31 Temmuz 2009 Cuma

BEN GİDİRİM (31.07.2009)

“Ben gidirim” dedikten sonra vücut dilinde en ufak bir tereddüt olmaması, vedalaşmaman ve arkana bakmaman; her zaman ağzımda buruk bir tat bırakırdı ama bugün biraz daha fazla etkiledi.

Giriş cümlesinden de anladığınız gibi bu yazı “Nilüfer mızmızlanıyor gibi geliyor” tarzı bir cümle içermeyecek. Zira şu an kendisi kulaklarımda.

Bu sabaha; dün geceki “Recep İvedik 2x2 faciasından mutluluk çıkarabilme çabam” sonucu ve twitter özgürlüğünü gerçek özgürlük sanma yanılsamam sayesinde mutlu başlamıştım. Yerimde duramıyor, her yere bir şeyler attırıyordum. Aşkımın araması da Hindistan cevizi olmuş, tadından yenmiyordu sabahım. Bütün öğleden sonra da enerjim çevremdeki herkesi birbirine daha fazla yaklaştırdı. Ama söz konusu benim ya, hiç işler gider mi yolunda. Çıktı aşkım öyle bir şey istedi ki benden… Hiç düşünmeden evet dediğimi belirteyim önce. Söz konusu o olunca gözlerime inmiş bir perde var ne de olsa. Teklifinin gerçekten hoşuma gidip gitmediğini bile anlayamadım. Kafamdaki tek ses “onun her istediği olmalı” idi. Ve öyle de yaptım. Sonra başka bir mevzu açıldı. İlk mevzu madde ile ilgiliydi, ne tesadüftür ki ikincisi de öyle. Ve bir babanın oğluna dediği “ben sana koca bir bağ verdim, sen bana bir salkım üzümü çok görüyorsun” misali bir durum olduğunu gördüm ortada. Yüzüm düşmedi ama ruhum düştü. Bozuldum ama sustum. Ne olursa olsun canın sağ olsun da; ne olacak benim bu asla geçmeyen beyaz körlüğüm?
Günün ismi
Erkek için Serdar
Kadın için Oray

30 Temmuz 2009 Perşembe

THE BITCH INSIDE (30.07.2009)


Ankara’dan döndüğümden beri bir enerji patlaması yaşıyorum. Sadece çikolata yiyerek besleniyor, aşkıma günde 20-30 sms atıyor, sürekli benim gibi bitch arkadaşımla telefonlaşıyor ve twitter’da sabahlıyorum. Ne aşk acısı hissediyorum ne de herhangi bir hüzün kırıntısı. Nilüfer mızmızlanıyor, Sezen miyavlıyor gibi geliyor. Sürekli bir baş ağrısı, sürekli içimdeki madinin sesleri. Ne utanma, ne sıkılma ne de dünyanın başıma yıkılabileceği tehlikesi gözümü korkutuyor. Okum yayımdan fırladı, şımarıklığım üst düzey yöneticim. Deli gibi para harcayıp, bin bir hikâye anlatıyorum. Âşık olduğum insanlarım üçte ikisinin en iyi dostlarıma yazması, kalan üçte birinin Lustral kullanıp oyun dışı kalmasının bünyeme etkisi bu olsa gerek.
Bugün doğanlar:
Erkek ise: Kültigin
Kadın ise: Sadıka

29 Temmuz 2009 Çarşamba

ALTI GÜN BEŞ GECE (29.07.2009)



Dün akşam saatlerinde köyüme; giderkenki duygularım ile döndüm. Bu açıdan tatil hiçbir işe yaramadı mı diye de düşünülebilir.
Perşembe akşamı köyümden uzaklaşırken gözlerim doldu. Sanki bir daha hiç dönemeyecekmişim, sevdiğim insanı bir daha göremeyecekmişim gibi geldi. Ankara’ya, çok sevdiğim dostumun evine girince de duygularım değişmedi ve o gece uyuyana kadar dilimde aklımda gözlerimin önünde sadece aşkım ve köyüm vardı. Ertesi sabah ise Ankara’da uyanmanın kokusu geriye pek bir şey bırakmamış gibiydi. Telefonumu elime alacak vakti bile bulamadım.
İlk gün Bahçelievler Kahve Dünyası’nda tanıdığım en iyi fal bakan insan olan (profesyoneller dâhil!)ama 635 km. mesafede oturduğu için yedi ayda bir, bir araya gelme fırsatı bulabildiğimiz ilkokul arkadaşım ile saatlerce muhabbet ettik. Falımda neler çıktı neler… Kahve idare ederdi ancak servis dökülüyordu. Tavsiye edebileceğim tek yanı fiyatları.
Ankara klasiği olarak yemeği tabi ki Pizza Hut’da yedik. Türkiye’nin en kötü Pizza Hut restoranı Bahçelievler’de olduğundan maksimum zevk alamadık ancak yeni somonlu pizza denemeye değer.
Yeni bir mekân keşfedelim düşüncesiyle Marco Pasha adlı yarı açık yere oturduk. Masa bulmak için sıra beklenen, tam piyasa bir mekân. Cappuccino’lu nargilesi ortanın üstüydü ancak bir bardak suyu bulanık bayat çay bile 3.5 TL. Biz yine nefes almadan sohbet ettiğimiz için mekânın adının nereden geldiğini yazan küçük yazıyı okuyamadım.
Bahçeli Leman Kültür’de buz gibi filtre kahve (sıcak içilir) içmek ortamın mimari güzelliğine gölge düşürdü. Tuvaletteki Lost esprileri de ne yazık ki bayat ötesiydi.
Ertesi sabah büyük umutlarla Türkiye’nin iki IMAX salonundan ilk açılanı olan AFM IMAX Anka/Mall’da Harry Potter and the Half-Blood Prince’i izlemek için yollara düştük. Başladığı saniyede 15 TL. bilet fiyatını hak eden muhteşem görüntüler ilk altyazının görünmeye çalıştığı anda sinir bozdu. Son derece silik ve durduğu yer mantıksız olan altyazıları okumaya çalışmaktan vazgeçtiğimiz anda film koptu. Öğlenki seansta 45 dakikada tamir edildiğini öğrendiğimiz sorunlu kopyanın 15 dakika boyunca tamirini bekledikten sonra “çoktan başlamış Türkçe versiyonuna girme ya da bilet fiyatını geri alma” opsiyonlu “tamir edilemeyecek” açıklamasını duyduk. İki gün sonra Bilkent Cinebonus’un her zaman kaliteli projeksiyonunda filmi tamamlama şansı bulduğumda ise yeni HP’nin hayatımda izlediğim en kötü filmlerden biri olduğunu dehşetle gördüm. Eleştirisini daha sonra yazacağım.
Ankara’nın göreceli olarak yeni muhiti Ümitköy Park Caddesinde bir akşam geçirmeye karar verip, üç kız arkadaşımla yollara düştüm. Yaklaşık yirmi mekân vardı. Her biri belediye destekli çakma vale parking hizmeti veriyor olduğundan mıdır nedir kendimizi daha arabadan inmeden fakir hissetmeye başladık. Narquilla adı ilgimizi çekti ve armutlarla dolu bahçede kendimize bir masa bulduk. Bir saat sonra gelsek imkânsızdı. Menüde yeryüzünde bulunan içkilerin neredeyse yarısından fazlasını bulmak mümkündü, nane likörü hariç! Neyse ki onu da depodan buldular ve nane likörü ile Türk kahvesi keyfi yaptık. Bu deneyimin adam başı 19 TL olduğunu görmek bile keyfimizi kaçıramadı. Mekâna özel bir şey denemek amacıyla söylediğimiz tekilalı nargile ise tam bir hayal kırıklığıydı. Çilekli kavunlu sakız aroması neresinden tekilayı çağrıştırmış bu ürünün büyük mucidine bilmiyorum. Yanında gelen yarısından fazlasını limon suyunun oluşturduğu tekila shut da aynı şekilde faciaydı. Yine de alkol metre ve prezervatif makinesi dâhil her şeyin düşünüldüğü hoş bir mekândı. İşletme sahibinin biz söylemeden hesapta yaptığı 60 TL’lik indirim jesti aklımızda artı puan olarak kalacak.
Ertesi gün daha önce görmediğim Bilkent’i keşfedeyim dedim. “Altın Konak” dışında ilginç bir şey içermemesine rağmen çoğu ilden daha gelişmiş bir yer. Gloria Jeans için ise pozitif garsonlarına rağmen kötü yorumlarım var.
Ankara’da Çin yemeği denemeye karar verince gidilebilecek 3-4 restoran olduğunu öğrendik. Ulaşım açısından Armada Fan Fang’i tercih ettik. Moğol usulü tavuk hayatımda yediğim en lezzetli beyaz etti. Sake Maki, Kappa Maki, Kani Maki ve Tamago Maki denedik. Garsonun gözlerini ayırarak acılığı konusunda uyarmaya çalıştığı Wasabi ise benim gibi bir Urfalı için şekerden farksızdı. Bolca rezil olup, çokça şey öğrendik.
Etlik Forum Outlet merkezinin; insanı evsiz barksız bırakacak çeşitlilikte ürüne sahip olduğunu söylemeliyim. Kendimize sinir olacak kadar çok alışveriş yaptık. Doğrudan ateş üzerinde kullanılabilen cam demlik ve tasarım faciası bardağı dışında aldığımız hiçbir şeyden pişman olmadık.
Bir kez daha yapmayı planladığım çoğu şeye vaktim yetmedi, görmeyi deli gibi istediğim çoğu insanı göremeden geri döndüm. Özellikle son güne bıraktığım Haymana gezim ise iş yerimde çıkan problemler nedeniyle bir gün önce dönmeye mecbur kalmam ile iptal oldu.
Dönüş yoluna girince birden köyüm gözümün önüne geldi. Günlerdir hakkında tek cümle düşünmediğim yer yeniden büyülü bir dünya gibi gözüktü. Yaklaştıkça aşkın kokusu burnumun direğini daha fazla sızlattı. Ve yalnız evime dönüp oturduğum anda güzel olan her şey hayal, aşk acısı elle tutulur oldu.
Kendime not: Bir daha 40 yaş üstü kimseyle yatma.
Günün ismi:
Cildi sarkmışsa Filiz
Yeniden yatabilmek için kırk takla atıyorsa Merve

22 Temmuz 2009 Çarşamba

300

Mecburi hizmetimin 300. günü! Bugün için 300 KOLUKISA'LI adlı bir yazı planlamıştım ama bir türlü sansür dozuna karar veremediğim için tadı kaçtı.. Keşke isimsiz blog yapsaymışım.

300

Mecburi hizmetimin 300. günü! Bugün için 300 KOLUKISA'LI adlı bir yazı planlamıştım ama bir türlü sansür dozuna karar veremediğim için tadı kaçtı.. Keşke isimsiz blog yapsaymışım.

21 Temmuz 2009 Salı

299

Annem gittiği gün yapmaya söz verdiğin iki şeyi de yapmadın, âdetin olduğu üzere. Şaşırmadım hiç. Gecenin bir vaktine kadar bekleyip zoraki esprili bir mesaj attım, sen de hemen arayıp kendi dar görüşlülüğüne uyan mantık dışı ama masum bir açıklama yaptın. Uzatmadım ve telefonu kapattım. Kapattığım anda seni ne kadar özlediğimi, arzuladığımı fark ettim. Beklenti başka bir şeydi, bekleyişin bitmesi başka. Olsun dedim kendime, yarın akşam var, yarını bekle.
Bir sineği bile öldürmeyi başaramayan ellerim tembel beynimin yazabildiği kısacık blog girişlerine öyle alıştı ki, yarışmaya göndermeyi planladığım senaryo için iki gün kalmasına rağmen halen harekete geçmiyorlar.
Saat 11.00
Daha şimdiden herkesi gördüm, sen hariç.

20 Temmuz 2009 Pazartesi

KAYNANAN SEVDİ (20.07.2009)

Bugüne dek âşık olduğum insanlar arasında annemle yemek yiyen ilk kişi oldun dün gece. Ben bir ceviz ağacı değildim Gülhane parkında ama ne annem farkındaydı bu durumun ne de sen farkında. Böyle aptal bir esprinin aklıma gelme sebebi elbette dün gecenin rüya gibi geçmesiydi. Aklıma geldi diye buraya yazmam ise tamamen benim şımarıklığım.
Birlikte dört saat geçirdik neredeyse. Maddi anlamda en ucuza patlayan saatler değildi belki hayatımda ama manevi açıdan ruhum huzurla doldu. Sen güzeldin, yolculuk güzeldi, yemek güzeldi, annemle anlaşmanız imkânsız zannederken olması ise tek kelimeyle inanılmazdı! Sen her zamankinden zarif, annem içtendi.
Ne yazık ki bu tabloya herkes başka bir çerçeveden bakıyordu. Annem benim sıradan hatta belki de anında unutulabilecek bir arkadaşımla daha tanıştığını zannediyordu. Sen; benim için bir şey yapıyordun ve bu sırada sana hep şeytani tarafları anlatılan ama hiç de öyle görünmeyen çok kültürlü yaşlı bir kadınla sohbet ediyordun. Ben ise bir aile saadeti görüyordum. Mutluluk. Asla gerçekleşmeyecek bir bütünün parçaları bir arada diye, öyle gibi farz ettim. Sonrasında neden gerçekleşmeyecek diye kendimi yormadım. İltifatlar, iyi niyet dilekleri havada uçuştu ve bitti dört saatimiz.
İkiniz de birbirinizin arkasından iyi bahsettiniz.
Sen; sana yaptığım “kaynanan seni sevmiş” esprisini anlamasan da, benim yüzüm gülüyor.

18 Temmuz 2009 Cumartesi

DONDURULMUŞ / or FUCK ME, I AM FAMOUS

Domalanın insanlar üzerindeki bin bir faydasını Selçuk Üniversitesi araştıradursun, yarım saat önce bir arkadaşımın getirdiği dondurulmuş paket (çünkü artık mevsimi değil) yine başıma güzel şeyler getirdi. Tıpkı mevsiminde çorak topraklarda saatlerce ararken başıma getirdikleri gibi…
Daha lokmalarım bitmeden sen aradın. Sesin cıvıl cıvıldı. Akşam için plan yapıyordun. Şunu da çağırırız, şurada buluşur şuraya geçeriz, sonra bir gece kulübü bulur sabaha kadar dans ederiz, bu sefer gittiğimiz yerde çok erkek olmasın çünkü rahatsız oluyorum falan derken o kadar emindin ki hayır demeyeceğime! Ama annemin son gecesi, bu gece çıkamam cevabını duyunca sarsıldın. Çocuklar gibi ‘Oh olsun!’ dedim içimden. Yine de telefonu kapatmadan önce sormadan edemedim. Ben olmasam da yine gidecek miydin? Senin cevabın da benim beklediğimin aksiydi, hayır dedin! Kaldım. Ben yokum diye planını iptal ettin ya da benim böyle düşünmemi istedin. Yarın gece müstakbel kaynananla oturup konuşman için bir yemek planladık sonra. Bakalım ne olacak?

BALKON (18.07.2009)

Bir insanın ömrünü çalmak ya da bile isteye teslim etmek, geceyi gündüze karıştırmak, tam zamanlı bir iş gibi onu elde etmeye çalışmak ya da üzülmek bir yere kadar. Dün akşam bedenim iflas etti. Bu zihinsel tempoya, bugünlerde iyi beslenmesi bile direnemedi. Bütün vücudum ağrıyor, gözümü açamıyordum. Ayaklarımda ateş, yüzümde soğuk. Ve günlerdir saatin 22 oluşunu görmememe rağmen erkenden yatağa düştüm. Ne seni düşünecek gücüm kalmıştı, ne de kendimi o anda. Bir saat sonra neşeyle sesin geldi. Bir yerde eğleniyordun ve benden bir şey istemek için aramıştın. Hani bir daha beni aramayacaktın çünkü ben sana “her aramanda bir şey istiyorsun” demiştim? İşte hem kendiliğinden arıyor hem de bir şey istemek için arıyordun. Ama ben bitiktim. Hasta olduğumu söyleyip kapattım. Aşkından hasta olduğumu söyleyip kapatmak isterdim.
Sabah biraz daha açık görüyordum her şeyi. Vücudum iyileşmişti ve bana “beni hasta etmene de değmez artık o kadar da değil” diyordu. Haklıydı. Tek başıma yiyeceğim bir parça ekmeğin ait olduğu bir kendi içinde bütünü almaya yola düştüm. Kontağı çevirdiğimde Sezen yalısında uyuyordu belki ama sesi arabamdaydı. Karşı koymadım. Yolu birkaç yüz ekmek satın alacak kadar uzatıp evinin önünden geçmeye karar verdim. Gittim, gittim… Ev ölüydü henüz. Dönüşte yüzüm biraz daha yukarıdaydı artık. Güneş ya da bakkalcı(!) işe yaramıştı. Birden irkilip camdan dışarı baktım. Dönüş yolunda yine evinin önünden geçiyordum. Balkonda geceyi seninle geçirdiği aşikâr o renkli gözlerle benim koyular birbirine kilitlendi. O benim ne demek istediğimi anladı, ben onun. Kıskanmadım, imrenmedim. Sadece çok uzaklara gitmek istedim bu saplantıdan. Evime geldim, ekmeği mutfağa bırakıp bunu yazdım.

16 Temmuz 2009 Perşembe

Gece

Evden çıkmam gerekiyordu. Sana geliyor gibi yola düşmem. Evinin önünden geçtim birkaç sefer. Olabileceğin caddelerde dolaştım, oturman mümkün yerlere girdim. Ya az önce çıkmış ya da geleceğim diyip bir türlü gelmemiştin. Ama buralardaydın. Kokunu aldım. Ayak izlerini gördüm. Saatler ilerledi. Seni bulamadım. Çaresiz eve döndüğümde tek tesellim bir türlü çekmeyi başaramayan avea hattımı aramış olmandı. O da yoktu, sessizdi ev. Bir inanç gibi çevremdeydin. Görünmedin. En sevdiğin şeyden bu gece de uzak durmayı seçtin. Bu gece de senden vazgeçemedim.

Nilüfer - Unutmadım

Blog'a şarkı sözü mü koydun diyenlere.. Umurumda değilsiniz. Dedikodu arıyorsanız aşağılara göz atın, sayfa benim! Bu şarkıyı haykırıyorum şu anda. Keşke duysan..

Yine ayrılık var yine hüzün
Yeter bu dargınlık iki gözüm
Sen belki beni hiç özlemedin
Zamansız sarardı soldu yüzüm

Ah bir sesini duysam
Ne olur şimdi

Doya doya koklasam
Geliver şimdi


Karanlık gecelerim ışık ol gel
Kurudu yapraklarım yağmur ol gel

Kalmadı tesellisi şu gönlümün
Anladım unutmadım unutmamam gel

Ne çok zaman geçti ne çok bahar
Yine ellerimde bu sonbahar
Terk etmedi gitti o gözlerin
Yine hep aklımda o sözlerin

Karşıma çıkmayan filmler

Yılın ilk yedi ayı bitmek üzere. Konya'ya gelmeyen, CNBC-e ve 24'te gösterilmeyen, seyehatlerim sırasında bulunduğum illerde de gösterimde olmayan (örnek ne yazık ki Ankara) filmleri yazmak istedim. Sebep mi? Her hafta bir sürü niteliksiz filmi önümüze koyan, Türkiye'de faaliyet gösteren dağıtım şirketlerinin muhteşem başarısını gözler önüne sermek.

--02.01-- NO MAN'S LAND:THE RISE OF REEKERdave payne
MUTANT CHRONICLES sımon hunter
--16.01-- SCAR 3-D jed weıntrob
--23.01-- LARGO WINCH jerome salle
--30.01-- PRIDE AND GLORY gavın o'connor
--06.02-- DÜNYA&DESIE dana nechushtan
ÖLDÜR BENİ korhan uğur
--20.02-- HAVAR mehmet güleryüz
--27.02-- İKİ ÇİZGİ selim evcioğlu
--06.03-- HE WAS A QUIET MAN frank a.cappello
--20.03-- GÖLGE mehmet güreli
RACE TO WITCH MOUNTAIN andy fıckman
--27.03-- HAYAT VAR reha erdem
DEATH INSTINCT jean-françoıs rıchet
OXFORD MURDERS alex de ıglesıa
--03.04-- YENGEÇ OYUNU ali özgentürk
ALL THE BOYS LOVE MANDY LANE jonathan levıne
--10.04-- APPALOOSA ed harrıs
PAZAR:BİR TİCARET MASALI ben hopkıns
--24.04-- DİLBER'İN SEKİZ GÜNÜ cemal şan
--01.05-- JONAS BROTHERS:THE 3D CONCERT EXPERIENCEbruce hendrıcs
MARTYRS pascal laugıer
SADDAMIN ASKERLERİ:KARA GÜNEŞ
RUMBA
--29.05-- EASY VIRTUE stephen ellıot
PALERMO SHOOTING wım wenders
ROADSIDE ROMEO jugal hansraj
--05.06-- POUR ELLE-ANYTHING FOR HER fred cavaye
DU SARAM-YIDA kı-hwan oh
--12.06-- I LOVE YOU,MAN john hamburg
THE BURNING PLAIN guıllermo arrıaga
TRATIOR jeffrey nachmanoff
SAN SUK SI GIN tung-shıng yee
NORD rune denstad langlo
--19.06-- 12 ROUNDS renny harlın
THE PROPOSAL anne fletcher
--26.06-- DIARIO DE UNA NINFOMANA chrıstıan molına
COMING SOON sopon sukdapısıt
--03.07-- IL Y A LONGTEMPS QUE JE T'AIME phılıppe claudel
FAET bangjong pısanthanakun
L'ENNEMI INTIME florent emılıo sırı
--10.07-- HUSH mark tonderaı
--17.07-- LAST CHANCE HARVEY joel hopkıns

VAPORWARE

Boş verin bu yazıyı okumayın. Valla okumayın. Şu anda ağlamak istiyorum. Ve ne acıdır ki omzunda ağlayabileceğim bir kişim bile yok. O yüzden buraya ağlayacağım.
Bugün seninleydim. Yüzümde dün akşam karar verdiğim üzere dünyanın en şeker kız Candy’si olmaya çalışan ifadem vardı. Ne dersen gülümseyecek, seni sıkmayacak, anlatmaktan çok dinleyecektim. Yan yana gelir gelmez bir espri de patlattım planlanmamış ve tamam dedim, başaracağım bugünü. Üç dakika geçmeden bugün yapmayı planladığımız şeyi dün bir başkası ile yaptığını anlattın. Yüzüme bir tokat yemiş oldum. Böylece bugün birlikte yapacağımız şey yok olmuş oldu. Hemen ayrılabilirdik birbirimizin yanından.
Kahvaltı ısmarlamayı önerdin ilk kez, içtenlikle hem de. Hayır dedim. Bir kahve içelim bari dedik, uzattık iki oldu. Nasılsın diye sordun ilgileniyormuş gibi. Daha cevap veremeden benden bir sürü şey istedin yine. Çevrendeki hiç kimsenin yapmaya kafası basmayan bin bir türlü teknolojik ve popüler kültür gereği iş yaptırdın bana. Sıkıntıya girmiştin, ben sıkıntıya girip seni bu sıkıntılardan kurtardım. Saatler böylece geçti. Herhangi bir duygusal etkileşim yaşamadan. Yorduktan sonra beni iyice, acıktın mı dedin üzerine. Ben ona da hayır dedim. Herhangi bir şey ısmarlamanı istemiyordum, hem de hiç. İki gün önce seni kızdırdığım şey için de özür diledim. Sen ise beni bir daha aramama kararından vazgeçmedin, özürüm işe yaramadı yani. Biraz sonra da kalkalım dedik. Tamam dedim kendime, arıza çıkarmadan atlattın bugünü Serkan.
Yolda Sezen Aksu başladı söylemeye, gökyüzü başıma yıkıldı sanki. Yağmur çiselemeye başladı ardından. Dur dedim, ağlayacağım. Sezen’e buldun suçu. Hayır. Yol bitince yanımdan gidecek olmandı sebep. Ağzımızı açmasak da, ben senden seni istemekten vazgeçmiş olsam da bitmesin istiyordum yol. Ayrılmayalım. Burada birlikte açlıktan ölelim. İyice yavaşladık. Ne kadar yavaş gitsek de yol bitecekti. Hadi başka bir yere gidelim dedin, mesela balık yemeye. Ya da herhangi başka bir yer, nereye istersen. Ama hepsi bitecekti, hiç biri sonsuza dek süremeyecekti. Ve yanında ne kadar kalırsam o kadar ağlayacaktım içten ve/ya dıştan. Bir an önce ayrılalım da yasımı tutayım diye düşündüm. Ölen geri gelmeyecek. Sana da açıkladım vazgeçişimi. Gitmek istiyorum dedim buralardan, buralar bitti benim için. Artık senden bir şey istemiyorum. Sevindin. “İşime gelir” dedin. Senin istediğin gibi olurmuş böylece. Birbirini çok seven iki insan olurmuşuz. Yine beni hayatındaki herkesten çok sevdiğini geveledin. Ben de aynı yalanı sana söyledim. Ama gitmelisin dedin bence de. Benden uzağa. Ben seni durduruyorum. Yapacak çok işin var, kariyerin var gitmelisin dedin. “Sen git, ben olduğun yere istediğin zaman gelirim.” Yalandı. Ben biliyordum. Sen de. “Unutursun için yana yana, unutursun ölüm sana bana, zaman basıp kanayan yarana, unutursun, unutursun” diyordu Sezen. Sen yeter ki git. Unutursun.
Sana ne kadar âşık olduğum gerçeğiyle sarsıldım. Ötesi yoktu o anın. Sen vardın ya orda, sen yanımdan yok olduğunda ben de olmayacaktım. Ölü gibi geldim eve. Gelen gidenler oldu ziyaretime. Hiçbirini duymadım. Birilerine internetten alışveriş yaptım, birilerinin derdini dinler gibi davrandım, annem yaptı yemek yedim ama ben değildim. Ben o araçta öldüm sanki. Seni unutmaya çalışan, gelecek hafta Türkiye’nin neresinde eğlensem, kaç kişiyle yatsam diye planlayan adam öldü orada. Hepsi kandırmacaydı kendimi. Ben güçsüzdüm. Senin gücüne ihtiyacım vardı. Benimki bir bağlılık, bağımlılık, ihtiyaç sahipliğiydi. Eski dostlarıma zaman ayıracağım diye sana göğsümü gerdiğim anlarda göğsüm parçalandı.
Üzerimde asla kaldırmaya takatim olmayan bir taş, evdeyim. Senin “gel de geleyim” sözlerin kulağımda. Gel. Gitme. Hiç. Mümkün mü?

15 Temmuz 2009 Çarşamba

DAY 4 (15.07.2009)

Bugün bana gelen “gerçek bir dost olduğunuzu gösterin, bunu herkese gönderin” üst başlıklı forward maillerden birinde tek başınıza kalp krizi geçirirseniz ne yapmanız gerektiği yazıyordu.
Bugün, önceki üç günden biraz daha zordu arınma çabası içinde olmak. Dün bütün gün gösterdiğin iyi niyet gösterileri ve “ne haber yakışıklı” tarzı “alo” demelerine akşamki sert davranışım uymamıştı. Bir daha aramayacağını belirtmiştin ama ben bütün gün aramanı bekledim. Sadece, her şeyin yolunda olduğunu bilmek için. Kontrol manyağı yapım bilinmeze tahammül edemiyor işte. O lafıma kızıp vazgeçmediğini, peşimde olduğunu göstermeliydin ki gönül rahatlığı ile senden kaçışımı sürdüreyim. Deliyim. Telefonumu daha iyi çekebilmesi için odanın en yüksek yerine koyup bütün gün çalmasını bekledim. Bu bekleyiş sırasında bin bir talepte bulunan personel ve tek suçu cahil olmak olan hastalarıma tekme tokat girmek istesem de sakinliğimi muhafaza edebildim. Biri yüzünden öfkelendiğimde bunu başkalarından çıkartmaktan vazgeçebilmişsem, o kişiyi unutmak adına büyük yol almışım demektir. Bu da uzun günün karı oldu yanıma. Bir avuntu.
Arkadaşımın muffin tarifini (http://pianr.blogspot.com/2009/07/lorlu-ve-dereotlu-muffin.html) denemeye karar verdim sonra sakinleşmek için. Ama evde yalnız olmadığımı fark ettim. Gerginliğimi gideremedim.
Aylar önce verdiğimiz bir karar nedeniyle yarın yüz yüze görüşeceğiz. Biraz mecburiyetten, biraz “belki güzel bir şeyler olur” umuduyla. Yanıma mecburen gelmenden nefret ediyorum.

JOHN BERGER VE MEHMET ERGÜVEN AYNI ŞEYLERİ SÖYLÜYOR

“Erkeğin varlığı kendinde saklı yetkelilik durumuna bağlıdır. Bu, büyük ve inanılır bir umutsa erkeğin varlığı çarpıcı olur. Küçük ve inanılmaz bir umutsa erkeğin varlığı da önemsizleşir. Bu yetkelilik umudu ahlaksal, bedensel, yaratılışa göre değişen, parasal, toplumsal ya da cinsel bir umut olabilir. Bir erkeğin varlığı, o erkeğin yapabileceklerini, sizin için yapabileceklerini gösterir. Üretilebilir bir varlıktır onun varlığı; çünkü erkek gerçekte yapamayacağı şeyleri yapabilecek güçteymiş gibi davranır.
Bunun tersine bir kadının varlığı ise, onun kendine karşı olan tutumunu gösterir.
Erkekler davrandıkları gibi, kadınlar ise göründükleri gibidirler.
Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlar ise seyredilişlerini seyrederler.”

14 Temmuz 2009 Salı

DAY 3 (14.07.2009)

Alışmış kudurmuştan beterdir.
Hayır ya, Tarkan’ın son albümünde yaptığı gibi atasözleri ve deyimler üzerinden kariyer yapmaya çalışmıyorum, sadece it fits…
Senden vazgeçmemin üçüncü gününde beni dört kez aradın. Bu bir gün içinde arama sayısı anlamında rekorundu. Ve dördüncü araman 8 dakika 29 saniye sürünce, en uzun süreli telefon konuşmamız olup ayrı bir rekora daha imza atmış olduk. Bunun tek sebebi benim vazgeçmiş olmam. Senden bir şey istemediğimi görünce sen üstüme düşmeye başladın.
Kaçan kovalanır. Dahi olabilecekken kendini aşka kurban eden bir arkadaşımın dediği gibi; klişe!
Bu dört konuşmanın üçünde benden bir şeyler istemek için arıyor gibi yaptın. İstemek zorunda olmadığın şeylerdi ama bahanen buydu, farkındaydım. Dördüncüsünde bütün gününü anlatıp benimkini dinlemek istedin. Tam kapatmadan önce laf olsun diye bir şey daha istedin. Ve ben, günlerdir sana takılmayan zorlamayan ittirmeyen ben; koca dilimi tutamayıp “ilk defa bir şey istemek için aramadı sanırım diye şaşırmak üzereydim ki istedin” dedim. Sen ise “tamam zaten bir daha da aramam, her aramamda bir laf sokuyorsun” dedin. Böylece yine kavga etmiş olduk. Üç gündür koruduğum sakinliğim ve senin benim üzerime düşmeye başlaman da çöpe gitmiş oldu.
Peki, şimdi kızdığım ne? Seni istemeye istemeye (!) elimde tutmaya başlamışken bunu kaybetme tehlikesi yaşıyor olmam mı? Zaten istediğim uzaklaşmak değil miydi? Ne kadar sahtekârım. Neyse ki kendimi kandıramıyorum.

PUBLIC ENEMIES (2009) **-

"Michael Mann'ın yeni filmi" cümlesi; yönetmenin en azından bir filmini izlemiş herkesi heyecanlandırmaya yeterli bir tanıtım. Üzerine Johnny Depp, sıkılmış da olsak başarılı Christian Bale ve Marion Cotillard'ın adları geçince beklentimiz iyice artmıştı. Ronan Bennett ve Ann Biderman adlı 15-16 yıldır senaristlik yapmalarına rağmen herhangi bir başarı kazanamamış (Biderman'ın 15 yıl önce alınmış bir Emmy'si var ama sonra?) yazar kadrosuna rağmen Mann'ın işi şansa bırakmayacağına da emindik. Film başladığı anda Miami Vice'ta çalışmamış olmasına rağmen bire bir aynı işi ortaya çıkaran Dante Spinotti'nin görüntü yönetimine hayret ediyoruz. Dijital aktüel kamera o filmde nasıl işliyorsa, bu dönem filminde o kadar çiğ duruyor. Zaten omurgası olmayan, günlük hayat nereye götürürse tarzı ilerleyen senaryo boğazımızı sıktıkça kumlu görüntüler daha da az çekilebilir hale geliyor. Kusursuz mizansenler ve çerçeveler de böylece suya düşmüş oluyor. Mann'ın hayranı olmama rağmen eleştirisini yazarken bile sıkıldığım bu filmden uzak durmanızı ve yönetmeni özlediyseniz son 6 filminden herhangi birini tekrar izlemenizi öneriyorum.

FRINGE

13 Temmuz 2009 Pazartesi

DAY 2 (13.07.2009)

Birinin aramasını beklememek ne kadar güzeldi. Dün.
Dünü beklediğimden çok daha rahat geçirdim. Bu sabah göğsümde bir taş varmış gibi uyanmadım. Görür müyüm, arar mıyım diye dertlenmedim. En son dört gün önce yatmadan mesaj atmıştım. Ona cevap vermeyip dün “nasılsın” diye aradı. Konuşacak bir şeyimiz olmadığını görünce bir dakika elli sekiz saniye sürdü. Kendimi iyi hissetmiştim. Dün geceyi de kısmen onsuz rüyalarla atlatmıştım. Bu hafta elimde büyüyen kitapları bitirecek, senaryolarıma odaklanacak ve daha pozitif olacaktım. Sabah msn’de online görmeme rağmen kendim online olmadım ve hemen çıktım. Ona bir şey söylemek umurumda değildi çünkü. Önemli olanın gidip paket almamak değil, cebindeki paketten sigara içmemek olduğunu fark edip facebook hesabımın buzlarını çözdürdüm. Kasmayınca daha da rahatladım. Ta ki öğleden sonra çat kapı gelene dek. Benimle biraz oturmak istemişmiş. Peh! İçeri girer girmez “ben aramıyorum diye sen de vazgeçtin sandım bugün msn’de de yoktun ama meğer bilgisayarın yanında değilmiş” dedi. Allah kahretsin! Bilgisayarım önümde olsa da yazmayacaktım ki sana… Neyse. Oturdu da oturdu. Ben ne kızmış gibi mesafeliydim ne de bitirmiş gibi. Yapmacık olmayan bir uzaklıktaydım. Sigara içmesine izin vermedim. Yüzümün asıklığını kendine bağlamama yönelik sorularına başka problemlerimi anlatarak karşı durdum. “seni beklerler, işin vardır” laflarıyla kalkıp gitmesini sağlamaya çalıştım. O ise inadına gelecek hafta ile ilgili planlar yaptı. Bana gelecekmiş, akşamları otururmuşuz, birlikte şu bir türlü tamamlayamadığım senaryomu yarışmaya yetiştirirmişiz, kendi işi olursa bile mutlaka ben ona gitmeliymişim… Hiçbirine evet demedim. Ama farklı olarak suçlamadım da. Neden görüşmüyoruz, neden aramıyorsun diye sormadım bir kez bile. Arama fırsatı olduğu bir anda aramadığından bahsedip beni alevlendirmeye çalışmasına bile buz gibi durdum, kızmadım. İşin en güzel yanı da gerçekten öyle hissediyordum. Umurumda değildi. Nasıl ki kalkıp gitti, ben çökmeye başladım. Önce yeni görmüş, ellerimin arasından kayıp gitmiş olmasının verdiği bir anlık duygudur dedim ama saatler geçse de kendime gelemedim. Kendime gelemediğim gibi daha da kötüye gidiyorum ve bu yazı yazılası oldu. O bana kaçan kovalanır yaptı, ben ona göz görmese gönül katlanır.
Günlerdir buraya da yazmak istediğim bir facebook-bazlı-arkadaş cümlesi: Senin beş para etmez kuralların varsa benim inandığım ölümsüz masallarım var…

12 Temmuz 2009 Pazar

DAY 1 (12.07.2009)

Hıncal Uluç “benim vaktim altın, benim vaktim pırlanta ne işim var internette” tadında bir yazı yazmış. İnternetin ne kadar büyüleyici bir şey olduğundan habersiz bir dinozor için edilebilir bir laf ancak bana başka şeyler çağrıştırdığı için minnettarım. Az önce facebook hesabımı dondurdum. Belki bugün uyumadan dayanamayıp tekrar açacağım ancak kapalı olduğu saatler bile yanıma kardır. Kim ne paylaşmış, sevdiğim merak ettiğim insanlar ne yazmış, en son ne zaman internete girmişsin ki demek ki evdesin tarzı casusluklara ayırdığım vakit insanlık dışı. Mesela 31 Temmuz son tarihli kısa film senaryo yarışması için aklıma gelen kendimce “dâhiyane” fikri hakkıyla uygulayamadığım için bir türlü gönderemiyorum. Çünkü ölümüne tembelim. Çünkü aklım fikrim sende.
Seninle ilgili; bir saniye “istemeyi” bırakıp mantıklı olarak düşündüğümde karşıma çok net bir tablo çıkıyor artık. Herhangi bir soru işareti içermeyen, bütün değişkenleri belli bir sonuç. Seni elde ettim. İstediğim gibi değil, istediğim gibi olması da mümkün değil. İkimiz çok iyi dost olduk. Senin en çok güvendiğin, en çok şey paylaştığın, uğruna yapamayacağın çok az şey olan maddi manevi destekleyeceğin en özel ve bir numaralı insanım artık. Bunun için pasif olarak altı, aktif olarak iki buçuk ay uğraştım ve başardım. Fakat bana âşık olmanı, benim için yanmanı istediğimden bir türlü mutlu etmedi bu beni. Acaba başarabilir miyim soruma verdiğin aptalca bilinçsiz cevaplar yüzünden kafam karıştı ve olmayacağını anlayamadığım bir duaya âmin dedim. Bu süreçte kendi hayatımı bir köşeye atıp sadece bu yola baş koydum. Buna kılıflar uydurdum, olmadığım biri gibi davrandım, hiç yapmadığım şeyler yapıp hiç gitmedim yerlere gittim. Aklıma yatırdım, yeni bir ben ilan ettim. Ama bu sabah yaşadığım aydınlanma bana daha fazla yapılabilecek bir şey kalmadığını gösterdi. Ya seni kaçırıp sıkılana kadar zorla yanımda tutacak ve bazı gizemli şeyleri yaşamak uğruna dostluğumuzu ve itibarımı yok edeceğim, ya da let it go. İşte bu nokta; yas tutma ve acı çekme noktası. Bu sürecin facebook hesabımı kapatmaktan kontrolsüz seks yapmaya kadar farklı tezahürleri olacak. Ikına ıkına, ağlaya ağlaya, düşe kalka bunu da aşağacağım elbet. Dostluğuna ihtiyacım olduğuna kendimi inandırıp seni tamamen silmeyeceğim de üstelik.
Zor olacak, pek zor.

ek (21.50) senden vazgeçmeye karar verdiğim ilk gün, ilk "nasılsın diye aradım" aramasını yaparak sınırları zorlasan da; i'm doing well so far.

10 Temmuz 2009 Cuma

İLK GENELEV DENEYİMİM (10.07.2009)

Başlığın bile yeterince şok edici olduğunun farkındayım. Günlerdir arabesk soslu aşk nidalarımı okumaktan sıkılmışsınızdır belki düşüncesiyle; sadece “evde oturup ağıt yakan bir âşık” olmadığım ile ilgili ipuçları içeren bir yazı yazmaya karar verdim.
Dün 21.30 sularında “aşağı in, seni almaya geliyoruz” gibi bir cümleden başka konuşma içermeyen bir telefon görüşmesi yapıp, apar topar giyindim. Farları yanmayan aracımız yaklaşıp kapısı açıldı. İçeride Aga, Dana ve ex-Fagg kod adlı şahıslar vardı. Evin önünden uzaklaşınca lambalar yandı ve son sürat yola koyulduk. Yolculuğun ilk yarım saati boyunca nereye gittiğimiz konusunda bir türlü aydınlatılmadım. İlk tekel bayiden birer bira alındığı anda ise gecenin uzun olacağını anladım. Bu üç adamın asıl planı ise her zaman gittiğimiz yeri transit geçince anlaşıldı. Gecenin bu vaktinde iki yüz kilometreden fazla yol yapmaya yeltenme sebepleri; geneleve gitmekti. Benim gibi hayatı boyunca önünden bile geçmemiş birinin yapabildiği tek şey ise ısrarlara teslim olmak oldu.
2,5 TL otopark ücretine kızan üçlümüz birkaç saniye içinde tekrar havaya girip içlerindeki hayvanı bahçeye saldılar. Dişi sineğe bile laf atmayı görev bile erkek beyninin süper-ego’dan arınıp serbest kalması nasılmış onu gördüm.
İçeri girmek üzereyken kafamda bin bir imaj belirdi. Erdal Kınacı’nın Yol Üstü Kerhaneleri adlı çalışmasını keşfedeli çok da olmamıştı. Midem kalkıp indi. Gittiğimizde ise gülmekten başka bir şey yapamayacağımı anladığım bir mekânla karşılaştım. Kafamdaki yaşlı kıllı göbekli bıyıklı kıro tiplerin aksine yüzde doksanı üniversite çağlarında çoğu iyi giyimli düzgün Türkçe konuşan orta sınıf erkeklerle dolu bir alışveriş merkezi konsepti ile karşılaştım. İki katlı iki ayrı binada sergilenen dört adet vitrin vardı. Her birinde farklı bir müzik çalıyordu. 50 Cent, Gülben Ergen, oyun havaları ve az popüler pop şarkıcılarından seçmeler. Her vitrin(oda) ayrı renklerde kitsch dekorasyonlara sahipti. Ucuz düğün salonu kılıfı geçirilse de plastik olduğu su götürmez sandalyelerde ve bir kısmı ayakta kadınlar vardı. Bazıları dans yeteneklerini sergiliyor bazıları sigara yiyordu. Her vitrinin önünde yirmi otuz delikanlı da onları izliyordu. Normal hayatta çoğu kızın hayır diyemeyeceği, birbirlerini dürtüp parmakla göstereceği erkeklerin burada ne işi olduğunu anlamak için uzun tahlillere girmemeye ve daha fazla veri toplamaya odaklandım. O sırada Dana kod adlı arkadaşım(?) âdeti olduğu üzere birine takılma ihtiyacı duydu ve içeriden yeni çıkmış bir zafer sarhoşu ile konuşmaya başladı.
Dana: Nasıldı iyi miydi?
8/10: İyiydi ya fena değildi.
Dana: Nerden geldin sen?
8/10: Avrupa’dan geldim.
Dana: Ne işin var oğlum burada?
8/10: Valla yoldan geçerken bir uğrayalım dedik.
Ben kaldım tabi. Bir süre sonra bizim ex-Fagg yeni müşteri edinmiş birinde karar kıldı. Hanımefendi uzun süredir vitrinde olmasına rağmen bizimkinin ilgisini çekememişti ama müşteri bulduğu anda kıymete bindi. Bu da evli kadınların cazibesi, sevgilisi olan birinin borsadaki değerinin yüksek seyretmesi konularının evrimle nerden geldiğinin canlı kanıtı gibiydi benim için. Bir an köşede Discovery yazıyor mu diye baktım. Ex-Fagg’in el işaretini gören bir başka er ise gözlerini ayırıp bizimkinin yanına yaklaştı.
2/10: Kardeş sen de mi onu bekliyorsun?
Ex-Fagg: Evet. Sen de mi?
2/10: Ben hep ona giriyorum ama.
Ex-Fagg: ?
Dumur! Yüzünde peçe olan ve aralarında reklamcılık okuduğunu düşündüğüm tek esmer ise herkesin gözdesiydi. Yürüyen şırıngalar birbirini dürtüp onu gösteriyor ve “ona girsene, ona girsene” diyorlardı. Bu kadını çekici yapan elbette yüzüne yanlış bağladığı peçesiydi. Bu onu gizemli yapıyor ve arzı artırıyordu.(bkz.Lost) Ama en az da onun müşterisi vardı çünkü herkesin birbirine önerdiği bu ürün ayrı ayrı her birinin de gözünü korkutuyordu. Her horoz kendi çöplüğünde rahat hareket eder ve bilmediği yerde savunmasız kalmamak için oraya gitmez!
Bu işin piyasası ile ilgili merakı olan arkadaşlarımı da aydınlatayım. Vitrindeki profesyonel arkadaşlardan gözünü ayırabilenlerin rahatça görebileceği gibi arkada, önünde laptop olan bir arkadaş oturuyor. Fahri DJ, profesyonel kasiyer-veznedar olan sıkılmış adama 30 TL. verip pazarlık için içeri giriyorsunuz. Odada hanım arkadaşınızla yalnız kaldığınızda 40-50 TL arası bir fiyat konuşup bahşiş de bırakıyormuşsunuz. Fiyatın serbest piyasa şartlarına uygunluğunun resmi açıklamasını ise vitrinin camında görmüş olmalısınız. Eğer anlaşamazsanız çıkıp 30 TL’nizi de geri alıyorsunuz. Pazarlığı üç dakika kadar uzatma yeteneğiniz varsa çıkınca arkadaşlarınıza “hizmeti aldığınızı” da iletebilirsiniz zira Türk erkeklerinin ortalama içerde kalma süresi bu. Yarım saatlik 80 TL ve bir saatlik 100 TL paketler de mevcutmuş ama üçüncü dakikadan sonra içeri çay kahve servisi eşliğinde sohbet edildiği deneyimleri göz önünde bulundurulduğu için artık pek tercih edilmiyormuş. Dana ve ex-Fagg ortak zevkleri olduğunu kanıtlayıp neon ışıklar altında bilinmeze yol aldığında Aga ve ben arabaya geçip; aile, dostluk ve aşk muhabbetlerine daldık. İşlenmiş biralar sistemimizi terk etmek istediğinde bedelinin 2 TL olduğunu duyunca biranın ne kadar ucuz olduğunu düşündük.
Sansürle bu kadar oldu. Fazlası için arayın.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

BİR BİLSEYDİN

-son birşey söyle de gideyim .
-ne gibi?
-içinden ne gelirse. hiç söylemediğin birşey söyle mesela bana.
-bilmem.. hadi git .
-ben söyleyeyim ve gideyim. bir daha dizine yatacağım zaman gelsin diye yaşıyorum.
-sen adam olmazsın.

7 Temmuz 2009 Salı

AYŞE ARMAN’IN DENİZ SEKİ RÖPORTAJI (07.07.2009)

Özlediğimi söylememe ve günlerdir görüşmememize rağmen bir iş için rastlaştığımızda, nasılsın bile demeden işini halledip gidişin gözyaşıma bahane oldu. Tam koyverecekken geri döndün. Sebebi şüphesiz beni birkaç dakika daha görmek değildi ama sen olabilecek en kırıcı bahane ile göründün. Günlerdir sözlerimin ve yazımın anlatamadığını ister istemez gözlerimden okudun. Neşeli görünmeye çalışıyordum oysa. Yüzüme bakıp "ne oldu" dediğinde hüngür hüngür ağlamak isterken geyik yapıp gülmek zorundaydım sen bana biraz daha kızma diye ama beceremedim. Kapatalım dedim. Sen öyle birisin, ben böyle. Bu değişmez. O zaman daha fazla kırılmanın anlamı yok. Ben kabulleneceğim bir kez daha yenilgiyi ve çekip gideceğim zamanı gelince. Beklediğim trenin dumanı bir görünüp bir kaybolsa da raylar evimin üzerinden geçiyor. Bu da değişmez. Geceler kara tren olmadan Nazan’ın dediği gibi, biraz daha tadına varmak istiyordum sadece. Sonsuza dek tek olmasına hükmedilen bir cezalı olarak içerideki zamanımı Deniz Seki gibi yerleri paspaslamaktan biraz daha fazlasını yaparak geçirmiş olma arzusuydu benimki. İzin vermedin.

5 Temmuz 2009 Pazar

NİLÜFER – UNUTMADIM (05.07.2009)

Bugün en sevdiğim dostlarımdan birini aradım. Korkuyla açtı telefonu, suç işlemiş gibi. Ne oldu dedim. Kızarsın dedi. O anda içimden bir his çok kötü bir şey duyacağımı, dünyanın başıma yıkılacağını söyledi. Tek bir şey geçiyordu aklımdan, o olmuş olmalıydı. Hadi dedim sinirle, söyle. İlk aşkın aradı dedi bugün beni, evine davet etti. İçimde kocaman bir rahatlama belirdi. Çünkü son aşkım onu arayıp davet etti diye düşünüyordum. Evet, bu korkunç bir şeydi belki ama o an için değil. O an için müjdeli haberdi. Düşündüğüm gibi olmadığının müjdesi. “Git” dedim bende. Şaşırdı. Sonuçta sadece yatmak için çağırmıştı dostumu. Tam 22 aydır görmediğim ve 9 aydır sesini duymadığım “ilk, en uzun süre ve en çok sevdiğim insan” en iyi dostlarımdan biriyle yatmak istiyordu. Böylesi ancak benim başıma gelir zaten dedim. Tam 10 yıldır birilerine âşık oluyorum. Ve yaklaşık 12 yıldır birileri bana. Bana âşık olanlardan bazıları ile denesem de; çoğu looser’dı gözümde. Ben hep kendi istediğim anların peşinde koştum. Bazılarını yaşadım da. Bazen karşı tarafın nedenini asla bilemeyeceği bir el ele tutuşma, bazen asla gerçekleşmeyeceğini bile bile çocuklarımıza isim seçme dakikaları. Her birinden mutlu oldum. Hiçbirini unutmadım. Her birinin birer anı olması dışında benim diğer yalnızlardan farkım; bu anların her birinin “geçici ve çok kısa süreli” olduğunu baştan biliyor olmamdı. Hep imkânsızı istedim. Bu isteği bazen doğrudan ilettim bazen bin bir kılıfa soktum. Yaşadığım mutlu saniyeler yaşamaya devam etmemi sağladı. Şimdilerde yine bir imkânsızın etrafındayım. Beni sevmeyen, sevmeyecek, aramayan, sormayan, özlemeyen, görme çabası olmayan biri. Görünce yüzüme gülen, ortak arkadaşlarımız aracılığı ile bir araya geldiğimiz, ona olan aşkımı bilen, bunu takdir eden, benim çok kıymetli hatta zirvede olduğumu söyleyen ama arkasını dönünce umursadığına dair en ufak bir belirti göstermeyen, yaptıklarıyla tutarsız, söyledikleriyle aklımı başımdan alan, bazen çok zeki bazen aptala yatan, deli gibi sevdiğim ama son tahlilde onun için ne derse desin handiyse hiçbir şey ifade etmediğimi bildiğim biri için yanıp tutuşuyorum.

OKUYANLARA! (05.07.2009)

Beş gün önce bir arkadaşımın yardımı ile google analytics kullanmayı öğrendim ve bu blogu suya yazmadığımı, birilerinin okuduğunu fark ettim. İnanın çok şaşırdım. Beş günde sekiz ilden; İstanbul, İzmir, Gebze, Antalya, Adana, Sivas, Samsun ve Konya’dan okuyanlar olmuş. Toplamda 40 ayrı kişi 198 kez girmiş. Yüzde 7.50 oranında hemen çıkma var yani onlar bir şey okumamış (thanks god!). Hal böyle olunca biraz utandım. Kâğıtlara yazıp yığın yapmak yerine buraya yazmaya başlamıştım içimdeki pislikleri ama bir farkı olduğunu gördüm bu akşam. O kâğıtları kimse okumuyordu! Kim bilir hakkımda neler düşünmüşsünüzdür. Bu beni biraz daha sansüre itti. Biraz da sorumlu hissettirdi anlattıklarımdan dolayı. Beni merak eden birkaç insan varmış dedim, bana sormak yerine buraya bakanları kastediyorum… Ve onları ne zamana kadar bunalım yazılarımla sıkacağım? Sonra da dedim ki; bırak Serkan kendini. Ne zaman tuttun ki çeneni zaten, geldiyse lafın. Biraz daha kapatırsın üstünü ama yine senin olur anlattıkların. Sonuçta elini tuttuğun kişiler bile neden tuttuğunu anlayamıyor senin her şeyi bulanıklaştıran dilin yüzünden. Bu senin kaderin. Muggle dünyasının half-blood prince’i olmayı sen seçmedin.

3 Temmuz 2009 Cuma

MÜZİK ELEŞTİRİSİ (03.07.2009)

Bu yaz sevdiğiniz sevmediğiniz herkesin yeni birer albüm çıkardığını fark etmişsinizdir. Ortalama beş bin albüm satılan bir piyasada bu kadar yeni albüm olması düşündürücü.
Alfabetik sırayla gidip Ajda Pekkan’ın Resim’inden başlayalım. Standart bir Serdar Ortaç parçası olan Resim; ilk dinlendiği anda kavrayan ancak kendi içerisinde bile bütünlüğü olmayan ve kalıcı olması imkânsız bir yaz şarkısı. Sizi harekete geçirebilir ancak Ajda’nın hatırına beş gün değil de en fazla bir haftalığına.
Akın’ı hatırlar mısınız bilmem. Bu istediğini yapma özgürlüğüne sahip zengin çocuğu için müzik sadece bir boş durmama meselesi. 90’lı yıllarda pop müziğe olan iştahımızı kullanıp adını öğretmiş olması ne yazık ki yeni albümünü kurtarmaya yetmiyor. Üstelik onda da bir Serdar Ortaç şarkısı var.
Atilla Taş ise bize yeni bir Kırmızılım ya da Ham Çökelek veriyor. Bu kadar eski bir yapıyı, bu kadar rahatsız edici bir ses ile yeniden dinlemek isterseniz buyurun.
Bendeniz bu kez kemik kitlesini bile memnun edememişe benziyor. Keşke birkaç Bendeniz damarı koysaydı da insanlar en azından “Bendeniz yeni kaset çıkarmış” diyecek kadar ilgilenselerdi.
Fatih Ürek üçüncü kez aynı formülü uyguluyor. Dur durak bilmez bir altyapı, oynatan ritimler ve çocukların bile söyleyebilmesi için “söz”den çok “ses” kullanımı ile bu yaz da dinlenecek iki şarkı çıkartabilmiş. “Hadi Hadi” kitlesinin yüzde 60’ı belki ilgilenir ama bence bu son atışı.
Fettah Can başkalarına verdiği tutan sözlerin gazıyla korkunç sesini unutup kendine single yapmış. Yeni bar şarkıcısı albümüyle hediye verilseydi belki ellerinde kalmazdı.
Göksel müthiş gittiği orijinal albüm serisine bayat bir nostalji albümü ile ara veriyor. “Baksana Talihe” dinlenmeye doyulmasa da eskiye karınınız tok ise benim gibi, geçiniz.
Hadise’nin yeni albümü ile ilgili bir şey yazamıyorum çünkü çıkış şarkısındaki kötü Türkçe ile hecelemeyi öğrenen Erasmus öğrencisi okuması beni mahvetti.
Halil Koçak yanına Ajda’yı da alarak Yeditepe Üniversitesi’nin yurdundan bütün Türkiye’ye adını duyurmaya çalıştı ama parçalar her ne kadar belli bir düzeyin üzerinde de olsa karizma ya da olay eksikliğinden midir nedir olmadı.
Hande Yener koca bir albüm yerine “Hayrola” ve “Arsız” diye iki şarkı yapmış gibi davranın. Sadece onları dinleyin, böylece “ah Hande ah” demezsiniz.
Işın Karaca camları çerçeveleri indirmeye gelmiş, Sezen Aksu içermeyen, kendi eski albümlerinin çakması bir şey yapmış.
Kenan Doğulu “ye beni dolce” diye havaya soktuğu Türk pop müziğine bir numara büyük albümünde biraz daha seçici ve konsantre olsa, bazı şarkıları ve bazı sözleri dışarıda bıraksaymış keşke. Sanırım ona iyi bir kurgucu lazım.
Lerzan Mutlu bir kez de olsa dinlenebilecek bir albüm yapmış sonunda. Tebrik ediyorum. Ama unutmayın, bir kez.
Mine, Hande Yener çakması laflarına çok kızıyormuş. Keşke çakacak kadar olabilseymiş.
Nalan’ın albümü biraz eskidi bile artık ama kadının bütün gıcıklığına rağmen bazı anları keyifli bir albüm.
Nilüfer öyle bir şarkı yapmış ki “Unutmadım” diye, Kayahan bile kıskanır. Mete Özgencil destekli albüm zamanla bir yere oturacaktır ama bu kalabalıkta sesi ne kadar çıkar bilmem.
Petek Dinçöz; bir Sezen Aksu şakası olan albümüyle bizi bizden aldı. Yeter artık şu kızla kafa bulmayın.
Salim, Okan Bayülgen desteği ile sesini duyurmuş ve bazı Recep İvediklerin zil sesi olmayı başarsa da İsmail YK’nın popülaritesine yaklaşamaz.
Sertab Erener güzel bir A2 şarkısı yapmış. Sözleri kartonete yazmış, klipte ekrandan geçirmiş gözümüze sokuyor ama A1 yoksa başarı yoktur. Painted On Water’ını henüz dinlemedim ama Demir Demirkan varsa ben yokum zaten.
Sezen Aksu ise bir kez daha başkalarına verdiği şarkıları nasıl okuyamadığını göstermiş. Albümleri toplatıp Kibir ve Çakkıdı’yı silmeli, edindiği bütün serveti bu şarkıları bu kadar kötü söylediğini unutturma yolunda harcamalı. Sezen Aksu artık sadece şarkının düzenlemesi kadar iyi.
Sibel Can bir gün alışverişe çıkmış. Gördüğü her ünlüden bir şarkı almış. Fotoğraf bile çektirmeden de alışveriş sepetini önümüze atmış. Tarkan eğer kendine de böyle şarkılar yapıyorsa sakın karşımıza çıkmasın. Serdar Ortaç yine beş gün dinlenir. Gerisi hikaye.
Teoman kendini tekrar etmiş, tekrar.
Yalın Speed Racer imajına yanaklarını eklemiş ve çocuk şarkıları söylemiş.
Yıldız Tilbe bitmiş, okeye dönüyor.

Bu blog neden var sorusuna Mehmet Ergüven'den alıntı bir cevap

sanatçı; paylaşma(dillendirme) cesaretini gösterdiği laflarıyla mutluluğa kement atıp, yaşamı olumlar. istisnai olanı yalnızca sanatçının tekeline bırakmak ise lüks şöyle dursun, kimsenin çarçur edemeyeceği bir haktır esasen.

1 Temmuz 2009 Çarşamba

KURUMUŞ ÖLÜYORKEN (01.07.2009)

Nasıl çaresizim sen gözümün önünde eriyip giderken. Ve ben ne düşen damlaları bir arada tutabiliyorum ne de buharlaşan kısımları. En fazla on sekiz yaşındayken bir şov programında beynime kazınan osuruğa gülenin osuruk kadar aklı yoktur fikrine bile Recep İvedik’im şu anda. İyi ki arabamda FD “yağmuru sapladın içime, tam kurumuş ölüyorken” derken anlamlı gelebiliyor hala. Yağmuru saplamıştın gerçekten içime. Tam kurumuş, ölüyorken. Şimdi hücre duvarlarımı bile zorluyorsun mitokondriyal matriksimi sıkıp toprağa akıtmak için.
Bütün vücudum zangır zangır titriyor yakınındayken. Sarılmak için ayağımı kırmayı bile planlıyorum arabaya kadar koluma girersin ümidiyle. Yıldız Tilbe şarkılarındaki kadar kalitesiz arabesk sözler ettiğimin farkındayım içimden. “Ben bir karar verdim seni göreceğim aşkımı söyleyip seni seveceğim adını diyeceğim terini sileceğim saçını keseceğim sefamı süreceğim” bunların sonuncusuydu mesela. Farkım yok. Her ne kadar kaltak gibi davranmaya çalışsam da adam olmaz bir ihtiyaç sahibiyim. “Diyeceğim ki sana güçlü bir zayıflığım var” sözlerini nasıl aynı kadın yazabiliyorsa aynı şarkının içinde; benim kıçımın elit tarafından fışkıran kıllar da böyle bozuyor işte hayat standardımı tam tersi bir örnekle.
Türkçeyi unutmak istiyorum sana susmak için. İlk uçakla Amerika’ya göndermeli miyim gerçekten seni? Bunlar nasıl fikirler, nasıl uçuşmalar.
Gece gündüz seni anlattığım insanlara tek kelime etmiyorum bir haftadır, sana da. Sana seni anlatmaktan veya hayranlığımı dile getirmekten vazgeçtim. Nasıl olsa hafızan kötü diye güveniyorum belki de eskiden güvenemediğim duygusal bağlantılı ilişkilerimize. Bir bir biter diyorsun sen de kurulan ortaklıklar. Ne kalır geriye.
Gönlümü almaya çalışışın çok tatlıydı aslında dün gece. Boynuna sarılıp ağlamak istedim o anda. Amatörlüğüne birkaç damla gözyaşı akıtmam gerekliydi, o kadar saftı o kadar bana geçirilmesi gereken bir duyguydu ki. Sesimiz kısıktı, etraftakiler duymayacakmış yalanına inanıyorduk belli ki aramızda otuz santimetre olsa da. Dinlemeseler keşke diyordum ben içimden. Seni alıp kaçsam, neresi olursa. Baksam sana en alıştığından. Yılda bir kez iki bardak yıkayıp sevgini göstersen sen de. Ya da yumuşatmak istediğin bir kırgın anımda kahve yapsan\kahve yaptığım tek insansın gibi buhar banyolarına soksan yaşlanan cildimi yumuşatmak için.
Ne benim ihtiyacım biter sana, ne senin beni her gün döven sözlerin. Buraya yazar yazar bırakırım boşluğa. “Ölsem” diyor içimdeki Cengiz Kurtoğlu. Acındırma kendini diyor plazalardan okuyan arkadaşlarım. Sen nasıl olsa duymayacaksın beni, ne önemi var varoş beynimi suçlasalar. Kimseyi kalitemle mutlu edemeyeceğim artık.
Karanlıkta bir ışık gördü diye nereye kaçacağını şaşıran, arabanın önünde zıplayıp duran ama bir türlü ezmediğin, yardımcı da olmadığın tarla faresiyim.
Ne kurtarır bugünümü biliyor musun? Gülümsemen. Susmamız. Yanında olmak. Başka kimsesiz.

HOSTEL PART ONE (01.07.2009)

Bir tutkunun öldürülüşüne tanık oldum bu gece. Karşımızda Eli Roth’un şiddet pornosu Hostel’ı vardı. İlk defa bitmesin istedim bu filmi izlerken. İlk izleyişimde Kahramanmaraş’ta sevdiğimi düşündüğüm bir arkadaşımla sinemadaydım. Nasıl olsa çok film gelmeyen bu şehirde biraz da sansasyonel oluşunun etkisiyle koşa koşa gittiğimiz bir gösteriydi. Cabin Fever sadece son sahnesiyle de olsa ağzımızda tat da bırakmıştı. Ama Eli, yeni filmiyle bizi fena baymıştı doğrusu. İkinci bölümüne ancak evde defalarca ara vererek dayanabildiğim bu her anlamıyla işkence; bu gece karşıma ikinci kez çıkıp; güzel bileklerin arkasından yeniden göz kırptı. Filmin bitişi ile seyir zevkim sona erecek, üstelik cinsel hazzın ikinci doyum bekleyen uzvu olan eller-im bu gece de hareket edecek yer bulamayacaktı. En iyisi bakmak yakmak ve biraz daha bakmaktı. (Bu cümlede –yakmak- ateşin tetiklediği bir dizi kimyasal ve fiziksel olayı işaret eden gerçek anlamıyla kullanılmıştır.) Bir ön kola âşık olmak ile birkaç parmağa tapmak arasında gidip gelen beynim sonsuza dek dondurabileceği üç boyutlu bir imaj elde etmek istercesine odaklanmış ve çalışkandı. Ama gözümü kırptığım çeyrek saniyelerde bile bir daha asla göremeyeceğim korkusu bütün vücuduma yayılıyordu, bu et ve kemikten yapılma aşağı yukarı herkeste olan uzuvları. Asla dokunamayacak, öpemeyecek, yalayamayacak, tutup kalbimin üzerine bastıramayacak olmanın verdiği karamsarlığın gözlerime yolladığı “bir an bile karanlığa girip çıkma” uyarısı; kuruyan gözlerimde batma yanma ve gidip arabadan gözlüğümü alma ihtiyacına kadar götürdü. O ellerin en ağır işlerde çalışması ya da bağırsak problemleri yoksa günde en azından bir kez dışkı temizlemek için kullanılması –aynı vücuda ait bile olsa- insanlık suçu sayılmalı diye düşündüm karşımda zevk için Slovakya’da adam doğrar gibi yapan yeteneksiz aktörleri izler gibi yaparken.

(devam edecek)

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...