Haziranın ilk
haftası, tanıdığım en iyi doğum günü planlamacısının hala ben olduğumu bir daha
ispatla başladı ve binlerce kilometre süren Akdeniz bölgesi turuyla devam etti.
Özellikle Maraş’ta çok acayip bir soruyla karşılaştım ve 89 gün sonra, bu
satırları yazarken cüret sandığım şeyin şaka olduğunu yeni anladım. 11 haziranda
annemin ilaçlarını değiştirdik ve ayın geri kalanında birkaç insana odaklandım.
Biriyle ruhumu doyururken, diğerlerini düzene bindirmeye çabaladım. Hayatımda
ikinci defa oyum işe yaradı. 29 haziranda ilk yarı profesyonel tam çıplak
fotoğraf çekimimi tamamladım.
Temmuz ayının ilk
günleri Kıbrıs’taydım. Deniz, kum, güneş, vejetaryen bireyin açık büfe
bunalımları, onlarca kokteyl, bitmeyen sarhoşluk, annemin mızmızlanmaları,
kumar, hiç tanımadığım bir kadından (Bilen’den) 50TL şans parası ve nasıl bir nemfomanyak
olduğumla yüzleşmenin türlü halleri derken dört gün su gibi geçti.
Binanın altındaki
telefon çekmeyen kapalı otoparkta akümün bittiği gün yetişip yardım eden güzel
adam, yıl boyu bir yabancıdan gördüğüm tek iyiliğin sahibi oldu.
İyi seks için
yüzlerce kilometre gidilebileceğini ve bunun aşkla karıştırılabileceğini ve
seksin kötü olduğu ilk seferde yolun büyüyüp kişinin küçüleceğini öğrendim.
On altı temmuz
akşamı doksan dakika Skype yaptım. Rüyamda görsem inanmayacağım kişilerle Fate
yedim. On sekiz temmuz akşamı yüz yirmi dakika. Estetik takıntısı, diş batması
ve yeni video yayında. Yirmi temmuzda kırk iki dakika. Beyaz yakalı mızmız
Ağaoğlu hanımları. Otuz temmuzda yüz sekiz dakika. Bazı gym crashleri. Otuz bir
temmuzda seksen bir dakika. Beats Studio 3 Wireless Skyline Edition gibi
olağanüstü bir hediye. Yirmi dört temmuzda Punto’da ilk vegan pizza ve ilk kısa
temas. İki gün ip üstünde yürüdüm. Bir ağustosta otuz iki dakika. Levent
Yüksel’i ilk kez canlı dinledim. İki ağustosta elli iki dakika. Telefonumun
ekranı değişti. Üç ağustosta otuz dokuz dakika. Annem yüzünden çok mutsuz ve
sinirli günler geçirdim. Dört ağustosta seksen dokuz dakika. Kendimi tüm
sevdiklerim tarafından terk edilmiş gibi hissettim. Sekiz ağustosta kırk dört
dakika. Bu zor görevde yalnız bırakıldım. Malezya’ya dikiş makinelerimizi
tanıttım. Sonra daha çok, daha uzun, daha gerçek, daha içten dakikalar ve
saatler… (Serkan Ç. Bir Ankara Melankolisi.) Yedi ağustos günü acıktım, benim
gibi acıkan birini bulup Atakule’nin American Diner Pizza Hut hatıralarında
limitsizsiniz pizza yedim. (Barış Bıçakçı’dan Tarihi Kırıntılar) İlk beşini
izlemediğim filmlerin altıncısına, ilk kırk ikisini beğenmediğim insanların
kırk üçüncüsüne gittim. (Sophie’nin Seçimi) Dennamora’dan kaçamadım. Çok
yumuşak tenlerdense Drax. Masama bir tabak daha koydum, kenardan bir sandalye
daha çektim. Manzarama iki göz daha ekledim, rehberime detaylı bir profil.
İkinci bir sağ el, bir tane daha istenmeyen çocuk. Bir kat daha sorumluluk,
kaçmak isterken tutulduğum dolu. Ben boş, o dolu. O yeni, ben eski, ben kaçak,
o bekçi, o hayal, ben gerçekçi, ben sahtekâr, o cezacı, o şeker, ben çok acı,
ben matematik, o edebiyat, o ruh, ben acımazsız gerçek hayat. Ankara’nın şiiri
bana da mı bulaştı? Ankara birden haritadaki eski yerini aldı. Çocukluğumun
yazlarında umudum hiç geri dönmemek, hep orada yaşamaktı. Anneannemin ölümüyle
kaybettiğim Ankara, annemin ölümüyle mi canlanacaktı. Bu satırları kendim için
mi yazıyorum, peçeteyle istek geldiği için mi; emin olamıyorum. Daha önce hiç
başkalarını düşünerek bu bölgede klavye tıklatmadığımı biliyorum sadece. Ama
artık hiçbir şeyden emin olamıyorum. Evdeki demans zekamı sömürmeye devam
ediyor.
Bayramı İstanbul’da
geçirdim ve eskinin “herkesleri” İstanbul’dan giderken, yeniler bura(ya)da
geldi/kaldı. Bir günde beş kişiye takdim, Bebek sahillerinden Kireçburnu
gerçeğine yürüyüş, iki şişe Rose üstüne EspressoLab’in verdiği cesaretle
girilen su basmış oda, vapurdan şehre bir de Bozkır ile bakma, birine zarar
verme güdüsüyle saldırabileceğimi görme, gündüz Mardin akşam İran yemekleri,
altından Zerdüşt’le ödüllendirsen de beni; içimdeki sahtekarın ölmeyişi, sportuvalethavuzsaunahamamX3,
A Rainy Day in İstanbul, Pürtelaş sokakta bir telaş, Mikla’da erken (ama artık
çok geç) kutlama, “bu ekiple son kez Punto”, The Populist’te “kendini popüler
hisset” çabası, kapının önünde bulduğum yavru kediyi eve almam ve her yılkinden
farklı bir gece yarısına yolculuk…
35.yaşımı ne yaptım?
2084 sözcükle anlattım. Gururumdan kayıp giden hafızama güvenmediğim, kendime
âşık olduğum ve unutmayı sevmediğim için mi? Biliyorum. İnsanlar beklediği,
biri daha çok beklediği, hala yapabildiğim için mi? Onu da. Hayallerim olduğunu
düşündüğüm hiçbir şeyi başaramadığım, yapması kolay geldiğinden üstüne gittiğim
önemli/önemsiz vakit harcamalarla dolu bir yaş daha söndü. Yolun yarısı, F.D.
abimizin kendine şarkı yazdığı, erkekliğin gücünün azalması gerektiği, kıvırcık
saçların ellerime sürtündüğü bir sene öldü. Faydaların faydasız, insanların insansız,
hataların cezasız kaldığı. Türkiye’den kurtulup Avrupa’ya taşınmam için verilen
iki açık çeki elimin tersiyle ittiğim bir geri zekalılık çağı. Ölüme
yaklaşırken anın tadını çıkarmaktan başka bir şey yapmadığım. Hala zamanım var
diye düşünüp bahaneler bulup ertelediğim. Amansız bir hastalığa tutulmuşun
güneşimi kapatmasına izin verdiğim. Vicdanımın ruhumu çürüttüğü. Dışımın her
zamankinden daha seksi olduğu, içimin yumuşadığı, öfkemin törpülendiği, medeni
insan olmam gerektiğinin öğütlendiği, hiç uyuyamadığım gecelerden
uyuyakaldıklarıma varan zaman geçti. Bitti.
-->
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder