Charles
bir İngiliz asilzadesiydi. Londra’daki aşırı pahalı evinin mutfağını
yenilemekle geçiriyordu vaktini. Londra. İngiliz. Sterlin. Bitmiyordu mutfak
bir türlü çünkü canı sıkılıyordu Charles’ın ve First Class uçuyordu New York’a.
Şampanyalı hoş geldin paketi masanın üzerinde bekliyordu her gittiğinde o çok
pahalı otele. Ama burada da fazla duramadı, Barselona’daki arkadaşlarını
görmeye niyetlendi ama önce bir günlüğüne Londra’ya dönüp annesiyle alışverişe
çıktı. Heatrow Havalimanı’nı pek severdi. British Airways Executive Lounge’da
muz hep tazeydi. Evet, zenginlik böyle bir şey, siz bilmezsiniz, giriş fiyatı
uçak biletine denk lounge’a girip sadece bir adet muz alarak yanında su içmenin
ne demek olduğunu anlayamazsınız. Siz belki bankanızın promosyonuyla kıytırık
bir lounge’a girebilmiş, sırt çantanıza ne çalsam kardır, gittiğim yerde bir
gün yemeğe para vermem kafasıyla doldurmuşsunuzdur bulduklarınızı, en fazla
odur yani yaşadığınız.
Charles
ridiculously zengin bir ailenin prensi olması dışında elbette zehir gibi
zekiydi. Hiç zorlanmadan doktor olmuş ama ondan da sıkılmıştı. Pilot olmaya
karar verdi sonra, ne de olsa ömrü uçaklarda ve havalimanlarında geçiyordu,
neden olmasındı. Aşırı pahalı bir eğitim programına yazıldı, elbette
İngiltere’de değil daha sakin bir ülkede ve gidip gelmeye başladı canı
istedikçe. Evet, bu yaştan sonra sıkı bir eğitimi çekemez, programı kendine
göre ayarladı, mümkün mertebe gidip geliyor ama işte karnavallar, partiler,
dünyanın dört bir yanındaki arkadaş ziyaretleri onun için çok daha önemli. 37
yaşından sonra pilot olarak kariyer yapmayacak herhalde, daha çok bir deneyim
gözüyle bakıyor bu duruma.
“Eckerö’nun
hayallerini gökyüzü süslemektedir. Uçakları kullanan insanlardan olmak ister, o
olmazsa uçaklarda çay kahve servisi yapan insanlardan olacaktır, o da olmazsa
uçakta oturup bir yerden bir yere giden insanlardan olabilir bu yaz.”
Biliyorsunuz. Eckerö, fiyat sormaya gittiği pilot okulunda Charles ile tanıştı.
Güzelliği dillere destan Eckerö’nun Charles’ın gözünden kaçması zaten
beklenemezdi. İkili hızla arkadaş olur, sevişmiş olur, sözler verilir, Charles
gider. Eckerö koleksiyonuna yeni bir insan katmıştır. Sonra; “Eckerö bir gün
memleketine gitmeye karar verir. Hayır, elbette kalıcı olarak değil fakat yine
de orada olacağı kısacık süre için seyirciye, alkışa, spot ışıklarına,
sevilmeye ihtiyaç duyacağının bilincindedir.” İstemez ile tanışır. İstemez’i
koleksiyonuna katmak için elinden geleni yapmaya başlar. O sırada çok çok uzak
bir galakside “İstemez’in başına hayatta en istemediği şeylerden biri gelir.
Enerjisi düşer, gücünü yitirir, Eckerö’ya olan ufacık ilgisini de kaybeder.
Gurbet’te İstemez’den başka düşünecek pek konusu olmayan (saçları dışında tabi)
Eckerö ise daha da çok istemeye başlar İstemez’i fakat karşılığı yoktur işte.”
İstemez pencere dönemini kaçırır, Charles iyi değerlendirir. İstemez oyun dışı
kalır, Charles koleksiyonun en nadide parçası konumuna yükselir. “Beş ay sonra
İstemez’in en istemediği şey nihayete erer, yeniden özgürlüğüne kavuşur,
yollara düşme vakti gelir.” Eckerö’ya giden yolda bir tuhaflık olduğunu
hissedince sorar, Eckerö da dürüstçe cevap verir: “Charles happened.”
Eckerö
İngilizce bilmemektedir ama Charles için öğrenmeye başlar. Charles’ın duygu ve
düşünceleri ile ilgiliyse yazarımızın bilgisi yoktur, hayal üretmeyi de
sevmemektedir. İstemez tırmanır, Eckerö camı açar, içeri girer, Charles
İngiltere’dedir ama aralarındadır da işte. İstemez birden bire çok istemeye
başlar. İstese de olmaz. “Bizim bir hikayemiz olamaz” der Eckerö ve İstemez
çöplüğüne döner, aşk acısı çeker, aşk acısı çektiğini zanneden İstemez’e “aşk
acısı değil bu” derler ve o da normale döner.
Aşk
acısı dediğimiz çoğu zaman elde edememenin getirdiği hırs değil midir zaten.
(Bitti)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder