Six Feet Under, ne
zaman sorulsa, hayatımda izlediğim en iyi şeydir derim. En iyi dizi değil, en
iyi film değil, tiyatro, müzikal, fragman, teaser... Hepsinin üzerindedir.
Lise yıllarıma yani
kim olduğumun şekillendiği döneme denk gelir bu dizi. Ne HBO ne de Alan Ball
bildiğimiz zamanlara. CNBC-e denen, sonu Acun olmayacak kitleye seslenen,
ratingleri 0,2 seviyesinde bir kanalda, pazar geceleri 23:00’da yayınlanmaya
başlamıştı. Kim önerdi, nerden denk geldim hatırlamıyorum fakat pilot bölümü (o
zamanki bilgimle ilk bölümü) izledikten sonra hayatımın değişmeye başladığını
hatırlıyorum.
Televizyon ekranı
ile normalde oturduğum kanepenin ucunun arası bir metre yoktu. Yine de ona bir
metre uzakta durmak, o kadar uzak olmak istemezdim. Yakınlaşır, burun buruna
gelene dek kafamı ekrana uzatırdım. Kim bilir belki diğer her şeyle beraber
gözümün bozuk olmasını da ona borçluyumdur.
İkinci sezon
bittiğinde, o dönem benim için çok önemli biri, dizinin Türkiye’de çıkan
orijinal DVD’lerini almıştı. Ben de rica edip kopyalamış, kartonetlerinin fotokopilerini
çekmiş, kendime korsan DVD’ler hazırlamıştım. Uyduruyor olabilirim ama sanki
yüz milyon liraydı bir sezon DVD ve ailemin buna gücünün yetmesi imkansızdı.
O DVD’lerin görüntü
kalitesini kontrol ederken, ezbere bildiğim dizide izlemediğim sahneler
olduğunu fark etmiştim. Yaşadığım hüsranı anlatamam. CNBC-e diziyi
sansürlüyordu ve ikinci sezondan sonrasının DVD’si çıkmadığı için televizyondan
izlemeye devam etmek zorundaydık. Online izlemek, internetten indirmek gibi
seçenekler söz konusu bile değildi. Kuşa dönmüş RTÜK’s Cut versiyonlarıyla
avunmaya devam ettim.
Orijinal süresinin
yanına yaklaşmayan, üstelik altyazısı da ayrıca sansürlü bölümleri görebilmek
için tüm hafta beklerdim. Ertesi gün okula gidip hayatımın aşkını görebilmenin
yolu bu gibiydi.
Yıllarca sakladım ev
yapımı korsan DVD’lerimi. İnternet çok daha kaliteli kopyalarla doldu. Ben
bekledim. Korkuyordum yeniden izlemeye. O dönemdeki kadar mutsuzluğu kaldırmaya
gücüm yoktu. Ama sıkıştırıyordu işte, hiç durmadan. Bittikten on yıl sonra,
2015’in ikinci yarısında artık dayanamaz oldum. Her sabah “bugün” diye
niyetleniyor, her akşam “hadi” diye kendimi zorluyor ancak yapacak gücü
bulamıyordum. Bu sabaha kadar. Kahvaltım bitmeden, koşar adımlarla salona geçip
o korsan DVD’lerin ilkini taktım. Sonra aklıma geldi yiyeceklerimi yanıma
almak. Önce sinemaskop olmayışına şaşırdım. Tabi ya, 2001’de HBO bile kare
şeklinde yayın yapıyordu. Sonra uyduruk menüye takıldı gözüm ve ilk
bölüm başladı. Grenli, düşük çözünürlük görüntü, taptığım Frances Conroy’un
abartılı performansı, ne oluyor dedim kendi kendime.
Dakikalar
ilerledikçe Six Feet Under mükemmelliğinin Aaron Sorkin mükemmelliği olmadığını
anladım. Kafamda kalan kusursuz imaj, kusursuz çerçevelerle ya da diyaloglarla
ilgili değildi. Yapımlara duygusal yaklaşabildiğim zamanlara aitti bu
düşünceler. Duyguların ölçülemediği zamanlara.
Karakterlerden biri,
bir kaş göz ifadesi yaptı sonra. İnanamadım. Hayatımın aşkı karşımda durmuş bana
mimikleriyle bir şey anlatmaya çalışıyordu. Demek buydu esin kaynağı. Hayatımın
aşkı bu dizideki o karakteri kendine rol model seçmiş, onun gibi davranmıştı
yıllarca. Dizideki karakterin olmak istediği kişi, tam da onun olmak istediğini
yıllarca anlattığı kişiydi. İnanamadım.
Kendimi gördüm sonra.
Olduğum kişi oradaydı. Olmak istediğim kişi oradaydı. Annem oradaydı. Aşık
olmak istediğim tip de. Babam oradaydı. Özendiğim bir başka tip de. İnanamadım.
Derken tren rayına
girdi. Alan Ball’un yapmak istediklerinin sinyallerini aldım. Çabasını gördüm.
Zekasını. Korkak yaklaşsa da ilk bölüm olması nedeniyle, yapabileceklerinin kanıtını
gördüm. Heyecanlandırmaya başladı görsel ve işitsel olarak da. Hele son
sahnesiyle. Tamamdı işte. Six Feet Under ilk yayınından on dört sene sonra hala
dimdik ayakta ve karşımdaydı.
Kapattım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder