Aylardan mart. Bir grup arkadaşım var. Aslında birini sever(d)im,
diğerleri yanında geldi. Her fırsatta ziyaret ettiğim ve iyi davrandığım bu
grup nedense bana karşı ya kayıtsız kaldı ya da sımsıkı sarılmaktan çekindi.
Ben de yavaşça yere bırakıp uzaklaşmaya başladım. Ayda bir de olsa iş çıkışı
yolumu uzatıp önlerinden geçmeye çalıştım, yılda bir de olsa kendiliklerinden
nasılsın demediler. Görüşmeye çalışan, hayır deyip durduğum onlarcasına
kıyasla; ne ayıp bana.
Televizyon yapımcıları, şarkıcılar, tezgâhtarlar, emekçiler,
sinema mezunu işsizler, çağrı merkezi çalışanları, akademisyenler, öğretmenler,
tutunamayanlar… Bir günde üç kişiyle tanıştığım oldu. Bir uçurumun en ucunda
gibi, o kadar yoktum ki, görmüyorlardı. Evet, Feridun Düzağaç şarkıları
gibiydim yine. Ucuz, basit ve sıradan. Pazara çıkmış gibiydi ipliğim.
Adalar, Küçükçekmece, Tom’s Kitchen, Eataly, İBB Tesisleri, ilçeler,
semtler, metro, metrobüs, vapur, bulaşık, çamaşır, bakteri, Snowpiercer.
İstanbul Film Festivali’ne de akredite oldum. Fakat bu bana
filmleri Atlas 3’te izlemek olarak döndü ve ne olduğunu anlamadım. Aksanat,
Kafka, göz teması kurmaya korkan Twitter delikanlısı, Vialand, Doğa Koleji,
Mısırlı misafir ve uçucu maddeler.
Sonra biri âşık oldu bana. Mutfak masamdan geçip gitmesiydi
planım. Durduramadı kendini. Kırdım attım kalbini.
Taksicilerden nefret ettiğim kadar RTE’den nefret ediyordum, değişen bir şey olmadı.
1Q84 diye bir roman okudum. Finali hariç hayatımda okuduğum en
iyi roman oldu. Gazıyla yeniden okuma sevgisi kazandım, üst üste kitaplar
tükettim, hepsini toplasan bir Murakami etmedi. Telefonla anket yapar gibi bir
doktorluk işi aldım, çok sinirlendim, çok yoruldum ve bir pisliğini bulup
kaçtım. Dünyanın küçük olduğunu ispat ettim. Öyle biriyle tanıştım ki her
tarafımızdan tanıdık çıktık. Sonra bir bindim otobüse, bir daha göremedim.
İkimiz de dünyanın çeşitli yerlerine savrulup durduk, bir daha aynı odada
bulunamadık. Biriyle sırf hayatımı kurtardığı için yattım. Tek başıma 200. kez sinemaya
gittim, “Kış Uykusu”na.
Bir de doktorla tanıştım, ömür geçirilebilecek biriyle.
Evinde uyudum, evimde uyumasına izin verdim. Sokaklarda yürüdüm onunla, arkadaşlarımla
tanıştırdım, elini tutup kilisede konser dinledim. “Siktir git” dediğim için
ayrıldığım ilk insan oldu. Ben ki hayatımda belki de ilk defa bir insana bu
cümleyi kurdum. Aferin bana. Sonra da diş hekimlerinin yatakta berbat oldukları
şeklinde bir bilgiye vakıf oldum.
Birine gerçekten imrendim. İsmi lazım değil ama en sevdiğim
erkek ismi diyelim. Yaşamına, cesaretine, bilgisine, yarattığı fırsatlara,
mutluluğuna imrendim. Hiçbiri bozulmasın, hep daha fazlasına sahip olsun
istedim.
Siemens’ten klima, Linens’ten perde aldım. İkisi de pişman etti.
Hard Rock Cafe’yi sevmedim, Paşabahçe’den çıkmadım, çok acayip bir cesaret
gösterip bir şeylere katıldım.
“Nasılsın”, “iyiyim”, “İstanbul’da mısın”, “evet”, “ne zamana
kadar”, “pazartesi”, “ben de cuma geliyorum” şeklinde bir telefon konuşması
gerçekleştirdim. Söz konusu hafta sonunu bir yıldır bekliyordum. Plana ona
yakın insan dâhildi. Her şey saniye saniye ayarlanmıştı. Ne var ki hayır
diyemeyeceğim bir sesti telefonun ucundaki. Başka bir arkadaşı daha olduğunu,
onunla da takılacağını söyleyince sustum. Ayarlanabileceğini düşündüm bazı
şeylerin. Biraz ondan biraz benden giderdi, arkadaşlar fedakârlık yapmak
içindi. Ne bindiğini haber etti, ne indiğini. Resmi ve keyfi işlerimi erteleyip
beklemeye başladım. Kırk sekiz saat boyunca kendimi ona adadım, fikrimi
söylemedim, görmeye geldiği şeyleri vermeye çabaladım. O sırada bir bir bensiz
gerçekleşti planlarım. Alınanlar, küsenler, oyunbozan olduğumu düşünenler,
içimi yiyen arzularım, kendime verdiğim sözler, kişiliğime sahip çıkmam için içinde
olmam gereken etkinlikler birer birer gerçekleşti birkaç adım ötemde. Ben
davetsiz misafirimle ilgilendim. Çok da iyi ilgilenemedim elbette, ona da
yansıttım muhakkak. Bir ben tanıdığı için anlayamadı. Sonunda gitmem
gerektiğini söyledim. Kırk takla atarak, bildiğim tüm kibarlıklarla özür
dileyerek, “yine de gitme” diyebilirsin diyerek. Küstü, kırıldı ya da başka bir
şey. Kaybettim onu. Bu kadar basitti işte bir insanı kaybetmek. Neden anlasındı
ki beni. Yüklediği anlamlar üzerinden yürüttüğü, gerçeklikten kopuk bir
ilişkiydi ama güzeldi orada duruşu. Çin vazosu gibi. Ne neden kıymetli olduğu
bellidir, ne de günlük hayatta yeri bulunur.
(devam edecek)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder