden filmin bitmiş olmasına çok içerledim. Dogville (2003) tarzı bir final görmeyi çok isterdim. Tamam, belki öğrencilere şiddet uygulanmaması gerekli, ceza kadar takdir de önemli ancak öğretmenine ağız burun eğebilen, karşısında ayaklarını uzatan, dediğini yapmayan, sınıfı terk eden, sürekli gülüp dalga geçen öğrencilerle başa çıkabilmek için bir yerde en azından psikolojik sertlik gerektiğine inanıyorum. Filmi izlerken dünyanın en zor mesleği o okulda öğretmenlik yapmakmış gibi geliyor insana.

22 Ağustos 2009 Cumartesi

bir kez daha ama bu sefer bir değil iki KART10 DOSTUM birden BILLBOARD oldu. Lanet olsun böyle insanlığa. Önce içinizdeki pisliği akıtın sonra birine selam verin.
duvarlarımdaki afişler birer birer düşmeye başladı. sanırım gitme vakti yaklaştı bu yerden.
heyecanımı korutmadığın için sana öfke doluyum

19 MAYIS (22.08.2009)


Yaklaşık 45 dakika önce yatağımda nedenini korku ile merak ettiğim çeşitli istemsiz kasılmalar eşliğinde uyumaya çalışıp iftarı beklerken telefonum çaldı. Sabahtan beri mesajlarıma cevap vermeyince dayanamayıp aradığım ve bana işi bitince döneceğini söyleyen sevgili insan, tıbbi destek için arıyordu. Aslında ona “sadece işin düşünce arıyorsun” diye kızmayı bırakalı iki ay falan olmuştu ama işte bazı gerçekler değişmiyordu. Ya bana bir şey danışacağı zaman ya da bir talebi olduğunda arıyordu. Belki niyeti kötü değildi ama gerçek buydu. Telefonu kapattığımız saniyede geçmişten bir hayalet mesaj gönderdi. Bir yıl önce bugün gördüğüm, üç yıldan eski kısa süreli bir ilişkim özlem dolu bir mesaj atmıştı. Mesafeli cevabıma rağmen üç dakika içinde bütün kontrolünü kaybetti ve birlikte bir hayat kurma şansımızı nasıl kaçırdığımızdan, zamanında beni kocası olarak gördüğünden, benim için ailesini ülkesini terk edebileceğinden, ilk ve tek olduğumdan bahsedip durmaya başladı. Ne ilk ne de tek olmadığıma eminim, diğerleri için günahını almayayım. Sonra git gide sıkıcı, boğucu, neden olmadı-keşke olsaydı-hala olabilir(mi) mesajları yağdı durdu. Ben hala beni umursamayan sevgilinin aramasını beklerken hayaletim dürtüklemeye devam etti. Elbette sırf beni seviyor diye sevmediğim biriyle birlikte olmayacaktım ama ya siz evliler, siz neden bunu yapıyorsunuz? Cevap vermeyin, biliyorum bütün nedenlerinizi hem insan olduğunuz için hem de arkadaşım olduğunuz için genel ve özel. Asıl soru benim ne zaman elimdekine razı olacağım ya da elimde razı olunacak bir şey kalmadan aklımın başıma gelip gelmeyeceği.

TAXI TO THE DARK SIDE (2007) by ALEX GIBNEY ***


Belgeselci Alex Gibney; 2005 yılında dünyanın en büyük finansal çöküşlerinden birini yaşayan ve halen The Simpsons dâhil birçok komediye malzeme olan Enron olayı ile ilgili hazırladığı Enron: The Smartest Guys In The Room ile aday olduğu Oscar’ı Taxi To The Dark Side ile geçen yıl evine götürdü.
Yönetmen İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerikan donanmasında işkenceci-sorgucu olan babasına adadığı bu filmde; kendi milletine ait askerlerin Irak’ta yaptığı insanlığa sığmayan işkence-sorgulama yöntemlerini, zamanında basına sızan fotoğraflardan yola çıkarak ve masum olduğuna gönülden inanılan bir Iraklı taksiciyi hikâyenin merkezine koyarak anlatıyor.
Filmin ilk yarısı boyunca olayla ilgili davalardan hüküm yemiş eski ordu mensuplarını dinlerken sinirlenmemiz amaçlanıyor. Aynı fotoğraflar, aynı sözler etrafında uzun süre dönülerek izlediğimiz şeyin bir şiddet pornosu olmadığını, bunun insanların başına gerçekten geldiğini idrak edebilmemiz amaçlanıyor. Filmin karşı karşıya kaldığı en büyük güçlüğün de bu olduğunu düşünüyorum. İnsanları etkilemek. Dört bir yanımızda estetik ya da değil bin bir türlü teen-slasher, gerilim ve şiddet pornosu gezerken; birkaç fotoğraf nasıl üzerimizde öfke ve vicdan tetikleyicisi görevi görebilecek? Cevap basit. Diğerleri gösteri, bunlar ise gerçek. Bu bilince vardığınızda bütün filmin 10-15 fotoğraf göstermekten daha fazlasını yapabildiğine ikna olabilir ve sonunu daha az sıkılarak getirebilirsiniz.

21 Ağustos 2009 Cuma

NOKIA N97 TESTİ


Blog tanımımda altıncı sırada yer alan kelime teknoloji olmasına rağmen henüz sıra gelmemişti. Dün akşam ücretsiz ek iş olarak yaptığım “evlere servis teknoloji danışmanlığı” görevimi köy bakkalında icra ederken, alacak defterinin üzerinde kocaman bir ekran gördüm. Elime aldığım anda Çin malı N97 olduğunu düşündüğüm cihazın gerçek olduğunu duymak beni benden aldı. Hayır, dokunmak güzel falan değildi. Türkiye’ye geleli 8 gün olmuştu ve köy bakkalı bir adetine sahipti. Ben söyledim ama doktor olmayayım diye.
İlk bakışta cihazın reklamlarda görünenden ve anlatılandan daha küçük ve ince olduğunu belirtmem lazım. Belki 3,5 yıldır N80 kullanmakla ilgilidir ama ben bir kayık ya da netbook bekliyordum açıkçası. Kapak mekanizması çok sert ve sağlam şekilde açılıp kapanıyor. Tam klavye içeren telefonun klavye tuşları ufacık parmaklar için bile fazla küçük. Üstelik dokunmatik ekranlı bir telefon olduğu için sürekli bir ekrana bir klavyeye elinizi uzatmanız gerekiyor ki bu da kullanıcı deneyimini oldukça zorlaştırıyor. Hele bir de üzerinde taşıyamayacağız, tasarımı gördüğüm en başarısız ekran kalemi var ki kutu içeriğinden sessiz sedasız çıkarılması gerekiyor en kısa zamanda.
Ekran büyük ama yazılar o kadar büyük değil. Menüler derinleştikçe dokunmak zorlaşıyor. Kaydırma çubuğunu kullanmak eziyet. Bir de çift tıklama olayı var ki hepten anlamsız. İlk basışta elinize titreşim veriyor, girecek diye bekliyorsunuz ama yok çift tıklama talep ediliyor. Neden?
Sadece tuş kilidine bayıldığımı söylemeliyim. Yan taraftaki butonu çekince hiç beklemeden bütün ekran ve telefon kilitleniyor. Ama bunu da Sony Ericsson 4 yıl önce yapmıştı.
Menüler Symbian kullanıcıları için hiçbir heyecan içermiyor. Yıllardır gördüğünüz bildiğiniz ikonlar bu kez dokunarak seçiliyor o kadar. Bu da eski telefonunuz N serisine ait ise size yeni bir cihaza sahip olduğunuz izlenimi veremiyor.
Gelelim bu telefonun alamet-i farikası olan canlı ana ekrana. Eğer favori yüzlerinizi bekleme ekranına koyduysanız sadece 3 widget için yer kalıyor ki son derece yetersiz. Geri kalan uygulamalarınıza ulaşmak için menü tuşuna basıp araçlara girmeniz falan gerekecek. Canlı güncelleme için mutlaka internet paketine ihtiyacınız olduğunu unutmayın. O yüzden bu cihazı kontratsız almak tamamen cahillik.
Sonuç: Eğer herhangi bir N serisi cihazınız varsa bu telefon ağzınızda buruk bir tat bırakacak. Benim gibi canlı ekrana sahip olmak istiyorsanız da Fring adlı programı indirip Facebook, Twitter, MSN Messenger, Skype gibi programların hepsine aynı anda canlı bağlı olabilirsiniz. Üstelik eski telefonunuzda.

20 Ağustos 2009 Perşembe

VAZGEÇMEYE Mİ BAŞLIYORUM? (20.08.2009)


Görmek daha az önemli gibi görünüyor.
Cevabım: Yorgunum bugünlerde.
Gerçek: Görüp ne yapacağım?

Mesaj atmıyorum.
Cevabım: Görüşünce söylerim.
Gerçek: E yeter bu kadar mesaj trafiği.

Birlikteyken kalkıp gitmek daha cazip geliyor.
Cevabım: Yapacak çok işim var.
Gerçek: Sıkılıyorum.

Arkadaşlarıma daha az bahsediyorum.
Cevabım: İlginç bir şey olmuyor.
Gerçek: Değerli şeyler anlatılır.

Hiç bahsetmediğim birine baştan itibaren anlatmak daha eğlenceli geliyor.
Cevabım: O da öğrensin.
Gerçek: Eski hallerimiz güzeldi, onları anmak şimdiyi yaşamaktan daha hoş.

Listem uzar gider. Evet, yine görmek istiyorum, yine iltifatlarım havada uçuşuyor, yine rüyalarıma giriyor ama sanki artık yokuş aşağı iniyorum. Belki gerçekten yorgunum bugünlerde belki mesaj yazmak yordu cidden, bilmiyorum. Ama kalbim kıpır kıpır değil ve ah Altan, ah 1 Kasım, ah Ankara.

19 Ağustos 2009 Çarşamba

ÇÖL (19.08.2009)


Her gün gelen bir hastam var. Orta yaşlı, güzel sayılabilecek, zarif, evli ve çocuklu bir kadın. Aylar önce ilk geldiğinde depresyon teşhisi koymuş, ailesi ilaçları temin etmeyi reddedince de dört ay boyunca kendim gidip ilacını getirmiş ve gizlice vermiştim. Kendini git gide daha iyi hissediyor, yüzü gülüyordu. Bir gün bana evimin yerini sordu ve “bir hediye” getireceğini söyledi. Son derece ahlaksız olduğumdan aklıma süt ya da yumurtadan farklı şeyler geldi ve sert bir dille hayır dedim, zahmet etmemesini ama illa ki kendini borçlu hissetmemek adına bir şey getirmek istiyorsa sağlık ocağına getirebileceğini söyledim. O günden sonra üç ay kadar uğramadı. Geçen hafta bitmiş bir halde, yüzü gözü çökmüş, her tarafının ağrıdığını, boğulduğunu, uyuyamadığını, yaşamak istemediğini söyleyerek geldi. İlacı bıraktıktan sonra böyle olduğunu öğrenince artık ona yardım edemeyeceğimi, saatlerce kendi çapımda terapi yapıp ilaç sağlamama rağmen o uyum sağlamadıktan sonra elimin kolumun bağlı olduğunu anlattım. Kocasıyla, çocuklarıyla tekrar tekrar gelip gitmeler derken bir haftadır beni canımdan bezdirdi. Sakinleştirici iğneler, sahte ateşlerine antibiyotik tedavileri fayda etmedi. Gerçek bir psikiyatra gitmelerini önerip onları aynı şikâyet ile bir daha görmek istemediğimi tavırlarımla belli ettim.

Şimdi “Serkan da artık hasta muhabbetine başladıysa yandık” diye düşünüyor olabilirsiniz. Aksine, senaryolarımda bile hastaneler ve doktorlarla ilgili hikâyelerden uzak durmaya çalışıyorum. Bu hikâyeyi birazdan anlatacaklarımı daha iyi anlatabilmek için yazdım.

Büyük bir çölün ortasındayım. Türkiye’nin en büyük yüzölçümüne sahip ilinin tek ağaç içermeyen bir bölgesinde, boşlukta. Bu boşlukta tutunduğum bir insan var. Her insanın bir şeylere tutunması gerektiğini zannedenlerdenim. Ben abartanlardanım. O yoksa her şey eksik, o varsa her şey tamam havalarındayım. Henüz on yaşında bir kardeşin var, seni ondan bile kıskanıyorum kafasındayım. Anlattığım insanlar artık onu rahat bırakmamı söylemekten bıktılar. Onun psikolojisi ile daha fazla uğraşmamamı, ben gittikten sonra benden daha mutsuz olacağını iddia ediyorlar ama ben yapamıyorum. Rüyalarım ve gözümü kapadığım her saniye dâhil, yirmi dört saat onu düşünüyorum. Yorgunluktan ölsem, onu görünce söyleyecek tek kelimem kalmasa da yanında çanta olmak istiyorum. Onun çıkarlarını savunmak, başına gelebilecek her kötülükten korumak, gözümden sakınmak, maddi manevi onun için ne iyi olabilirse onu hemen yapmaya başlamak güdüleriyle dolaşıyorum ortalıkta. Kendimi hiçe sayıp. Tek mutluluğumu o yapıp. Onun için temizleniyor, onun için kalan bir tutam saçımı tarıyor, o sesimi duysun diye konuşuyorum.

Ona bir gelecek planı sunmuştum. Kabul etmediği, kabul ettirmek için aylarca uğraştığım bir ilişki türüydü. Sonunda başardım, oldu. Yetmedi yeni bir tanımda bulundum. O tanımı garip bulsa da işim ilkinden daha kolaydı. Başardım. Şimdi yeni bir tanımım var. Baştan beri gerçekten aklımda olan ilişki şekli. Ama ne söylemeye cesaretim var ne de başarmak için yeterli zamanım kaldı onun dünyasında.

Sarhoşken, gidip sevdiğim kişiye açılmam konusunda bana ettiği ısrarlardaki öznenin aynadaki görüntüsünden başka bir şey olmadığını bilse keşke.

-Hayır diyecek, biliyorum.

-Nerden biliyorsun?

-Biliyorum. Her haliyle açıkça belli etti zaten.

-Belki de mecburen öyle davranıyordur ama sen açılınca o da seni sevdiğini söyleyecektir.

-Açılamam.

-Bir dene.

-Hayır derse dünya başıma yıkılır. Elimdeki halini de kaybederim.

-Belki hayır demez.

-I wasn’t born yesterday.

-O ne demek?

-Hayır diyecek.

 

not: İngilizce cümle ukalalığı hariç bütün yazılanlar her zaman olduğu gibi gerçektir. o cümle Recep İsmail Akın’a ithaf edilmiştir.

16 Ağustos 2009 Pazar

THE ABYSS SPECIAL EDITION by JAMES CAMERON (1989) ***


James Cameron’un 171 dakika süren 20 yıllık anti-militarist blockbuster-epiği hakkında “Ed Harris 20 yıl önce de kelmiş” dışında yeni bir cümle söylenebilir mi bilmiyorum.
Bu sıkıcı pazar gününde 55 yaşındaki sinema dehasının Titanic (1997)’den beri 12 yıldır Avatar (2009) için beklemesini anlamlı kılmak adına oturup 20 yıl önce ne yaptığını görmek istedim ve tam anlamıyla bir Hollywood yaz filmi ile karşılaştım. Çeşitli kaynaklardan ya da internetten ulaşabileceğiniz gişe canavarı yaz filmleri nasıl yapılır kurallarına harfiyen uyan (ya da belki bazılarını yazan), her şeyiyle büyük bir film. Felaket sahnelerinde kullandığı mekânlar ile Independence Day (1996) ve The Day After Tomorrow (2004) başta olmak üzere sayısız filme referans olduğu belli olan, onların aksine önemseyeceğiniz karakterler yaratan, aşk ve büyük aksiyon sahneleri içeren, Transformers (2007) şürekâsının aksine Amerikan ordusunu övmek yerine onları “işsiz kalmaya” davet eden, eğer görselliğini çekildiği yıl içerisinde değerlendirirseniz size günümüz yaz filmlerinin temelleri ile ilgili yakın gelecekten bir tarih dersinden fazla eğlence de verebilecek bir yapım.

15 Ağustos 2009 Cumartesi

THE SOLOIST by JOE WRIGHT (2009) *-


Yetenekli olduğu iddia edilen yönetmen Joe Wright; üçüncü uzun metraj filmiyle artık iyiden iyiye sadık bir stüdyo köpeği olduğunu kanıtlıyor. Film, gayet iyi niyetli ve iddiasız bir gerçek hayat öyküsü uyarlaması gibi başlasa da attığı her adım ile Oscar istiyorum diye bağırıyor. Şizofreniden muzdarip dahi müzisyen, evliliği sorunlu çakal gazeteci (elbette yumuşayıp insana dönüşüyor), siyaset, evsizlerin problemleri, üstü kapalı cinsellik, her ikisi de Oscar’lı Midnight Cowboy (1969) ve A Beautiful Mind’a (2001) göz kırpmalar, sinir krizleri, sosyal sorumluluk projesiymiş havası, izlediğiniz her şey gerçek diyip durulması… Robert Downey Jr. yıllardır beklediği Oscar’ı bu Zodiac’tan kalma rolüyle alır mı bilinmez ama böyle hesapçı paketlere karnınız toksa siz bu filme hiç bulaşmayın.

ÖDÜLLÜ SORU: BİR İNSAN DAHA NE KADAR KÜÇÜLEBİLİR?

A şahsı ve B şahsı 1 hafta boyunca görüşmüyorlar. B şahsı cumartesi günü için bütün günü birlikte geçirme planı hazırlıyor ve A şahsına bildiriyor. Cumartesi günü geldiğinde A şahsı saat 15’e kadar bekleyip B’yi arıyor. B şahsı uzandığını, görüşmekten vazgeçtiğini ve haber vermediğini söylüyor. A şahsı yana yakıla yanına gelmek ya da bir şekilde görmek istediğini söylüyor. B şahsı bulunduğu yerden ayrılamayacağını, bugün görüşemeyeceklerini iletiyor. A şahsı B’ye yanına gelmek istediğini tekrar söylediğinde; B şahsı bunun anlamsız ve gereksiz olduğunu, gelirse yapacak bir şeylerinin olmadığını söylüyor. A şahsı telefonu kapattıktan sonra bütün yüzsüzlüğünü takınıp bir kasa bira alıyor, siyah-beyaz bir Türk filmi seçiyor ve uzun bir yolculuk sonucu B’nin yanına gidiyor. Ama B evde yok. A şahsı B şahsını arıyor. B; az önce çıktığını çünkü katılması gereken bir davet olduğunu hatırladığını söylüyor.
Birinci soru: Hani B şahsı çıkamazdı?
İkinci soru: A şahsı hangi yaptığı ile en fazla dibe vurmuştur?
Üçüncü soru: B şahsı sevilmeyi ya da en azından ilgilenilmeyi hak ediyor mu?
Dördüncü soru:A şahsı B şahsının kendini sevmediğini daha başına ne gelirse anlar?
Beşinci soru: Siz merak ettiklerinizi sorun!

14 Ağustos 2009 Cuma

THE BURNING PLAIN by GUILLERMO ARRIAGA (2008) ***


Ne anlattığı değil nasıl anlattığı önemli olan bir diğer Arriaga senaryosu. Ünlü senarist bu ilk uzun metrajlı yönetmenlik denemesinde; düz anlatıldığında hiçbir özelliği olmayacak bir hikâyeyi masa başında gerçekten çok iyi kurguladığınızda ilgiyle sonuna dek izletebileceğinizi ispat ediyor ancak ne yazık ki izlediğimiz parçalar yeterince orijinal ya da özel anlar içermiyor. Birkaç replik dışında oyuncular boşa konuşuyor ama neyse ki kısmen başarılı çerçeveler anlatılması gerekeni anlatıyor. Sinema sanatına çok özel ilgisi olanların bahsettiğim deneyi görmesi açısından izleyebileceği, başka kimseye tavsiye edemeyeceğim bir ilk film.

BI-MONG (14.08.2009)

Günde 12 saat uyku, 9 saat çalışma, 3 saat öz bakım. İşte son bir haftam.

İki gün önce bir kız arkadaşım kendinin farkına varıp; “sanırım milletin gelip gittiği, her şeye bir yorumu olan, bir türlü istediği noktaya gelememiş ama artık çok da dert etmeyen, kedisiyle yaşayan birine dönüşeceğim” dedi. Sanırım ben şimdiden öyleyim. İhtirasları olan, çok bildiğini sanan, burun kıvıran biriyken; ihtiraslarını teke indirgeyen, pek bir şey bilmediğini fark eden, burun kıvırdıklarının da altına tamah eden birine dönüştüm.

Sabah, Üç Maymun telefonumun Yıldız Tilbe çalamayan akrabasının mono alarmı ile tam 8.30’da uyanıp 10 dakika içinde işe iniyorum. Sub-kortikal muayenelerimi yapıp, sub-sub-kortikal tedavilerimi öneriyorum. 50’ye yakın internet sitesi içeren sık kullanılanlar listemdeki her öğeye tıklayıp bir-iki köşe yazısı okumak dışında işe yaramayan 1 saat geçiriyorum. Best FM’de Arzu’nun İnleyen Nağmeleri başladığında ise 12.00’ye kadar çay içmek ve bazı sitelere tekrar girmek dışında işim kalmıyor. Evet; yeni çıkan bütün filmleri, albümleri takip ediyorum, işime yaramayacak medya haberleri ile doluyorum, bir iki arkadaşa selam verip gönüllerindeki yerimi anımsatıyorum ama o kadar da olsun.

Öğleden sonra daha da boşluğa düşüyorum. Elimde varsa dergi ya da kitap, onları okuyorum ama çoğu zaman da olmuyor. Eğer uğrarsa bir neo-arkadaş, belki 17.30’un gelmesi hızlanıyor.

Eve çıktığım anda yemek yiyip 17.45’te tamamen boş kalıyorum. Sonra? Ne kendim ne de dünya için hiçbir şey yapmıyorum.

Bu hayat tarzını benimseyememem ise ayakkabımdaki taş. Birçok insan iki eksik kırk fazla aynı günü yaşıyor. Sorun kabullenmekte.

Artık saplantı boyutuna vardığını rüyalarımın içeriğinden anladığım ihtirasım ise bana zarar verme aşamasına çoktan girdi. Bu sabah klasik bir film sahnesine uyandım mesela. Bugüne dek ikincisi nasip olmasa da dün gece birbirimize sarıldık. Ben onun bırakmasını bekledim, o benim, ikimiz de bırakmadık. Ben uyandım. Elbette rüyaymış dedim. Bunun rüyama girmesi ile ilgili yorumlarda bulundum, konuyu bilen dostlarımı arayıp konuştum. Sonra telefon çaldı. Saat 8.42’ydi. Alarm kurmayı unutmuştum. Bu sefer gerçekten uyandım.

Ne olursa olsun bir şeyi bu kadar çok istemek ya da bu kadar ihtiyacı olmak sağlıklı olamaz.

Farklı olduğu için mutlaka uğranan ama vakti gelince gidilen bir evim olsun istemiyorum. Kedileri de sevmem.

11 Ağustos 2009 Salı

MY HISTORY OF VIOLENCE (11.08.2009)



Etrafınızda şiddet varsa ve siz buna göz yumuyorsanız, döner dolaşır sizi bulur.

Aile içi şiddeti konu alan bir filmin eleştirisini yazmam gereken günün gecesinde, son 15 yıldır ilk defa şiddete maruz kaldım. Öncesinde olanlar her açıdan eşit kişiler arası çocuksu durumlar ve karşılıklı mahalle kabadayılıklarıydı, o yüzden dünyanın hiçbir yerinde bence şiddet sayılamazlar. Ailesinden ya da arkadaş çevresinden ne sözlü ne de fiziksel herhangi bir -bırakın şiddeti- sertliğe dahi maruz kalmamış şanslı bir insan olarak dün gece dünyam başıma yıkıldı.

Aranızdaki ilişki çerçevesinde sizi kendi gözünden sakınması gereken, her zaman her yerde yanınızda/arkanızda olmayı kendiliğinden taahhüt edip sizi güvendiren birinin bir an sinirlenip bağırması, üzerinize yürümesi nasıl olur bir düşünün.

Siz; güven duygusunu en üst düzey hissettiğiniz bir mekânda canınızdan çok sevdiğiniz biri ile yalnızken, o; size fiziksel zarar vermeye yelteniyor. O halde neresi güvenli artık, kime güveneceksiniz? Bu; akıl sağlığını kaybetmiş biri ile aynı odada bulunmaktır. Bir adam karısını, kadın kocasını, ebeveynler çocuklarını, sevgililer birbirlerini dövmeye kalkarsa, dostlar birbirine şiddet gösterilerinde bulunurlarsa nasıl güvende olabiliriz?

Kadın ya da erkek olmakla alakası olmayan bir durum bu. Hastalıklı beyinlerle ilgili. Konuşarak derdini ifade etmeye gücü yetmeyen, kendini zeki, başarılı ya da özel hisseden ancak daha zeki ya da en azından daha haklı olmanız karşısında söyleyecek lafı kalmadığı anda ayağa kalkıp sizi cüssesi, elindeki silahı ya da o anki pozisyonu ile korkutmaya/size zarar vermeye yeltenen biri varsa çevrenizde; hemen ondan uzaklaşın. Bu insanlar sizi bırakın dış dünyadan korumayı, kendilerinden bile koruyacak zihinsel beceriye sahip değildirler.

Dün gece yaşadığım olay bana çok yerinde bir genellemeyi hatırlattı. Eğer bir canlı başka bir canlıya fiziksel zarar verebiliyorsa, gün gelir size de verebilir.

Çevrenizde kedi köpek öldüren, hayvanlara bitkilere eziyet eden, insanlara vurabilen, sürekli kavga dövüş çıkaran biri varsa; onun zavallı, acınacak durumdaki kendini ispat çabasının doğurduğu şiddetin sizi bulmasını beklemeden ondan uzaklaşın. Bana elini kaldıramaz sanıyorsanız, ne yazık ki yanılıyorsunuz.

Koroplast’ın çok eğlenceli radyo reklamında dediği gibi:
At çöpü at çöpü at, dök çöpü dök çöpü dök, at çöpü at çöpü at, dök çöpü dök çöpü dök, akmasın kokmasın…

10 Ağustos 2009 Pazartesi

G.I. JOE: THE RISE OF COBRA by STEPHEN SOMMERS (2009) **-


Bu yazın bir diğer mantıksız aksiyon bombası olduğunu tahmin etmenin güç olmadığı ve bunun dışında herhangi bir beklenti ile biletine para harcamayacağınız “Kobra’nın Yükselişi” mantıksız aksiyonun tarzı ile ilgili de ayrımların var olduğunu hatırlattı bana.
Konya’nın tek sineması olan Avşar Kule Site’nin birinci salonunda hayatında ilk kez film izleyen biri de dâhil dört kişilik bir grup halinde filmi izledik. Ben; sevdiğim kişinin yanında olduğum ve “yanlışlıkla” koluna dokunmak gibi küçük ayrıntılardan büyük haz aldığım için ne izleyeceğimi zaten hiç dert etmiyordum ama yine de Van Helsing’i beğenmesem de The Mummy ve The Mummy Returns ile bana güzel aksiyon sahneleri izletmiş bir zanaatkâr olduğundan Stephen Sommers’in seyirciyi sıkmayacağına da gönülden inanıyordum. Öyle de oldu. Konuyla ilgili ufacık bir ipucu verilip aksiyona geçildi.
Birden fazla taraf ve ondan fazla karakter görünce, çorba gibi bir film izleyeceğimi ve hiçbir karakteri tanıtamadan bitecek bir senaryo ile karşı karşıya olduğumu zannettim. Bu konuda yanılmaktan da büyük zevk aldım. Hem dur durak bilmez bir aksiyon izledim hem de geriye dönüşler ile klişe de olsa tadımlık karakter tanıtımları gördüm. Hatta hiçbirinin adını veya şeklini bilmediğim bu kadar çok karakteri, filmin kafamın içine böylesine rahat yerleştirebilmesine hayran kaldım. Çocukken televizyonda gördüğüm ve ailemden istediğim bu Hasbro oyuncakları bütçemiz için her daim pahalı olmuştu ve Migros’ta Try Me yazan kutu açıklığından parmağımı uzatıp söyleyebildikleri tek kelimeyi duymak dışında onlarla oynayabilmişliğim yoktu. Joe’lara bu kadar uzaktım yani ama yine de hepsini sevdim ve onlar kendi aralarında oynarken hiç sıkılmadım, bir yere kadar.
Paris sokaklarını The Mummy Returns’ün Mısır’daki kovalamaca sahnelerine dönüştüren muhteşem sekansın başlaması ile artık kendimi iyice iyi hissetmeye başlamıştım. Eiffel kulesi büyük tehdit altındaydı, giydikleri kostümler ile Transformers tarzı robotlara dönüşmüş iki asker düşe kalka hızla giden bir aracı yakalamaya çalışırken önlerine çıkan her şey Terminator: Rise of the Machines’teki gibi yerle bir oluyordu. Hem mizah dozu mükemmel ayarlanmıştı hem koreografisi estetikti hem de çok iyi çekilmişti. Eğer filmin ortasındaki aksiyon sekansı böyleyse finalde kendimden geçeceğim herhalde diyip yanımdakinin koluna bir kez daha dokundum. Bu noktadan itibaren ise filmin rengi değişti ne yazık ki. O ana kadar uzak doğu dövüş sanatlarını, silahları, ileri teknoloji ürünü gerçek dışı aletleri kullanarak yapılan yakın dövüşlerin ve bireysel aksiyonun yerini bir tür Star Wars aksiyonu aldı. Buzulların altında çeşitli gemilerin birbirine ateş etmeye başladığı çizgi filmden hallice ve bitmek bilmeyen bir final izledik. Takip etmenin zor olduğu, gürültülü ve çok sıkıcı bir özel efekt çorlamasıydı, keşke olmasaydı.
Politik yönünden ve Amerikan propagandası yapmasından da yakınmamı bekliyorsanız, unutun gitsin. Bütün eleştirmenler onları anlatıyor zaten. Eğer biz Türklerin böyle bir film yapabilecek gücü olsa içinde sucuktan likit yumurtaya, kapta mısırdan başörtüsüne her türlü bize ait öğeyi izlerdik. Biz yapamıyoruz diye onların yapmasına bok atmayalım. Karşımızdakini sadece bir eğlence olarak görelim.
Son söz: Gidin!

7 Ağustos 2009 Cuma

BEN, BENİM ŞANSSIZ BEDENİM VE BENİM ŞANSLI BEDENLERİM (07.08.2009)


Aklımdaki bin bir şey, yazıya nereden girmem gerektiğini şaşırttı. Kendime sinir olup, sakinleşmek için çikolata yemeye karar verdiğimde bunu hem tweet olarak yazdım hem de aşkıma sms olarak gönderdim. Ahmet Hakan’ı takip etmeye başladım. Bir milyonuncu yalnız gecemde bininci kez genç bir bedenin daha şanslılarca neşelendirilmesini izlerken “şanslı beden” kavramı üzerine düşünmeye başladım. Latekse alerjim olmasa da uzaklaşıp bir Word dosyası açtım. Neydi bu şanslı bedenler, Allah neye göre dağıtmıştı diye düşündüm ve neden ben o şanslılardan biri değildim. Kalkıp buzdolabıma baktım. Asla içmeye niyetim olmayan Niğde gazozlarına göz atıp, yıllık meyve suyu tüketimimi son bir ayda aştığıma da kanaat getirdikten sonra bilgisayar başına döndüm. Acıklı ama umut vaat eden şarkılar açtım. İsyan edesim birden gitti. Şanslı bir bedeni yanımda istedim. İngilizce “a” ya da “one” anlamında değil de “the” anlamında olanı.
Bugün neler yaptığımı düşündüm. Taze bir ailenin çalkantılarına şahit olmak, sürpriz doğum günü partisi planlamak, beş ya da altı kişiye teknolojik danışmanlık, bir hayır işine şahit olmanın mutluluğu, dergi okuma, hasta bakma, davete katılma, yol gözleme, para kazanma, para harcamama, çok büyük ısrarlar dinleme, eski bir aşka zor bir “hayır” deme, saatler süren telefon konuşmaları, karlı bir satış… Hiç de fena değil gibi mi? Hayır. Benim için, hayır. Çünkü bugün sana sonrasında “orospu gibi konuşuyorum” diye kendimi tenkit ettiğim cümle dışında hiçbir şey söyleyemedim.
Bir tanecik Özgür’ümün söylediği gibi elektrik elektronik mühendisi mi olmalıydım? Benim karşıt fikir olarak sunduğum gibi reklamcı ya da pazarlamacı mı? Yoksa bir türlü beceremeyecekmişim gibi durduğum şekliyle yönetmen ya da yazar mı? O zaman belki seni tanımazdım. O zaman da gidip bir başka şanslı bedene âşık kalırdım.
Ben, benim şanssız bedenim ve benim şanslı bedenlerim.
Ben, kendime nefretim ve elde etmek istediğim güzellikler.
Ben, Serkan ve 8 yıl.
Ben, Serkan ve Isparta.
Ben, Serkan ve “Ben gidirim”.
Ben, benim şanssız bedenim ve benim şanslı bedenlerim.
Her şeyin açıklaması aslında bu kadar basit mi? Bütün olanlar bu kadar yüzeysel mi? Amerikan güzelleri, yerin iki metre altları, sarık kafalar birer gösteriden ibaret mi? Dünya şanslı bedenleri seven şanslı bedenler, şanslı bedenleri seven şanssız bedenler ve şanssızlıklarını sürdüren şanssız bedenler üzerine mi…
Yine bir gece görüşmemek mi beni bu hale sokan? Sen bir tür uyuşturucu musun? Seni gördüğüm anlarda bunları düşünmüyorken, arkanı döndüğünde böyle derine gömülebiliyorsam; ben sahtekâr mıyım yoksa sen çok güçlü bir unutturucu musun? Uyumak için sana ihtiyacım çok mu? Sen varken de uyumasam olur mu? Hangi ben gerçek? İkisi de, değil mi. Biliyorum. Bir türlü değiştirmeye gönlümün razı gelmediği Nazan Öncel sözleri gibi. “Hatırına sustum, her şeye sustum, içimdeki delilikleri dünyaya kustum.”

BU BLOGA NEDEN GİRİYORSUNUZ? (07.08.2009)


Yaptığım ilk anket az önce sonuçlandı. Buna göre anketime katılanların yüzde 66’sı büyük bir dürüstlük örneği göstererek ya da sırf en komik cevap o olduğundan madilik olsun diye (bilemiyorum) “Senin hakkında dedikodu yapmak için” cevabını vermiş. Yüzde 11’i “Senin kadar umutsuz bir âşık olduğum için” demiş ve bence bunlar kim ise(!) umutsuzca âşık oldukları kişi benim. Yine sadece yüzde 11’i “Seninle ilgilendiğim için” demiş ki bu kişilerin kim olduklarını bilmeyi çok isterdim. Sanırım gerçek dost bunlar. Bir diğer dürüst cevap ise yüzde 22 ile “Başka işim olmadığı için” Bu arkadaşlar da benim gibi bütün gün bilgisayar başında durmaktan kaymış kişiler diye tahmin ediyorum. Katılanlara teşekkürler.

6 Ağustos 2009 Perşembe

HARRY POTTER AND THE HALF-BLOOD PRINCE by DAVID YATES (2009) *-



Bu ziyadesiyle gecikmiş Melez Prens eleştirisi, fazlasıyla kısa olacak çünkü daha fazla sinirlenmek istemiyorum.

Henüz hala çocuk sayılırken tanıştığım bu çocuk kitapları serisi; benim gibi okumayı sevmeyen nice insana binlerce sayfalık kitaplar okuttu bildiğiniz gibi. İlk filmin yapılacağını duyduğumda çok keskin bir sinemasal ağız tadına sahip olmadığım için “uyarlama konusunda endişelere” sahip değildim. İlk film Chris Columbus’un elinden çıkageldi ve ben büyülendim. Kitabı satır satır filme aldığı için eleştirilen yönetmen ikinci filmi de çekip seriden ayrıldı. İlk iki kitabın çok hoş çocuk kitapları olması gibi, ilk iki film de çok eğlenceli çocuk filmleri olarak hatırlanacak.

Üçüncü film; Children of Men ile daha sonradan yönetmenlik becerisi ile parmak ısırtacak Alfonso Cuaron’a teslim edildi. Sinema duygusu daha yüksek ancak Felsefe Taşı ve Sırlar Odası’na göre daha sıkıcı bir film çıktı karşımıza. Büyü biraz unutulmuş, yetişkinleşirken ana noktaları kaçırılmış bir yarı başarı izledik.

Daha kötüsü, daha sonra geldi. Ateş Kadehi’ni bir romantik komedi işçisine teslim ettiler. Film eğlenceli, sürükleyici ama dördüncü kitabın inanılmaz finalini hissettirmekten çok uzaktı. Sadece o finale hazırlayan ve diğer her şeyi boş veren bir film, elimizdekinden milyonlarca kat daha başarılı olabilirdi. Kimse günlerce zekâsına hayran bırakacak bir büyük filmi, şaşaalı bir balo sahnesine değişmezdi sanırım.

Beşinci filmi İngiltere’nin önemli bir televizyon yönetmeni olan David Yates’e teslim ettiklerinde bütün dünya yeni filmin gerçek bir sinema şöleni olacağından emindi. Ortak görüş; 1000 küsür sayfalık bir post-apokaliptik romanı ancak böylesine güçlü siyasi filmler yönetmiş bir adam 2,5 saatte bize hakkını yemeden izletebilir şeklindeydi. Her yıl olduğu gibi zamanı geldiğinde koltuklarımıza oturduk ve 12 ANGRY MEN’i izledik. Masa başında oturmuş, normal kıyafetler içerisinde büyülerden bahseden bir sürü konuşan kafa. Sıkıntıdan öldük, roman böyle miydi diye düşündük ve başımız önümüzde eve döndük.

Altıncı filmin de aynı adama teslim edildiğini duyduğum anda içimi bir nefret kapladı. Ama altıncı kitap asla o kadar durağan çekilemezdi. Hortkuluklar bulunacak, Hogwards’a büyük bir saldırı düzenlenecek ve serinin en önemli 4 karakterinden biri öldürülecekti, hem de baştan beri iyi mi kötü mü bir türlü anlayamadığımız biri tarafından. Filmin çekimi normalin iki katı sürdü, bekleyiş arttıkça heyecan da arttı. Tek bir sahnedeki özel efekt için 9 ay uğraşıldığı kulağımıza geldi vs.

IMAX’te ilk 12 dakikayı üç boyutlu izlemek için oturduk. Büyük bir aksiyon sahnesi ile başladı film. Büyük dediysem, bir patlama ve bir köprü yıkılışı. Olsun, çok güzeldi. Sonra Harry ve Dumbledore gerçek gibi karşımıza belirdi. Üç boyut ikiye indiğinde ise filmin bütün büyüsü bitti. Tam iki buçuk saat boyunca şirinlik yapmaya çalışan, âşık ergenler izledik. Filmin temposu sanki hiç bitmeyecekmiş gibi acelesizdi. Kahramanlarımız birlikte oturup uzun uzun tart yerken filmin ilk iki saati bitmiş ancak halen baştaki aksiyonun sebebi açıklanmamış, hortkuluk kelimesi bile geçmemiş, ana konuya dair tek kelime edilmemişti. Buna rağmen hala Harry ve Ginny’nin ortasına oturan Ron espiriler yapabiliyorsa; filmin en azından dört saati daha vardır diye düşündüm. Sonraki on dakika içinde şöyle şeyler oldu: Dumbledore sadece kitabı okuyanların anlayacağı bir kaş göz hareketi yaptı. Snape onu öldürdü. Harry, Snape ve diğer okula baskın yapan ölüm yiyenlere meydan okudu. Snape Harry’i yere serdi. Harry, Dumbledore’un bedeni başında yere oturdu ve bütün okul havaya baktı! İşte hepsi bu. Dumbledore’u öldüren adamlar neden Harry’i öldürmedi? Harry yere serilmiş ve okul en sapıtmış ölüm yiyenler tarafından basılmışken nasıl cenazeye geçtik? Harry o bahçeden nasıl kurtuldu? Ölüm yiyenler okuldan nasıl dışarı atıldı? Hiçbiri yok! Şaka mı bu? Yedinci filmde aksiyon sahnesi çok olacağı için bu filme koymak istememişler. Biriyle sevişmek istemiyorsan ondan çocuk sahibi olamazsın! Bütün film boyunca katil kim sorusunu sorup sonunda katili bize göstermeden oyunculara “vay be katil bu muymuş” diye replik okutamazsın. Bir adam karşımızda yanıyor taklidi yaparken ateş göstermezlik edemezsin!

Bunları kitabın iflah olmaz bir hayranı olarak değil, sinemaya 2,5 saatini ayırmış herhangi bir insan evladı olarak yazıyorum. Hayatımda izlediğim en ama en kötü filmdi Harry Potter ve Melez Prens. Sadece kitabı bildiğim için sinirden ekstra kuduruyorum o kadar. David Yates sinema dünyasının en yeteneksiz, en beceriksiz insanıdır. Herhangi bir set çaycısına çay götürmesine bile izin verilmemelidir. Sinema dünyasının nazisi, sinema sanatının en büyük katilidir. Kafası zerre kadar çalışmamakta, sinemada mizansen, oyuncu yönetimi, kadraj konularında da tek kelime bilmemektedir. 7.1 ve 7.2 numaralı Harry Potter filmleri de bu adama teslim edildiğinden Harry Potter serisinin en geç on yıl içinde yeniden çevrimine başlanması gerekecektir. Çünkü en geç 2-3 yıl içinde “biz ne yaptık” diye ağlayacaklar. Toplam hasılatta şimdiden serinin en kötüsü oldu Melez Prens, neden acaba!
Bir de filme adını veren Melez Prens’in kim olduğunu ve filme neden adını verdiğini merak ediyorsanız bunun da filmde olmadığını belirteyim! Ya da şöyle var: 6.His filminde Bruce Willis’in oynadığı karakter mahallenin bakkalı olsun. Film yine bildiğiniz gibi başlasın ve bitsin ama sonunda psikiyatrist değil de film boyunca 1 saniye gördüğümüz bakkal efendi çıkıp “ben aslında ölüyüm” desin. İşte anlatılışı ve etkisi bu kadar!

Bu berbat film eleştirime, Allah David Yates’in belasını versin diyerek son noktayı koymak istiyorum.

Ekleme: "film, kitabın ırzına geçmiş" yorumuna bayıldım. http://www.sinema.com/makale/1-7910/yeni-harry-potter-buyulemiyor

5 Ağustos 2009 Çarşamba

THE TAKING OF PELHAM 1 2 3 by Tony Scott (2009) *


Şu kısacık ömrümde en az sinemaya gittiğim yılın 2009 olmasının tek sebebi elbette bir köyde yaşıyor olmam değil. Özgün bir iş çıkmasını beklemekten vazgeçeli çok olmuştu ama en azından güvendiğim yönetmenlerin yeni filmlerinde belli bir düzeyi takip edebilmek isterdim.
Dün öğlen saatlerinde, rüya gibi bir günün ortasında, “fazla açıldığı için cozurdayan yüksek sesli” ortalama büyüklükte bir perdeye ve yansıtım kalitesine sahip Avşar Kule Site Sinemaları 2 numaralı salonda yeni Tony Scott filmini izledim. Yönetmenin izlediğim yedinci filmi oldu. Aynı görüntü yönetimi, aynı renkler ve aynı kurgu mantığı ile yedi kez karşı karşıya gelmek demek bu. Ama önceki altı filmi çeken adamın böyle bir filmin altına adını yazdırmadan önce daha dikkatli olmasını beklerdim.
Film büyük bir gürültü ile başlıyor. New York metrosunun günlük işleyişini, tam da orada durup duyma engelliler için hazırlanmış bir kulak içi cihaz ile izliyormuşçasına rahatsız oluyorsunuz. Birazdan büyük bir plan ve sınırsız aksiyon izleyeceğimiz beklentisi ile sabrediyoruz. Ne yazık ki beklenen olmuyor. Washington ve Travolta’nın oturdukları yerden yaptıkları telsiz konuşmaları filmin üçte ikisini oluşturuyor. Çok yetenekli ve görmekten keyif aldığımız bir sürü aktör ortalıkta geziniyor ama heyecan, aksiyon ve Tony Scott sineması ortalarda görünmüyor.
Filmin tek aksiyon sahnesi; treni kaçıran Travolta’ya paranın polis araçları, motosiklet ve helikopter eskortu ile yetiştirilmeye çalışıldığı bölüm. Geç kalınan her dakika için bir kişinin öldürüleceği tehdidini almış New York belediyesi; on milyon doları trafiğe bile kapatmadığı caddelerde en aptal polislerine araba ile taşıtıyor. Neden mi aptallar? Çünkü üç ya da dört trafik kazasına sebep oluyorlar. Mesela motosikletli bir polis durup dururken gidip bir araca arkadan çarpıyor ve havaya fırlıyor. O polis kim, neden duramadı bilgisi yok. Zaten sahnenin tek amacı uyuyan seyirciyi dürtmek ama keşke böyle olacağına hiç olmasaymış. Zaten belediye başkanını başarılı bir şekilde canlandıran Gandolfini bile bir yerde “biz parayı neden helikopter ile taşımadık” diyor kendi kendine. Senaristler bir noktada saçmaladıklarını fark edip, değişiklik yapmaya erinince bu şekilde kendileri ile dalga geçmişler diye düşündüm.
Filmin akla ziyan finalinde; basit bir memur olan Washington’ın aksiyon yıldızına dönüşüp kötü adamı tek başına bulduğunu ve yakaladığını söylememe gerek yok sanırım. Bu yakalama sırasında beş-altı tane her biri silahlı aptal polis; on metre mesafede durup, zaten yakalanmış olan Travolta’ya yaklaşmaya korkuyorlar. Bir de süt meselesi var ki, hiç sormayın.
Kesinlikle uzak durun. Spy Game, Man On Fire, Domino, Enemy of the State, Beat, Deja Vu gibi filmler gözünüzün önüne geldi diye “ne kadar kötü olabilir ki” diyerek şans vermeyin. Ne kadar kötü olduğuna söylesem de inanmazsınız.

4 Ağustos 2009 Salı

ROGER EBERT


Günde ortalama yirmi kişinin girdiği bir blogum var artık. Anketimde dürüst olan dört kişi; hakkımda dedikodu yapmak için girdiklerini söylemişler. Yani en azından otuz kişiye ulaşıyorum günde. En yakın dostlarımın okumadığını çok iyi biliyorum, okusalar “o ne demek Serkan, bu ne zaman oldu” gibi bin bir soru sorarlar. Konuştuğumuzda yazdıklarımdan hiç haberleri yokmuş gibi davranıyorlar. Neden bilmem.
Yazdıkça daha özgür ve cesur hissettiğim bir yer burası. Günlüğüme yazdıklarımın yüzde yirmisini yazma cesareti gösterebildiğim ancak bunun bile çevremdeki duvarlara yıkma darbeleri vurduğunu açıkça hissedebildiğim bir büyük tuvalet. O yüzden yakın zamanda vazgeçmeye niyetim yok. Peki, neden son günlerde bu kadar az güncelliyorum? Bir şey yaşamadığımdan mı?

Buraya yazdıklarımın yüzde 99’u hiçbir tanıdığım tarafından tanınmayan kişiler hakkında. Yani köyüm ve köylülerin. Son günlerde yaşadığım üzücü ve en azından beni şok edici olaylar ise on ay öncesinde sonlanan hayatımda yer alan insanlarla alakalı. Çok zengin bir eski özel insanın iflasının ortaya çıkardığı çirkin insan manzaraları ve yalanlar var mesela, ne yazık ki bahsedemediğim. Bir de inanmayacaksınız ama önceki üç kişilik grup aşk olayında bir kişinin adı değişti ve yeni bir grup aşk vakası yaşanıyor. Aynı iki kişiyi içeren, üçüncülerin değiştiği iki ayrı üç kişilik aşk ve seks olayı. Yeryüzünde bunun gerçekleşebilme ihtimali nedir ve neden beni bulur bilmiyorum.

Kendi ana konum ile ilgili ise arzularımın devam ettiğini söylemeliyim. Kendisini değil de bir fotoğrafını elde etmiş misali asıl istediğimin suyunun suyu ile sürekli doyurulduğumu ve bunun da arabesk yazılarıma fren koyduğunu belirteyim. Bazen “ne işim var benim burada” bile diyorum. O kadar yani.

Bir hafta içerisinde; ilk defa bir senaryomu yarışması için göndermemin ardından sinema ile ilgili çok önemli bir gelişme daha oldu. Altyazı adlı sinema dergisine DVD eleştirisi yazmaya başlayacağım. Becerebilir miyim bilmiyorum ama en azından deneyeceğim.

2 Ağustos 2009 Pazar

KAYBEDENLER (02.08.2009)


Bugün trilyonlar kaybettim. Metafor değil, gerçekten. Gerçekten benim olmasalar da öyle hissettiğim bir büyük mal varlığı.

Bu saatte çoktan uyumuş olmam lazımdı. Çok uzun ve yorucu bir gün geçirdim. Yatağa da girdim ama uyumayı beceremedim. Bugün aldığım korkunç haber her geçen dakika beni daha da üzdü.
Of ya, neden bu blogu gerçek adımla açtım ki! Aklımdan geçen hiçbir şeyi yazamıyorum yine. Nefret edilesi bir durum. Peki benim aklımdan geçen her şey neden bu kadar gizlenesi? Neyim ben böyle?

Bugün öğrendiğim korkunç olay beni savunmasız bıraktı. Sanırım tek söyleyebileceğim şey bu. Kendimi fakir, güçsüz, güvendiği dağlar yok olmuş, evsiz barksız bir kimsesiz gibi hissediyorum. Bir daha hiçbir yerde “ben istesem var ya” şeklinde bir cümle kuramayacağım. Bu; insanın elinden alınan her güç gibi, kaybetmesi çok ağır bir durum. Allah yardımcım olsun. Biraz olsun unutabilmek için özenle biriktirdiğim True Blood’ın ikinci sezonuna da başladım ama işe yaramadı. Aklımda kalan tek cümle “içimde uyandırdığın şey yüzünden özür dilemeyi reddediyorum” oldu ve o da aşkımla ilgili bir çizik daha attı yüzüme.
Asla şakayla karışıktan öte dokunamayacağım, ona ne kadar ve ne şekilde âşık olduğumu anlamayan saf! Hayır, ne şehirli bir züppe ne de süt çocuğu heves eder böyle bir yere. Benim hevesim bastığın toprağa değil, o S şeklindeki bedenine.

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...