9 Ocak 2011 Pazar

127 HOURS (2010) by DANNY BOYLE **



Aron Ralston adlı genç adam 2003 yılında tek başına kanyonlarda gezmeye çıktığında sağ elinin kayaların arasına sıkışması sonucu verdiği yaşam mücadelesini beş gün sonra ön kolunu keserek kazanmış ve yaşadığı deneyimi kitap olarak yayınlamıştı.

Kitaptan belgesel yapmayı da planlayan Ralston, kendince çok önemli olan bu hikâyeyi Danny Boyle gibi bir yıldız yönetmene emanet ederek daha çok kişiye duyurma yolunu seçmiş sonradan. Gerçekten de 8 Oscar’lı Slumdog Millionaire(2008) zaferinin gazıyla herkesin yeni filmini beklediği Boyle sayesinde bence ‘kaza’ olması dışında hiçbir özelliği, alt metni, çekiciliği olmayan bu yaşanmış öyküden tüm dünyanın haberi oldu.

Üçe böldüğü perdeyle stadyumda maç izleyen, namaz kılan, yüzen, koşan, koşturan insan yığınlarını içeren arşiv görüntüleriyle aynı anda evinde tek başına, tek başına çıkacağı yeni yolculuğa hazırlanan Aron’u gösteren yönetmen; yüksek sesli müzik kullanımı ve hareketli kurgu ile filmini kocaman bir video klip olarak tasarlamış. Zaten inişleri çıkışları, heyecanı ya da hüznü olmayan bu öyküyü ve onun sevimsiz başkarakterini izletmenin başka da yolu yokmuş gibi duruyor.



“Cuma gecesi. Ben, müzik ve gece var. Mükemmel!” diyerek kendi karakterini özetleyen Aron; annesinin telefonlarını cevaplamayan, gittiği yeri kimseye haber vermeyen, yolda gördüğü kaybolmuş seksi kızlarla eğlenir gibi görünse de hiç umursamayan biri olarak yansıtılmış.

Kendine aşırı güvenen Aron’un elinin kayalara sıkışması filmin 15.dakikasına denk geliyor. Başlarda hiç umursamasa da zamanla durumun ciddiyetini anlayan Aron, buna rağmen bir an bile burnundan kıl aldırmayarak aslında bir tür yalnız yaşayan, kariyer sahibi genç kuşağın da temsilcisi oluyor. Kaldığı zor durumda video-günlük hazırlaması, yaşadığı şeyden bir ürün çıkarma niyetini en baştan belli ediyor. Hayal ettiği kurtulma senaryolarının bu denli sinematografik olma sebebi de bu.

İyice ümitsizliğe kapıldığı bir anda kendi kendini eğlendirmek için televizyon şovuna konuk olduğunu hayal eden Aron, burada da yaptığı esprilerle o ve onun gibilerden hoşlanmamamızın nedenlerini özetliyor. Yanında taşıdığı ürünlerin kör göze parmak reklamına dönüşen film, bir yerde Amerika’nın soğuk gazlı içecek firmalarını da cilalıyor.



Son üç filmini beğenmediğim ve gittikçe ümidi kestiğim yönetmen Danny Boyle, kamera ve görüntü üzerindeki hâkimiyetini artırdıkça derinliğini kaybediyor. En son Millions(2004) ile kalplerimize dokunabilen yönetmen, onu o yapan şeylerden oldukça uzaklaşmış duruyor. Zanaatı gelişse de, çektiği her sahnede imzası olsa da; Danny Boyle bir sanatçı olarak yeteneğini parlatamıyor. Uzun süredir yaptığı işler birer tüketim malzemesinin ötesine geçemiyor.

A.R. Rahman’ın özgün müzikleri, James Franco’nun oyunculuğu ve senaryosu ile Altın Küre adayı olan yapım ilk iki kategoride şansını Oscar yarışı için de koruyor. Yine de yere göğe sığdırılamayacak bir performans sergileyebildiğini düşünmüyorum Franco’nun. (Benzeri ve çok daha iyisi için bkz. Sean Penn’in yönettiği Into The Wild(2007) filmindeki Emile Hirsch performansı)

2 yorum:

  1. Çok beğenerek okudum yazını. 3e bölünmüş ekrandan ben de hoşlanmıyorum. Into the wild karşılaştırması da mantıklı. Onu izlemişken bunu nasıl beğenelim?

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür ederim Pınar. Sen de blogunu daha fazla ihmal etme bence. Yeni tarifler bekliyorum senden.

    YanıtlaSil

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...