Takvimler 22 Ocak 2014'ü gösterdiğinde,
ilginç bir şey oldu. Bu hayatta baba sahibi olduğumdan daha uzun süre babasız
yaşamış oldum. İkincinin üstünlüğü artarak devam edecek, artık durdurulamaz.
Git gide ilkinin etkilerini silecek. Her büyük değişiklik gibi. Yeni, eskiyi
ister istemez götürecek.
Büyük yeni yıl kararları vermemeye
çalışmıştım. Küçüklerden biri yıl bitmeden yurt dışına çıkma isteğimdi. En son
beş yıl önce Erasmus için çıktığım düşünülürse, vakti geldi. Ne zannediyordunuz
ki, elbette en geç on yıl içinde İstanbul yeni Maraş olacak benim için ve
kurtuluş zannettiğim, başka bir ülke adında vücut bulacak. İlk adımı atıp
pasaport aldım. İkinci adım dün girdiğim seyahat acentesi sayılabilir. Şimdilik
gezmeye gideceğim ama maksat ayağım alışsın, dünya büyük, keşfetmek için az
zaman kaldı.
Başka bir yeni yıl kararım, tanıştığım
insanlara düzenli ilişki kurabilir miyim diye yaklaşmaktı. Hovardalık bir yere
kadar. Kendimi anlatıp iletişim kurduğum ilk insan sağlam cimri çıktı. Bu
yaştan sonra uğraşamam. Zaten küçüklüğümden beri bir cimriyi sırtımda taşıyorum,
başkasına yer yok. İkinci denemem bilinçsiz gerçekleşti. O deniyordu, ben
görmezden geliyordum. Aynı pastanenin önünden geçip duruyorduk ama ben
umursamıyordum. Arkadaşıma doğum günü pastası almak için girince ısrarlarına
dayanamayıp karşısına oturdum. Aşk hep böyle damdan düşer ya, o berbat pastaya
verdiğim beş pasta parası bir anda gözüme görünmemeye başladı. Saf bir ruh,
masanın önceki misafirlerinden kalma hala duman salan yarım sigaranın burnuna
dolmasına aldırmadan sorguma çekiliyordu. Her cümlesi katılaşmış kalbime bir
yastık fırlatıyordu. Hiç düşünmeden onu akşamki Feridun Düzağaç konserine davet
ettim. Yalnız olmayacaktık ama benim için Feridun konserinden daha büyülü bir
atmosfer az bulunacağından, aşk çorbası için gereken her şeyin hazır olacağını
düşünmüş olmalı bilinçaltım. Eskiden arkadaşlarım sinemaya bana sormadan
kardeşlerini getirdiler diye kıyamet koparırdım. Şimdi müzikal mabedime on
dakika önce tanıştığım insanları davet etmekte beis görmüyorum.
Tabi ki gelmedi. Bana ailesinin o saatte
dışarda olmasına izin vermeyeceğini söyledi ama kim bilir gerçek sebep neydi.
Ertesi gün buluştuk evimde. Dokunmak önemli değildi, ne düşündüğünü merak
ettiğim biri çıkmıştı. Beni sevip sevemeyeceği önemliydi. Al beni diye önüne atladığım
her insanda olan şey oldu: "Zamana bırakalım, çabuk alışırsam çabuk
vazgeçerim, bla bla bla..." Hafta sonu bitince İstanbul balkabağına (Maraş
diye okuyun) dönüştü ve iş dünyasındaki sahte yerime döndüm. "Sana alışsam
zaten bütün gün mesaj atarım, bıkarsın" demesinden anladığım kadarıyla,
olmadı. Olmadığı için mi içime saplandı yoksa saçlarını köpürtürken
hissettiklerim gerçek miydi, bir ay içinde anlarım. O zamana kadar telefon
çalsın diye bakmaya, üç hafta sonraki biletimi beklemeden gitmeyi düşmemeye
devam.
Ne anlatacaktım, ne anlattım. Sanırım
yazmayı planladıklarım bunun kadar önemli değilmiş, sanırım yazmaya başlamamın
asıl sebebi buymuş. Ne zaman birini içime alırım, o zaman bu blog coşar. Ne
zaman kaskatı kesilirim, tek gördüğünüz sinema yazıları olur, hani şu hiç
okumadıklarınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder