Bir Türk yapımı daha, ensesinden
gördüğümüz erkek karakterin başını çevirip arkaya bakma sahnesini içeriyor. Hem
de en baştan. Söz konusu filmin ismi “Meryem”. 50. Altın Portakal Film
Festivali’nden beş ödülle döndü. 300’den fazla reklam yönetmiş ve bu birikimi
sinemaya taşımaya karar vermiş 49 yaşındaki Atalay Taşdiken’in yeni uzun
metrajı “Meryem”. Bu yazıyı ne Zahit Atam nefretiyle, ne de eleştirmen
etiketiyle yazıyorum. Filmin karşısına geçip 100 dakikasını veren sıradan bir
izleyiciyim.
NBC dememek için kendimi zor tutuyorum
ama malum geriye kafayı çevirip bakan erkek sahnesinin ardından akıllara zarar,
özenti bir rüya sahnesi geliyor. Ardından yaşlı/huysuz bir kadının uyandırma
gürültüsü. İsmi elbette "Sarıkız" olan bir ineğin masum/mazlum (zulmedilen,
sessiz, uysal, boynu bükük)/dünya iyisi/altın kalpli/cennetten çıkma ana
karakterimiz Meryem tarafından sevildiğini öğrenmemiz. Parkinson hastasından
beter el titremesi göstererek "heyecan" duygusunu izleyiciye
geçirebileceğini hesaplayan(!) bir yönetmen. Seyirciyi ısıtmak adına yakamoza
karşı "Ah Yalan Dünya". Feci rol kesen İsmail Hacıoğlu. Kaşı-sakalı
eşit beyazlatılmış, tiyatro makyajlı Mustafa Uzunyılmaz görüntüsü. Meryem'in o
yaşta, o cahillikle onbaşı-çavuş rütbelerini ayırt edebilmesine inanmamız
bekleniyor. Sarıkız'ın ardından Meryem’in zihinsel engelli Celil ile de iyi
iletişim kurduğu gösterilip daha da melekleştirme çabasına giriliyor. Filmin
öyküsüne tamamen zıt cilalı doğa görüntüleri. (Bilinçli olabilir ama bana doğru
gelmedi.) O bayılma sahnesi ne öyle? Murat karakteri için “Amerikalılar Irak
sonrası post-travmatik stres bozukluğunun suyunu çıkardı ama biz de kullanalım,
ne olacak” kafası. Bir türkü daha girsin, seyirci sever. Çocuğu olan kızla
çocuksuz gelin arasındaki farkın iyice altını çiz, kör parmağım gözüne
seviyesinden aşağısı olmaz ama. Dakikalar geçerken kayınbabanın monoloğu, sütçü
fıkrası, konudan tamamen bağımsız-mahalle dizisi menşeli küçük esnaf bunalımları,
görümce karikatürü... Bitmiyor amatör senaryonun zayıflıkları, bitmiyor. Hiç mi
film izlemiyor bu insanlar? Hiç mi eleştirmenleri takip etmiyor? Neyin doğru
neyin yanlış olduğunu tartmıyor? Hem yapanlar, hem alkışlayanlar! Ödül
verirseniz bu adama, bir sonraki işi daha da yalapşap olur. Neden üzsün ki
kendini!
En gerçek karakter kaynana, o da klişe
cümlelerin kurbanı. Bütün karakterler gerçek hayatta birer karşılığa sahip ama
perdede gerçek durmaları sağlanamamış. İsmail Hacıoğlu'na bakıyorsun, vay be
cuk oturmuş diyorsun. Bir konuşmaya başlıyor, yaptığı oyunculuk değil sanki taklit
yeteneğini konuşturuyor. Hacıoğlu ne yapsın, oyuncu yönetimi diye bir şey yok
ki. “Hadi şimdi kameranın tam önünde el ele tutuşup dümdüz koşun, sokağın
sonundan sağa dönün.” şeklinde konuşan bir adam var sanırım sette. Başka türlü
o sahnelerin çiğliği açıklanamaz.
Her neyse. İçim şişti bu filmleri
anlamaya çalışmaktan, iyi yönlerini görmeyi denemekten. “Saç”ı izlerken bu
kadar mı kolaycılık olur diyorsun, “Güzelliğin On Par’ Etmez”e geçince
amatörlüğe şaşıp Fatih Akın’ı düşünmeye başlıyorsun, karşına “Meryem” çıkıyor! “Güzelliğin…”i
affedip “Saç”ın başyapıt olduğunu anlıyorsun. Tabi aklına “Dupa Dealuri”
düşmezse. O zaman ne olacak? Bütçe azsa, onda da az. Teknoloji yetersizse, onda
da yetersiz. Yok, ülke sineması bir iki insan sayesinde ilerliyor. Onlar da
olmasa bitmişiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder