31 Aralık 2009 Perşembe
2009 YILININ EN İYİ FİLMİ: BAKJWI (2009)
2. RACHEL GETTING MARRIED (2008)
3. TOWELHEAD (2007)
4. SYNECDOCHE, NEW YORK (2008)
5. THE CURIOUS CASE OF BENJAMIN BUTTON (2008)
6. REVOLUTIONARY ROAD (2008)
7. CHANGELING (2008)
8. CACHé (2005)
9. ANTICHRIST (2009)
10. WHATEVER WORKS (2009)
11. KLEINE FREIHEIT (2003)
12. ORPHAN (2009)
13. TROPIC THUNDER (2008)
14. INGLORIOUS BASTERDS (2009)
15. MOON (2009)
16. THE READER (2008)
17. FROZEN RIVER (2008)
18. TEETH (2007)
19. REISE DER HOFFNUNG (1990)
20. ABRE LOS OJOS (1997)
21. GRAN TORINO (2008)
Listem elbette çoğu insana anlamsız gelebilir çünkü sadece 2009 yapımı filmleri konu etmiyorum. Bu liste benim 2009 yılı içerisinde çeşitli medyalardan izlediğim 123 uzun metrajlı film arasından kişisel beğenilerimi yansıtıyor. O yüzden diğer “en iyiler” listelerine bir cevap olarak değil, arkadaşlarıma naçizane önerilerim olarak algılanmasını tercih ederim. Mutlu yıllar!
THE GIRLFRIEND EXPERIENCE (2009) by STEVEN SODERBERGH **
Tüm ayrıntıların etraflıca düşünülüp detayların incelikle tasarlandığı, her seferinde çok kaliteli fakat yapay ve samimiyetsiz Soderbergh filmlerinin sonuncusu; yönetmenin filmografisinde 269 dakikalık Che(2008) sönüklüğünün ardından 77 dakikalık bir sinek ısırığı gibi duruyor. Bunu elbette süresine değil çapına bakarak söylüyorum. Ne uzunlukta olurlarsa olsunlar yönetmenin filmleri sıkıcılıktan kurtulamıyor ne de olsa. İlk ve en iyi filmi Sex, Lies, and Videotape(1989)’den bu yana beni aynı yıl iki filmiyle birden Oscar’a aday olduğu sırada bile etkileyemeyen yönetmen, izlediğim 13 filmini de aynı formüller üzerinden ilerletti. Hani derler ya bazı yönetmenler aynı filmi çekip dururlar diye, Soderbergh’in de bir yerine iki filmi var ve durmadan o filmleri tekrar çekiyor gibi. Ocean’s Thirteen(2007) filminde de birlikte çalıştığı senaryo yazarlarının donuk metnini uzaktan gözlemleyen bir kamera, flu yüzler ve ters ışıklar eşliğinde görselleştiren Soderbergh, filmin son on beş dakikasında hem görüntüyü hem de karakterini netleştirmeyi tercih etse bence çok geç kalıyor. Soderbergh yılda iki film çekme maratonundan kendini sıyırıp sinemasını yenilemediği sürece geride kalan övgü dolu güzel günlerinin bir daha gelmeyeceğini birinin ona anlatması gerek.
30 Aralık 2009 Çarşamba
İKİ DİL BİR BAVUL (2009) by ÖZGÜR DOĞAN-ORHAN ESKİKÖY **
So what? An unlikeable Turkish primary school teacher with an awful haircut has been sent to a Kurdish village and the children didn’t know Turkish. Nice plot, good performances from children and families unlike Emre Aydın, but nothing else. I know why you like it and you know why i don’t. I appreciate the hard work beyond the movie. It’s very hard to live in such condition for a year whole crew and be a part of local people but where is the trick? Where is the interesting part of it? Where is good observations about Kurdish and Turkish people live together? Nice try but no success. Two awards from Altın Koza, Best Middle East Documentary in Middle East International Film Festival, Best First Movie in Altın Portakal and Gümüş Boğa from Festival on Wheels? Give me a break! It’s obvious that some people has been sentimental about this mockumentary, that’s all and unfortunately this is what all award ceremonies turn into.
2009 YILININ EN İYİ YÖNETMENİ: DAVID FINCHER – THE CURIOUS CASE OF BENJAMIN BUTTON
2009 YILININ EN İYİ SENARYOSU: CHARLIE KAUFMAN – SYNECDOCHE, NEW YORK (2008)
2. ALAN BALL - TOWELHEAD (2007)
3. WOODY ALLEN - WHATEVER WORKS (2009)
4. JUSTIN HAYTHE - REVOLUTIONARY ROAD (2008)
5. YÜKSEL YAVUZ ve HENNER WINCKLER - KLEINE FREIHEIT (2003)
6. DAVID JOHNSON - ORPHAN (2009)
7. MICHAEL HANEKE - CACHé (2005)
8. BEN STILLER, JUSTIN THEROUX ve ETAN COHEN - TROPIC THUNDER (2008)
9. MITCHELL LICHTENSTEIN - TEETH (2007)
2009 YILININ EN İYİ KADIN OYUNCUSU: CHARLOTTE GAINSBOURG - ANTICHRIST (2009)
2009 YILININ EN İYİ GÖRSEL EFEKTİ: G.I. JOE: THE RISE OF COBRA (2009)
2012(2009) filminin Kaliforniya’yı yerle bir ettiği sahneler elbette çok iyiydi ancak G.I. Joe’nun Paris sokaklarında yaşattığı mükemmel ayrıntılar içeren kovalamaca sahnesinin bu yıl eşine rastlanmadı. Transformers: Revenge Of The Fallen(2009) filminden çok ümitli olsak da kaos izleyenleri hayal kırıklığına uğratmıştı. Avatar(2009) filmini henüz göremediğim için yorum yapamıyorum ama daha iyi olduğunu bilmek için kâhin olmaya da gerek yok.
2009 YILININ EN İYİ ANİMASYON FİLMİ: 9 (2009)
Tam da bu yıl özgün bir animasyon izleyemedim derken yılın son günlerinde karşıma çıkan 9, kötünün iyisi kadrosundan gönlümü çalmayı başardı. Up(2009) diyen ve dememi bekleyenlere cevabım http://serkancellik.blogspot.com/2009/10/up-2009-by-pete-docter-bob-peterson.html The Princess and the Frog(2009) filmini izleyemediğim için yorum yapamıyorum.
27 Aralık 2009 Pazar
9 (2009) by SHANE ACKER ***
Yönetmen Shane Acker aynı adlı 2005 yapımı 11 dakikalık kısa animasyonu ile Oscar’a aday gösterilmişti. Bu kısa film ile Tim Burton ve Timur Bekmambetov’un dikkatini çekip destek aldı. Elimizde Harry Potter serisinin 6.kitabını okuyanların Lord Voldemort’un büyük sırrı Hortkuluk’ları fazlasıyla hatırlayacağı bir hikâye var. Ekip sanki bu öyküyü ünlü seriden ödünç alıp Terminator’ün gelecekte geçen sahnelerine entegre ederek aksiyon sinemasına göz kırpan başarılı bir animasyon yapmış. Pixar’ın sürekli kendini tekrar ettiği börtü böcek mutluluk filmlerine alternatif, post-apokaliptik bir animasyon izlemek için buyurun fakat daha önce görmediğiniz bir şeyler beklemeyin.
YILSONU İSTATİSTİKLERİ: GEZİLER
2009 yılı ülke içinde en çok gezdiğim yıl oldu. Türkiye’nin 10 ilini toplamda 51 kez ziyaret ettim. Bütün yıl 15000 kilometre araba kullandım, arkadaşlarımın yan koltuğunda gezdiğimin haddi hesabı yok. Yine beni sevmeyen iki şehir İstanbul ve Bursa oldu. Defalarca planlamama rağmen bir türlü gidemedim.
26 Aralık 2009 Cumartesi
Geçen yıl bu zamanlar tanıştığım biri vardı. Ona karşı sadece bir akşam çok iyi oldum. Doğum günüydü. Sonra o bana üç ay iyi oldu. Beni gerçekten sevmiş, benim mutlu olmamı istemişti. Aklınıza gelecek her türlü maddi manevi şeyi yapmaya hazır gibiydi benim için, bir kısmını yapıyordu da. Ben ise onu ittim. Önce yatağımdan, sonra evimden, sonra telefonumdan ve en nihayetinde de hayatımdan. İlk değildi, son da olmayacaktı. Kaçan Fırsatlar Ltd. Şti. gibi hissediyorum. Umurunda olmadığın birine altı ayını ver, etrafında sevgiyle zıplayanları tekme tokat gönder. Aferin bana.
FUNNY PEOPLE (2009) by JUDD APATOW **
Judd Apatow’un okyanus ötesinde yere göğe sığdırılamayan mizahı size göreyse, yazar ve/ya yapımcılığını yaptığı yığınla iş sizi bolca eğlendiriyordur. Oldukça üretken komedyenin kahkaha attırmak yerine düşündürmeyi seçtiği üçüncü uzun metraj filmi Amerika’yı yeniden keşfe çıkıyor. Öleceğini öğrenen çok ünlü ve zengin bir komedyenin hayata bakışındaki değişimleri daha önce bu konuda yapılan yüzlerce filmden birinde izlemediyseniz Funny People sizin için.
THE OTHER MAN (2008) by RICHARD EYRE ***
Dört dalda Oscar’a aday olan ve bence yalnız o yılın değil tüm zamanların en iyi senaryolarından birine sahip Notes On A Scandal(2006) filmini başarıyla yöneten Richard Eyre’nin yeni filmi yıldız oyuncu kadrosu ve sürpriz yapmaya çalışan finali bir köşeye dursun, atmosferi ile öne çıkıyor. Karısının aşığını hızlı kesmeler ve hiç dinmeyen bir müzik eşliğinde dizilmiş estetik planlar ve Milano görüntüleri arasında arayan sinirli koca Liam Neeson ve karısının aşığı Antonio Banderas’ın dansı filmin ilk saatini bir çırpıda alıp götürüyor. Ne zaman ki yapımın amacının su katılmamış bir aşk hikâyesi yazmak değil de sürpriz sonlu ve bol oyuncaklı bir film yapmak olduğu anlaşılıyor, o zaman senaryoda büyük gedikler açılıp bir türlü bitmeyen 25 dakikalık ıstırap başlıyor. Birinci sınıf işçilik ve yetenekle yönetilmiş filmin şaşırtma sevdası ağızda buruk bir tat bırakıp başarılmış noktalarını da unutulmaya mahkûm ediyor. Ben yine de bu vesile ile Notes On A Scandal’ı bir kez daha herkese tavsiye etmek istiyorum. O filmin eşi benzeri görülmemiş çift yönlü okunabilen ve bunu başarırsanız bir oturuşta iki birbirinden iyi film izlemiş sayılacağınız yapısı ile The Other Man’in sürprizi bilerek izlendiğinde farklı anlaşılma çabasının meyve vermemesi, başarı ve başarısızlık kelimeleri arasındaki uçurumu hiç bu kadar derinleştirmemişti.
KANAL-İ-ZASYON (2009) by ALPER MESTÇİ *-
Hiç kimsenin başrolde olmadığı, türdeş Türk komedilerinin uygulayabildiği tek formül olan skeç mantığına kendince kılıf bulmuş, öykü ya da dramatik yapı kurmakla ilgilenmeyen, yaratıcı ekibinin televizyonda da yıllardır sergiledikleri medya eleştirisi takıntısını perdeye taşıyan bir yapım bu. Ekrana çıktıkları zaman bir türlü programı bağlayamayan Okan Bayülgen ve ekibi, filmde de aynı şekilde davranıyor. Yaklaşık on yıldır bizi eğlendirdikleri Medya Arkası’nı bu kez canlandırma olarak sunarken, güldürme konusunda televizyondakinden biraz daha başarılı olsalar da sinema filmi yapmanın gereklerini yerine getirmiyorlar. Bayülgen’in Hakan Yılmaz’ın aksine zaman geçtikçe karakterinde kalamaması filmi zedeliyor. Sınırlı sayıdaki esprileri bittiğinde huzurlarımızdan ayrılmak yerine aynı görüntüleri perdede yinelemeleri can sıkıyor.
25 Aralık 2009 Cuma
DİYARBAKIR GÜNLÜKLERİ 1
Bu yıl Diyarbakır’da 4-13 Aralık tarihleri arasında ilk kez gerçekleştirilen Uluslararası Kürt Sineması Konferansı’ndan döndüğümden beri Kürt sineması üzerine bir yazı yazmak istiyorum ancak bütün akademisyenlerin önceden hazırladıkları metinlere sıkı sıkıya bağlı kaldıkları ve sonrasında e-mail yoluyla dağıtılan konferansla ilgili bilimsel bir yazı yazma çabası bilinen şeyleri tekrar etmekten fazlası gibi görünmedi. Elbette konferansın ilk günü yönetmenlerin anlattıkları ve salonun dışında konuşulan şeyler var ama bunlar da elimizdeki hazır metinlerin çok ötesinde bilgiler sunmuyor. Yine de yaşadıklarımı anlatma isteğim yerli yerinde. Bu yüzden işin yazması daha kolay magazin kısmını sunacağım sizlere.
AWAY WE GO (2009) by SAM MENDES **
Sam Mendes’in geniş dağıtımı ve uluslar arası tanıtımı yapılmayan ilk ve en küçük filmi Away We Go’dan haberiniz bile olmaması muhtemel. Geçen yıl Revolutionary Road(2008) ile büyük bir başarıya imza atan American Beauty(1999)’nin Oscar’lı ve gerçekten yetenekli yönetmeninden bahsediyoruz. Vendela Vida ve Dave Eggers çiftinin kaleme aldığı ilk senaryoda Mendes’in ne bulup da çekmek istediğini anlamak güç. Hatta Dave Eggers’ın yedi yıldır beklenen henüz ülkemizde vizyona çıkmamış Spike Jonze filmi Where The Wild Thing Are(2009)’da da imzası oluşu bu filmi gördükten sonra insanı korkutuyor.
Mükemmel bir sıradanlığa sahip Verona ve Burt çiftinin bebek sahibi olacaklarını öğrenmeleri ile başlayan film, çiftin çocukları ile birlikte yaşayacak bir yer seçmek için ülkeyi dolaşmalarını konu ederken bize çeşitli ebeveyn-çocuk ilişkileri sergiliyor. İlk saati boyunca başkarakterlerini birbirlerini çok sevdikleri bilgisi dışında hiç tanıtmadan kaçık ailelerin çocuklarına yaptıkları üzerinden gayet doğrusal ve yapay bir ilerleyiş sunan senaryo hiçbir orijinalitesi bulunmayan yan karakterlerine başka filmlerden ezberletilmiş cümleler söyletmekten öteye gidemiyor. Son düzlükte “herkes uçmuş, yalnız bir normaliz” sonucuna varan çiftimiz sevgi gösterileri içerisinde birkaç anekdot anlatıp kendilerini tanıtır gibi yaptıktan sonra huzurlarımızdan ayrılıyorlar. Ekranın yarısını kaplayan Directed by Sam Mendes yazısının bu kadar büyük yazılma sebebi kuşkusuz filmi izleyen kimsenin buna inanmak istemeyecek oluşu. Hatta başka bir Sam Mendes daha mı var diye internette biraz araştırdım ama hayır. Bu bize Road to Perdition(2002)’ı sunan adam.
24 Aralık 2009 Perşembe
BAKJWI (2009) by CHAN-WOOK PARK ****
Yaşları gereği perdede gördüklerini 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren anlamlandırabilmiş jenerasyonun her zaman övgüyle hatırlayıp söz edeceği soğuk yenen intikam hikâyesi Oldboy(2003)’un cesur ve yenilikçi yönetmeni Güney Koreli Chan-Wook Park’ın intikam üçlemesinin birinci Boksuneun naui geot(2002) ve üçüncü ayakları Chinjeolhan geumjassi(2005) söz konusu iki numara kadar büyüleyici gelmemişti. Üçlemenin ardından ne yapacağı daha çok merak edilen ve karşımıza akıl hastanesinde geçen naif bir film olan Saibogujiman kwenchana(2006) ile çıkan yönetmen hayranlarının hayıflanmaları ile karşı karşıya kaldı. Zekâ pırıltıları içerse de Park’tan beklenen kesinlikle böyle bir iş değildi. Ve yıl 2009. Cannes film festivalinin yarışmalı bölümüne kabul edilen İngilizce adı ile Thirst; vampir kitapları-filmleri modasına uymuş mükemmel bir film. Twilight serisi vampir öykülerini ergenlik sancıları ve aşk sosuyla lise ortamına entegre ettiği için peşine kitleler takabildi. True Blood adlı roman uyarlaması televizyon dizisi vampirlerin azınlık kimliğini kullanıp onları günümüzdeki azınlıkların yanında hakları ve özgürlükleri için savaşa sokarak post-modern ve çok şık bir vampir mitolojisi yarattı. Diğer taraftan daha az tutsa da görünmeye devam eden Underworld serisi, The Vampire Diaries dizisi ve kan emicilerin anlatıldığı çeşitli kitaplar dört yanımızı sardı. Türün bunca örneği olsa da Chan-Wook Park’ın yarattığı fark inanılmaz. Klişelerden arındırdığı su gibi akan öyküsünü, unutulmaz karakterlerini uzun uzun anlatabilirim ancak övgüye boğulması en çok gereken kısmı mizansenleri. Paul Thomas Anderson’ın There Will Be Blood(2007)’ın son sahnelerinde başarabildiği için yere göre sığdırılamadığı A Clockwork Orange(1971) menşeli senfonik klasik müzik eşliğinde izlenen operadan fırlamış estetize mizansenlerden bu filmde bolca var. Kesme yapmadan karakterlerle birlikte can çekiştiğimiz, boğulduğumuz; işin içinden sorunu çözmeden çıkmamıza izin vermeyen, bir türlü kesip daha ferah başka bir yerden izlemeye devam etmemize razı olmayan bu enfes sahneler izlerken sinemanın neden sanat olduğunu hatırlatıyor, izleyeni kendinden geçiriyor. 2009 yılında gördüğüm yüz küsür film içerisinde tartışmasız en iyi yönetmenliği sergileyen filmi herkese şiddetle tavsiye ediyorum.
WHATEVER WORKS (2009) by WOODY ALLEN ***-
Replik yazma konusunda bir dahi kabul edebileceğimiz Woody Allen yönettiği kırk dördüncü, benim izleme fırsatı bulduğum on birinci yapımında dört film için uzaklaştığı New York’a geri dönüyor ve bence çok iyi yapıyor. Açıkçası Match Point(2005) ile yıllar sonra yeniden herkesin gözdesi olan Allen; bu başarısını Scoop(2006), Cassandra’s Dream(2007) ve Vicky Cristina Barcelona(2008)’da sürdürmeyi başaramadı. Saydığım son üç film içerisinden herkes kendine bir en kötü belirledi ve yönetmene yüklendi. En iyi bildiği coğrafyaya döndüğü söz konusu filmimizde Woody Allen yine en iyi bildiği yerden, diyaloglar üzerinden başlıyor filmine. İlk saniyelerde hiç tanımamamız gerekirken Woody Allen filmlerinden aşina geldiği için kaldığımız yerden izlemeye devam ediyoruz hissi veren bir grup insanın konuşmalarına tanık oluyoruz. Biraz sonra masadan kalkan Boris Yellnikoff adlı yaşlı adam seyircileri(bizi) kastederek yanındakilere ve bize bunun bir film olduğunu hatırlatıyor. Yabancılaştırma efekti denen bu yöntem Whatever Works’te mucizevî bir şekilde filmin içine daha kolay girmemize yarıyor. Evet, bu film Woody Allen sinemasını, Woody Allen’ın egosunu bilenler için yazılmış bir bitirme tezi. Başkarakter Larry David’in bedeninde görünse de baktığımızda hızla konuşan ve hızla bir yerlere yetişmeye çalışan Woody Allen’ı görüyoruz. Evinin önünde bulduğu kız ise hayatı boyunca yönettiği oyuncular, set çalışanları, hayranları gibi. Onun bir dahi olduğuna inanıyorlar. Onun sözlerini tartışmaya bile açmadan kabul edip onun olmadığı ortamlarda bütün güçleriyle dâhilerini savunuyorlar. Film karşısına çıkan her şeyle dalga geçiyor. Yahudilerin küçük penisleri, fotoğraf sanatçıları, entelektüeller, Charles Dickens’ın Great Expectations’u, eşcinsel temalı filmler, ödül törenleri, kendi filmleri ve özünde kendini fazla ciddiye alan her şey ile kafa buluyor. Bütün filmlerinde kullandığı temaları bir potada hızlıca eritiyor. Yönetmenin filmografisine hâkim olmayanlara abartılı ve gerçek dışı gelebilecek ani kırılma noktaları ve karakter gelişimleri sunmaktan çekinmiyor. Bunların hepsini büyük bir zarafet içerisinde ve gerçekten kahkaha attırabilen bir komedi metniyle sunabiliyor. Allen için 2000’li yılların, biz seyirciler için 2009’un en iyi filmlerinden biri. 14 kez en iyi senaryo dalında aday olduğu Oscar’ların ikisini evine götürmemiş olsaydı bu yıl kesinlikle karşısında rakip bulamazdı.
23 Aralık 2009 Çarşamba
LOOKING FOR ERIC (2009) by KEN LOACH ***
73 yaşındaki İngiliz usta Ken Loach üst üste perdeye getirdiği Paul Laverty senaryolarının sonuncusu Looking for Eric ile bu yıl bir kez daha Cannes’da yarışmış ve ödülü Das wiesse Band(2009) ile Haneke’ye kaptırmıştı. Son döneminden özellikle The Wind That Shakes The Barley(2006) ile büyük beğeni toplayan yönetmen artık her yıl bir film yapma zorunluluğu hissediyormuşçasına kariyerini zedelemeye başladı. Karşımızda ilginç olmasa da ustaca bir senaryo olduğu doğru. İyi yazılmış, iyi oynanmış, iyi yönetilmiş bir film bu ancak Ken Loach’ın bunu yapabileceğini zaten kimseye ispat etmeye ihtiyacı yok. Yaşı nedeniyle “hala” yapabildiğini göstermeye çalışıyorsa başka. Eldeki senaryo zihin açıcı filmlerin provokatif yönetmeni Loach için fazla sönük, fazla içi boş. Yine de futbol tutkunları için eğlenceli referanslar ile dolu, dostluğun ve ailenin önemi üzerine, kurtulmak için asla geç olmadığı şeklinde mesajlar veren sıcacık bir film.
MOON (2009) by DUNCAN JONES ***-
David Bowie’nin oğlu Duncan Jones’in hikâyesi de kendine ait olan ilk uzun metraj filmi Ay; bir uzay istasyonunda tek başına dünyaya döneceği günü bekleyen astronot Sam Bell’in öyküsünü anlatıyor bize. Çoğunlukla iç mekânda geçen film ay yüzeyine çıktığında da görsel kalitesinden ödün vermiyor. Sınırlı sayıda da olsalar her tasarım vasatın üzerinde. Elbette film kendini Star Wars(1977) olmaktan çok 2001:A Space Odyssey(1968) ile Solaris(1972) arasında bir yerde konumlandırdığı için izlerken bunu sorun etmiyorsunuz.
Tek başına istasyonda çalışan ve yaşayan Sam’i uzun uzun izletip çok daha fazla kahramanla çok daha sıkıcı olmayı başaran Sunshine(2007)’ın düştüğü tuzaklara düşmeden yarım saat içerisinde sürprizini ortaya koyan senaryo, sonrasında duygulara odaklanarak bilim kurgudan drama zarifçe kayıyor. Film; ilk bakışta 2001:A Space Odyssey(1968)’in yapay zekâsına benzer GERTY karakterini Kevin Spacey’nin de yardımı ile dünyadaki şirket yöneticisi insanlardan daha insancıl kılıp makinelerle savaşan onlarca filmin aksine bir yol izleyerek seyircinin beklentilerini de iyi anlamda alt üst ediyor. Hepsi birbirinden kopya uzay ve makine bilim kurguları arasında taze bir nefes almak, hayattaki pozisyonumuz, görevlerimiz ve iş hayatımız üzerine zihin egzersizi yapmak istiyorsanız kaçırmayın. Sam Rockwell’in performansını tartışmaya ise gerek bile yok.
KARANLIKTAKİLER (2009) by ÇAĞAN IRMAK *
Kendine kötü davranan bir kadının egemenliğinden kurtulup iyi davranma ihtimali olan başka bir kadının egemenliğine girmeye adaylığını koyan Egemen’in hikâyesini izler gibi başlıyoruz filme. Çağan Irmak yine isim üzerinden oyunlar oynamayı seviyor yani. Evin içindeki hayatında sadece deli gömleği giydirilen annesi var. Dışarı çıktığında arkadaşsız, yalnız bir kimliğe sahip. Erkek birey olmanın gereklerini sağlayamıyor. Her şeye evet diyen Egemen’in rol modeli sarhoş-umursamaz-ağzı bozuk gece bekçisi Ramiz gibi duruyor, belki de baba özlemi bu damardan aksettiriliyor. Ne yazık ki kilit karakter olan anne Gülseren’i canlandıran Meral Çetinkaya abartılı mimikleri ve “deli böyle oynanır” dersinden yeni çıkmış haliyle uzun süre inandırmayı başaramıyor. Bir süre akşam yemeğinde bütün gün televizyonda gördüklerini hiç ilgilenmeyen oğluna anlatan sıkılmış anne ve sadece dışarıyı düşünen ilgisiz-kıymet bilmez oğul gerçek klişelerini izliyoruz. 21 dakika sonra yeni bir güne başlayıp başa dönen film aynılığı bu şekilde vurgulamayı seçerken ikinci günün bitip üçüncünün başlaması bir 21 dakika daha sonraya denk getiriliyor. Tamamen duygularımızla dans etmeye odaklı Çağla Irmak sineması Gülseren karakterini perdeye her getirişinde bir sevdirip bir nefret ettiriyor, önce onun için üzülmemizi sağlayıp ardından oğluna yaptıkları ile kızdırıyor. Annesi dışında otobüs şoförü dâhil herkese iyi davranan Egemen, zavallılığının tek sorumlusu olarak gördüğü annesine, son tahlilde ona sürekli eziyet eden sokak çocuklarından farklı davranmıyor. Bütün dünyaya korku ve öfke ile bakan Gülseren’in yüksek karşıtlık kontrastı olarak tek iyi davrandığı hatta taptığı insan ise Egemen. Bu hikâyede kimse tam iyi ya da tam kötü değil demek için durmadan senaryonun alıcıları ile oynayan Irmak, bir süre sonra bize ne hissettireceğini şaşırıyor. Film ağır aksak da olsa gerçekçi karakter yansımaları sunarken, sonlara doğru Çağan Irmak’ın her şeyi açıklama hastalığı yine baş gösteriyor. Gülseren’in neden susuz kalmak istemediğini, perdenin arkasından bakışlarının ve hatta perde kapama hızının sebeplerini, çocuk gürültüsüne dayanamayışını, deliliğini ve iyiliğini geri dönüşlerle başımızda durup dikte ediyor. Bu hatırlama sahnelerinde kullanılan berbat diyaloglar İngilizce yazılmış ve çekilmiş bir filmin bire bir Türkçeleştirilmiş altyazısını hiçbir duygu katmadan okuyan birilerini dinleme hissi veriyor. “Her şeyi örtbas edeceğiz” diye ortada koşturan cadı teyzeler ve Türk sinemasında tanımlanamaz anne; filmin öyle ya da böyle dik durmaya çalışan kafasına da baltayı indiriyor. Biraz daha uzun sürmesi gereken, açıklamalardan sıyrılmış, incelikli bir versiyonunu izlemeyi isterdim açıkçası çünkü Çağan Irmak iki filmde bir yaptığı bu tamamen kişisel denemelerinde gösterdiği cesaretsizlik yüzünden bir gün hak ederse bile kimse tarafından ciddiye alınmayacak.
Bu kez Hümeyra ile çalışmayan yönetmen Meral Çetinkaya’yı Hümeyra taklidi yaptırarak oynatmış. Bu da aklıma acaba bütün yaşlı kadın oyuncuları tek şekilde mi oynatabiliyor yoksa sadece tesadüf mü sorusunu getirdi. Zaten oyuncuların hiç biri filmi aynı düzeyde bir performansla tamamlayamıyor. Derya Alabora dâhil herkes yer yer büyük düşüşler yaşıyor.
Filmin muğlâk finali benim için kesin gibiydi. Gider, motosikletle birlikte Egemen’in denizi izlediği yerden aşağı uçarlar.
22 Aralık 2009 Salı
2009 YILINDA EN ÇOK…
Dalga geçtiğim: Hiç kimse (benim için çok ilginç)
Müptelası olduğum: Twitter
Elde patlayan teknoloji: 3G
Tabu yıkıcı kitap: Pusudaki Ten
Bezdiğim: Reçete yazmak
Sıkılarak izlediğim: Disko Kralı
Evde günlerce dinlediğim: Feridun Düzağaç
Mutlu olduğum yer: Köydeki evim
Daraldığım yer: Sürücü koltuğu
Beni üzen: En sevdiklerim
Beni gururlandıran: Sevmediğim meslekte gösterdiğim başarı
Köşe yazılarını özlediğim: Perihan Mağden
Eğlenerek okuduğum köşe yazarı: Yiğit Karaahmet
Ayrılırken üzüldüğüm: Kolukısa
Severken soğuduğum: Okan Bayülgen
İmrendiğim: Mustafa Köksalan
Beğendiğim blog sahibi: Clara von der Meinhoff
Büyülendiğim manzara: Kulağıkesik’te gökyüzü
Gitmek istediğim ve gidemediğim: Artvin Gezici Festival
Her gün yediğim gıda: UNO ekmek
En çok içtiğim: Tamek limonata
Ruhumu sakinleştiren: Yatağım
NOT: Arzu Çağlan’ın Radyo Günlüğü’nden esinlendim.
Müptelası olduğum: Twitter
Elde patlayan teknoloji: 3G
Tabu yıkıcı kitap: Pusudaki Ten
Bezdiğim: Reçete yazmak
Sıkılarak izlediğim: Disko Kralı
Evde günlerce dinlediğim: Feridun Düzağaç
Mutlu olduğum yer: Köydeki evim
Daraldığım yer: Sürücü koltuğu
Beni üzen: En sevdiklerim
Beni gururlandıran: Sevmediğim meslekte gösterdiğim başarı
Köşe yazılarını özlediğim: Perihan Mağden
Eğlenerek okuduğum köşe yazarı: Yiğit Karaahmet
Ayrılırken üzüldüğüm: Kolukısa
Severken soğuduğum: Okan Bayülgen
İmrendiğim: Mustafa Köksalan
Beğendiğim blog sahibi: Clara von der Meinhoff
Büyülendiğim manzara: Kulağıkesik’te gökyüzü
Gitmek istediğim ve gidemediğim: Artvin Gezici Festival
Her gün yediğim gıda: UNO ekmek
En çok içtiğim: Tamek limonata
Ruhumu sakinleştiren: Yatağım
NOT: Arzu Çağlan’ın Radyo Günlüğü’nden esinlendim.
19 Aralık 2009 Cumartesi
YIL SONU İSTATİSTİKLERİ: DİZİLER
2007 YILINDA 23 FARKLI DİZİDEN 535 BÖLÜM
2008 YILINDA 18 FARKLI DİZİDEN 580 BÖLÜM
izlemiştim.
2009 YILINDA 18 FARKLI DİZİDEN 401 BÖLÜM
izledim. Türkiye'den sadece Avrupa Yakası. Diğerleri Hung, The Simpsons, Nip/Tuck, Desperate Housewives, True Blood, Prison Break, Lost, Fringe, Dexter, Flashforward, House, Heroes, Star Wars: The Clone Wars, Terminator: The Sarah Connor Chronicles, Grey's Anatomy, The Flash ve Pushing Daisies.
Avrupa Yakası, Prison Break, Terminator: The Sarah Connor Chronicles ve Pushing Daisies 2010’da devam etmeyecek. Flashforward’ın yalnız pilot bölümünü izledim. Diğer bütün dizilerin bugüne dek yayınlanmış bütün bölümlerini izledim.
2008 YILINDA 18 FARKLI DİZİDEN 580 BÖLÜM
izlemiştim.
2009 YILINDA 18 FARKLI DİZİDEN 401 BÖLÜM
izledim. Türkiye'den sadece Avrupa Yakası. Diğerleri Hung, The Simpsons, Nip/Tuck, Desperate Housewives, True Blood, Prison Break, Lost, Fringe, Dexter, Flashforward, House, Heroes, Star Wars: The Clone Wars, Terminator: The Sarah Connor Chronicles, Grey's Anatomy, The Flash ve Pushing Daisies.
Avrupa Yakası, Prison Break, Terminator: The Sarah Connor Chronicles ve Pushing Daisies 2010’da devam etmeyecek. Flashforward’ın yalnız pilot bölümünü izledim. Diğer bütün dizilerin bugüne dek yayınlanmış bütün bölümlerini izledim.
18 Aralık 2009 Cuma
NEW MOON (2009) by CHRIS WEITZ *-
Sinema tarihine Avatar(2009)’ın gösterime girdiği gün olarak yazılacak 18 Aralık 2009 tarihinde üçüncü dünya ülkemiz Türkiye’de tek kopya gösterime giren bu iştah açıcı görsel şölene tanık olamadığımız için sinirden soluğu bambaşka bir filmde almaya karar verdik. “Nasıl bir kopya, ben izledim” mi diyorsunuz? AFM IMAX İstinye Park’ta 19 TL bilet fiyatı ödeyip gözlüklerinizi yaklaşık üç saat boyunca hiç çıkarmadıysanız okey. Yönetmeninin IMAX dışında izlemeyin dediği filmi Yahşi Batı(2010)’yı da izlemeyi planladığınız salonda izlediyseniz sinema çekimi korsan vcd izlemişten farkınız yok. Filme en kısırından iyi ya da kötü diyecek durumda bile değilsiniz. Neyse, öfkemizi kustuk, asıl konumuz olan filmimize geçelim.
Tam adı Alacakaranlık Efsanesi: Yeni Ay olan filmimiz çok satan bir roman uyarlaması. Stephenie Meyer’in ergen kızlar için Harry Potter denemesi serinin her yaştan hayranı olduğu tartışılmaz. Ben kitapları okumadığım için yalnızca filmler üzerine yazacağım. İlk filmi kitabın büyük bir hayranı ile aylar sonra küçük bir bilgisayar ekranından izlediğimde belli bir düzeyde zevk almıştım. Havada pek soru işareti kalmamış, yeni karakterler tanımaktan memnun olmuştum. İkinci filme sinemada şans verdiğimde daha önce The Golden Compass(2007)’ı zehirleyen Chris Weitz’in parlak bir iş çıkaramadığını zaten biliyordum. Film belli ki kitaba oldukça sadıktı. Uygar Şirin’in A Beautiful Mind(2001)’da mevsimlerin geçişini pencere esprisi ile veren yeteneksiz Ron Howard’a yıllar önce verip veriştirdiği gibi yorumları hak edecek yaşlı bir yönetmenlik izledik film boyunca. Prodüksiyon tasarımı da oldukça sığdı. Elbette salonu dolduran 13-15 yaşlarındaki onlarca küçük kızın çığlık çığlığa sevinçle izledikleri filmi bu yönleriyle değerlendirmedikleri de ortada. Ben de filme iyimser baktığım her anda kitabın güzel bir reklamını gördüm. Bir sahne başladığında bitmek bilmiyordu, eminim romandaki çoğu öğeyi içeriyordu ama sonra üç beş sahne atlamak zorunda kalıyorlardı kaybettikleri vaktin telafisi için. Sonra bir sahne daha başlıyor ve on dakika sürüyor. En sevdiğiniz bölümleri tekrar okumak gibi. Filmdeki Bella karakteriyle özdeşleştim bir an. Onun umutsuz aşkında ve aşk için yapılan saçma davranışlarda kendimi gördüm. Bir sürü vampirle asansöre bindiği sahneyi kendi hayatımda çok yakın zamanda deneyimlemiştim. Ölüm tehlikesi içerisinde “ben burada ne yapıyorum” dercesine bakıyor ancak oradaki tek bir vampiri ölesiye sevdiğim için ölümden korkmuyordum. Böyle anlar kitabı okuma isteği doğursa da filmin bitmesini istememi engellemedi. Her yönüyle “ölü” Edward’ın karşısına gencecik, kanlı canlı Jakob’ı koyan yazarı anlamamak ise elde değil.
17 Aralık 2009 Perşembe
PARANORMAL ACTIVITY (2007) by OREN PELI *
Oren Peli, iki yıl gecikmeli gösterime giren The Blair Witch Project(1999) çakması berbat ilk filminde hiçbir zekâ ışıltısı gösteremediği gibi artık suyu çıkmış bu el kamerası ile “gerçekten” kaydedilmiş (çekilmiş demek lütuf olur) filmler furyasını bile bir adım öteye taşıyamıyor. Artık “paramız yok ama film çekmek istiyoruz, hadi Blair cadıcılığı oynayalım” mentalitesi baymadı mı? Sokak ağzı ile konuşma sebebim, küfür etmekten bir tık kalitelisinin bu olması. Bilmem kim destek olmuş, şu dergi tüm zamanların en korkunç filmi demiş… Bu sözlere kanmayın. Facebook’u video paylaşım sitesine dönüştürüp paylaştıkları izlensin diye “gülmekten öldüm, yılın videosu, böylesi görülmedi, mutlaka izleyin” yazanlarla aynı profesyonellikteki yapımcıların oyunları bunlar. Blair’de cadı vardı, türün en kötüsü Cloverfield(2008)’de canavar, bunda ise şeytan. The Exorcist(1973) ekibine yapılmış büyük bir terbiyesizlik, kandırılan seyirciye hakaret eden bir final. Evde kalıp uyumak bile bu filmi izlemekten daha eğlenceli.
16 Aralık 2009 Çarşamba
DEXTER 4.SEZON
Jeff Lindsay’in özgün romanı Darkly Dreaming Dexter’dan beyazcama nispeten az izlenen televizyon kanalı Showtime için başarıyla aktarılan Dexter, dört sezonu geride bıraktı. Alışık olduğumuz şok etmeye programlı aceleci polisiye dramlarının aksine romanı roman tadında uyarlayan dizinin en büyük meziyeti izleyene (okuyana) sabrının karşılığını unutulmaz karakter analizleri ile verebilmesi. İlk yılında kardeş, ikincisinde sevgili, üçüncüsünde arkadaş ve şimdilik son sezonunda rol modeli verilen duygusuz Dexter’ın sürpriz sonlu maceralarının ne yazık ki en kısırı sonuncusuydu. 12 yerine 8 bölümlük bir kurguda unutulmaz addedilebilecek “üçlemeci katil” hikâyesi 12 bölüm üzerine anlaşan yazar grubunu hayli zorlamış ve onlar da sündürmekten başka çare bulamamış gibi görünüyor. 2.6 milyon kişi ile Showtime tarihinin en büyük izlenme oranına ulaşan dördüncü sezon finali, öncekilerin aksine baş döndürücü ve sezon ile alakalı bir sürpriz değil, oraya elle tutturulmuş yapay bir şok içeriyor.
BİR DAHA KİMSEYE HEDİYE ALMAMAK (16.12.2009)
Yazının dağınık olma sebebi kimseyi fazla kırmadan öfkemi bastırma çabamın oto-sansüre dönüşmesidir.
Çocukken; yıl içerisinde önemli günlerim, adetlerim, rutinlerim olsun istemiş ve kendime özelde kendiminkini genelde bütün doğum günlerini, yılbaşını ve 8 yıl süren ilişkime âşık olduğum günü özel günler olarak belirlemiştim. Bu yazının konusu genel olarak hediyeler olsa da kalbimi kıran kısmı doğum günleri ile ilgili olduğundan sadece ona değineceğim.
Hediye vermeyi ve alan kişide oluşan ışıltıyı görmeyi seven biriyim. Bazen üzerine uzun uzadıya düşünür, bazen sadece sevdiğim kişinin ağzından çıkan “keşke şunu alsam” benzeri cümleleri dürtüsel olarak maddeye çeviririm. Yıllar önce çok sevdiğim biri daktilo istiyor diye o zamanlar yaşadığım Adana’yı alt üst etmişliğim vardır. Hayatımdaki bazı insanların o güne kadar en çok istedikleri şeyi veren kişi olmaya özen göstermişimdir. Bunları yaptığım kimseden karşılık beklemedim, biri hariç. Nedense o da bana hediyeler versin istedim. En azından doğum günlerimde. Yılda bir kere. Önce belli ettim sonra şakayla karışık söyledim. Ciddiye almadığını görünce samimiyetimize dayanarak karşıma alıp konuştum. Benim kafamda hep ona verilecek güzel nesneler vardı. Elbette ilişkimizin nesnelere ihtiyacı yoktu, dünyada birbirini daha çok seven iki dost daha az bulunurdu ama işte böyle çocukça, belki bencilce bir isteğim vardı ondan ama o bunu umursamıyordu. Böyle davrandıkça kafamda ona almak istediğim on şey varsa önce üçe sonra bire indirdim. Aradan yıllar geçti. Bak dedim, bu yıl doğum günümü kutlamazsan seni öldürürüm. Yine yapmadı. Ciddiye mi almadı bilmiyorum ama benden artık taştı bu durum.
Diyarbakır’dan dönerken araçta bana eşlik eden arkadaşıma bağıra çağıra ağlama sınırında anlattım olanları biraz da ya yanlış anlarsa hakkımda ne düşünür endişesiyle. Sonuçta maddeden bahsediyordum ama içimde tutamıyordum artık bu durumu. O kadar üzülmüştüm ki herkese alınır olmuştum. Bırakın hediyeyi, borç vermek ya da hesap ödemek konularına bile sirayet etmişti sinirim.
On dokuz yıllık arkadaşım bu yıl bana bir çöp vermediğinde etkisi onlarca kat fazla oldu. Ne oluyordu dünyaya? Paraları olduğunu biliyordum. En azından bir kart alacak 1 TL’leri. Ama yapmıyorlardı. Onları hediye düşünme zahmetinden yıllar önce kurtarmıştım. Bana bir DVD alın, bundan büyük hediye olamaz demiştim. 3 TL’ye DVD satılan bir ülkedeyiz. Ama yapmadılar. Üzüldüm, kırıldım, hatırlanmamak koydu. Yılın 364 günü ben sizi hatırlayayım, 1 günü siz beni dedim durdum. Ben sözümde durdum ama onlar durmadı. Ben de bir karar verdim. Hediye işi bitti. Bir daha kimseye su bile hediye etmeyeceğim. Memur maaşımın yarısına tekabül eden hediyeler verdim de kıymetim mi arttı?
Bir ilişki elbette alınıp verilenler ile can verilebilecek bir şey değildi, ben içimden geldiği için yapıyordum ama ağzımla istediğim dostumun tavrı beni hediye olayının tümünden tiksindirdi. İlk eylemimi de on dokuz yıllık arkadaşıma ben DE hediye almayarak gerçekleştirdim. Öncesinde, sırasında ve sonrasında rahatsızlıktan kaburgalarıma basıldı ama dayandım. “Küçük bir şey de olsa…” dediğim anda kendimi frenledim ve almadım. Ve sürpriz! İlişkimize hiçbir şey olmadı. Demek ki kendimi boşa paralıyormuşum. Uzun düşünceler, hazırlanan güzel paketler, özel yazılan notlar, şiirler, harcanan günler ve gerçekten büyük para boşunaymış. Beni ben olduğum için seviyormuş. Ben de onu böyle seveceğim(!) artık.
İkinci eylemimde yeni evlenen arkadaşıma ondan çok daha az sevdiklerime yapmama rağmen altın takmadım ve bilin bakalım ne oldu? Hiçbir şey! Onca yıl harcadığım maddi manevi şeyler boşa gitmiş demek ki.
Beni hediye olayından soğutan dostuma artık doğum günü mesajı bile atmayacağım. Diğerleri için mesajlarım, aramalarım, iyi dileklerim halen geçerli ama artık kimseye hediye yok. Evet, hak edene de.
Ben de benciller ordusuna katıldım. Aranıza almak için gösterdiğiniz büyük çabaya(!) müteşekkirim.
Çocukken; yıl içerisinde önemli günlerim, adetlerim, rutinlerim olsun istemiş ve kendime özelde kendiminkini genelde bütün doğum günlerini, yılbaşını ve 8 yıl süren ilişkime âşık olduğum günü özel günler olarak belirlemiştim. Bu yazının konusu genel olarak hediyeler olsa da kalbimi kıran kısmı doğum günleri ile ilgili olduğundan sadece ona değineceğim.
Hediye vermeyi ve alan kişide oluşan ışıltıyı görmeyi seven biriyim. Bazen üzerine uzun uzadıya düşünür, bazen sadece sevdiğim kişinin ağzından çıkan “keşke şunu alsam” benzeri cümleleri dürtüsel olarak maddeye çeviririm. Yıllar önce çok sevdiğim biri daktilo istiyor diye o zamanlar yaşadığım Adana’yı alt üst etmişliğim vardır. Hayatımdaki bazı insanların o güne kadar en çok istedikleri şeyi veren kişi olmaya özen göstermişimdir. Bunları yaptığım kimseden karşılık beklemedim, biri hariç. Nedense o da bana hediyeler versin istedim. En azından doğum günlerimde. Yılda bir kere. Önce belli ettim sonra şakayla karışık söyledim. Ciddiye almadığını görünce samimiyetimize dayanarak karşıma alıp konuştum. Benim kafamda hep ona verilecek güzel nesneler vardı. Elbette ilişkimizin nesnelere ihtiyacı yoktu, dünyada birbirini daha çok seven iki dost daha az bulunurdu ama işte böyle çocukça, belki bencilce bir isteğim vardı ondan ama o bunu umursamıyordu. Böyle davrandıkça kafamda ona almak istediğim on şey varsa önce üçe sonra bire indirdim. Aradan yıllar geçti. Bak dedim, bu yıl doğum günümü kutlamazsan seni öldürürüm. Yine yapmadı. Ciddiye mi almadı bilmiyorum ama benden artık taştı bu durum.
Diyarbakır’dan dönerken araçta bana eşlik eden arkadaşıma bağıra çağıra ağlama sınırında anlattım olanları biraz da ya yanlış anlarsa hakkımda ne düşünür endişesiyle. Sonuçta maddeden bahsediyordum ama içimde tutamıyordum artık bu durumu. O kadar üzülmüştüm ki herkese alınır olmuştum. Bırakın hediyeyi, borç vermek ya da hesap ödemek konularına bile sirayet etmişti sinirim.
On dokuz yıllık arkadaşım bu yıl bana bir çöp vermediğinde etkisi onlarca kat fazla oldu. Ne oluyordu dünyaya? Paraları olduğunu biliyordum. En azından bir kart alacak 1 TL’leri. Ama yapmıyorlardı. Onları hediye düşünme zahmetinden yıllar önce kurtarmıştım. Bana bir DVD alın, bundan büyük hediye olamaz demiştim. 3 TL’ye DVD satılan bir ülkedeyiz. Ama yapmadılar. Üzüldüm, kırıldım, hatırlanmamak koydu. Yılın 364 günü ben sizi hatırlayayım, 1 günü siz beni dedim durdum. Ben sözümde durdum ama onlar durmadı. Ben de bir karar verdim. Hediye işi bitti. Bir daha kimseye su bile hediye etmeyeceğim. Memur maaşımın yarısına tekabül eden hediyeler verdim de kıymetim mi arttı?
Bir ilişki elbette alınıp verilenler ile can verilebilecek bir şey değildi, ben içimden geldiği için yapıyordum ama ağzımla istediğim dostumun tavrı beni hediye olayının tümünden tiksindirdi. İlk eylemimi de on dokuz yıllık arkadaşıma ben DE hediye almayarak gerçekleştirdim. Öncesinde, sırasında ve sonrasında rahatsızlıktan kaburgalarıma basıldı ama dayandım. “Küçük bir şey de olsa…” dediğim anda kendimi frenledim ve almadım. Ve sürpriz! İlişkimize hiçbir şey olmadı. Demek ki kendimi boşa paralıyormuşum. Uzun düşünceler, hazırlanan güzel paketler, özel yazılan notlar, şiirler, harcanan günler ve gerçekten büyük para boşunaymış. Beni ben olduğum için seviyormuş. Ben de onu böyle seveceğim(!) artık.
İkinci eylemimde yeni evlenen arkadaşıma ondan çok daha az sevdiklerime yapmama rağmen altın takmadım ve bilin bakalım ne oldu? Hiçbir şey! Onca yıl harcadığım maddi manevi şeyler boşa gitmiş demek ki.
Beni hediye olayından soğutan dostuma artık doğum günü mesajı bile atmayacağım. Diğerleri için mesajlarım, aramalarım, iyi dileklerim halen geçerli ama artık kimseye hediye yok. Evet, hak edene de.
Ben de benciller ordusuna katıldım. Aranıza almak için gösterdiğiniz büyük çabaya(!) müteşekkirim.
BOOM CRUNCH
Amerikan dizi sektörü inanılmaz bir ivme ile yükselmeye devam ediyor. Türk televizyonunun da can simidi olan diziler buradakinin aksine orada yetenekli yazar takımları tarafından kusursuz işleyen senaryolarla ilerliyor. Bu satırları yazmadan edemeyecek olma sebebim az önce izlediğim Desperate Housewives 6-10(121) in başarısıydı. Her bölümü çıtayı yükselten altıncı sezon eğer vaat ettiği finali gerçekleştirebilirse ilk kez birinci sezonun bile önüne geçilebilecek gibi duruyor. Ana hikâyesi çözümlendikten sonra işlevsiz kalmaktan destansı bir aşk hikâyesi yazılarak kurtarılan Katherine Mayfair rolündeki Dana Delany’nin bu yıl diziye dördüncü Altın Küre’yi getirmesi muhtemel.
15 Aralık 2009 Salı
KUMAR (15.12.2009)
Muhabbet Kralı 91215’i dinlerken hiçbir şeye bağımlılık geliştirmediğimi fark ettim. Kumar konusunun işlendiği program sürerken üniversite yıllarımın da bir kısmına hâkim olan okey bağımlılığımın bir çırpıda askıya alınabildiğini hesapladım. Kendi rekorumun 26 saat kesintisiz oynamak olduğunu sağda solda söyleyip böbürlenirken bendeki kumar ya da bağımlılık olgusu üzerine daha önce böylesine ciddi düşünmediğime şaşırdım. Her gece sırf okey oynamak için de olsa görmek istediğim üniversite arkadaşlarımın yerini şimdi köydeki arkadaşlarım almıştı. Genetik geçişi olduğu kanıtlanan kumar bağımlılığı hastalığından muzdarip değildim. Çünkü aylarca her gece oynasam da ertesi gün canım istemiyor, üst üste yenilsem de kızmıyordum. Sinema bağımlısı olmadığım gibi. Her filme gitmek zorunda hissederken kendimi yıllarca, şimdi ayda bir zor gördüğüm salonları o kadar da özlemiyorum. En iyi dostlarımı da. En büyük aşklarımı da. Vazgeçemem dediğim laptopumu da. Annemi de. Şampuan önemsiz, yediğim içtiğim de. Olmazsa olmazlarım yok, var sanırken. Özgürüm. Sekiz yılımı bir insanın peşinde o hayatımda olmazsa öleceğim korkusu ile harcadım. O gitti, ölmedim. Bilgisayarımda depoladığım son üç yıllık bilgilerimin hepsini kaybettiğimde bir gün ağladım bağırdım sonra geçti. O senaryolar, fotoğraflar, yazılar, mesajlar olmadan da hayatta kaldım. Şunsuz da, bunsuz da. Benim bağımlılık genim yok. Bunu anlamam uzun sürdü ancak en azından ölmeden önce başardım.
3 Aralık 2009 Perşembe
MY LIFE WITHOUT ME (03.12.2009)
En sevdiğim 5-G’lilerden birinin blogumdan sadece özel hayatımı okuduğu-eleştiri yazılarımı okumadığı itirafı üzerine ve uzun süredir yazmadığım için dilim şiştiğinden-anlatacak ufak tefek şeyler çok biriktiğinden ikisini harmanlamaya karar kıldım.
Yabancı dizilerin 2009-2010 sezonlarına bir süre önce başladım. Nip/Tuck (2003) uzun tutmak istediği altıncı ve kahredici şekilde son sezonuna bir alışılmış mini entrika ile başladı. Başkarakterini, öldürülüp sigortadan para almak için evlenilen kişi haline getirip bütün süreci beş bölümde sonuçlandırdı ve asıl konuyu sonrasına bıraktı.
Fringe (2008) başka konulara girmekten sadede gelemediği ve başka dizilere benzemekten yırtamadığı ilk sezonunun ardından ilgiyle izlenen bir ikinci sezona imza atıyor.
House (2004) daha önce başkasının da söylediği gibi beşinci sezonun tümünde o kadar büyük bir başarıya imza atmıştı ki altıncı sezonda artık ne yapsa yavan geliyor. İlk defa diziyi izlerken sıkılıyorum.
Grey’s Anatomy (2005) yazarları tüm zamanların en iyi üç sezon finalinden birini gerçekleştirmiş olmalarına rağmen barutlarının bitmediğini ispat ediyorlar ve altıncı sezon çoğunlukla birbirinden bağımsız hikâyeler anlatsa da ilgiyle izleniyor.
Desperate Housewives (2004) Drea De Matteo, Twilight Edward çakması genç yakışıklısı Beau Mirchoff ve yeni gizemi ile her zamanki çizgisinde devam ederken Gabrielle Solis’in rolünü artırması sayesinde daha komik olmayı da başarıyor.
Bu sezon izlemeyeceğim desem de sadakatime yenildiğim Heroes (2006) ise yine televizyondaki en iyi görsel efekt, kurgu, ses efekti ve ses kurgusuna sahip yapım olmayı sürdürürken eskisinden de sıkıcı bir pembe dizi havasında başladı. Prodüksiyon kalitesi göz ve kulaklara bayram ettirse de karakter analizi yapmaya soyunan dördüncü sezonu, etrafta güçlerini kullanıp sürekli maliyeti şişiren gereksiz kahramanları izlediğimiz günleri bile arattı yeni sezonun ilk bölümlerinde. Biliyorsunuz Heroes baştan beri büyük bir kolaj. Kahramanların yeteneklerinden uğraştıkları sosyal veya macera dolu sorunlara kadar bütün içerik bir yerlerden toplama. Dördüncü sezon Prison Break’in T-Bag’ini (Robert Knepper) alıp HBO dizisi Carnivale’in başrolüne koyup diziye entegre ediyor. Kelebek adamın ütopyası X-Men’e örnek olacak nitelikte. Farklı olanların izole ve daha mutlu bir hayat yaşadığı karnaval fikri daha fazla işlenmeli. Sezonun en büyük sürprizi ise Harry Potter’dan ama itiraz edilemeyecek güzellikte ödünç alınan yatılı okul hikâyeleri. Claire’i Harry Potter yapan bu bölümler Grey’s Anatomy’nin ardından bir “çok izlenen” dizide daha lezbiyen öpüşmesine meydan verdi. Üstelik öncülünden çok daha duygusal ve gerçekçi bir şekilde. Burada da Thirteen (2003) filminden arak replikler havada uçuşuyor ancak Bryan Fuller etkisi olduğunu düşündüğümüz aşk dolu sahnelerin Heroes’a taze kan olduğu kesin.
Bunları köydeki evimin büyük kısmını taşıdığım Kahramanmaraş’ta izliyorum. Geçen bayram sabah 4-5 gibi gelip 9-10 civarında terk ettiğim evimden bu bayram tatilinde dışarı çıkmak istemiyorum. Sosyalleşmekten zehirlendiğim geçen gelişimde çok eğlenmiş ve bir yığın yenilik yaşamıştım. Bu kez askere gidecek olmamdan kaynaklansa gerek, koltuğumdan kalkmak istemiyorum. Sebebi bu mudur bilmem ama görüşmeyi her daim istediğim 5-G sınıfımla yaptığımız toplantı bile korkunç geçti. Sürekli olarak hoş olmayan şeyler söyledim. Arkadaşlarımın birini kırdım, birini kızdırdım, birine ukalalık yaptım ve birinin gözünde avam damgası yedim. Bir gecede bu kadar puan kaybetmeyi daha önce başarmış mıydım bilmiyorum.
Birkaç saat önce annemin, anneannemi 15 yıl süründürüp yatağa bağlayan KOAH hastalığına yakalandığını öğrenmemiz ise evde yas havası estirdi. Kahramanmaraş’ta yaşadığım her anın cehennemden farklı olmadığı son beş yıla bir sos da böyle eklenmiş oldu.
Kafamın boş olduğu bayram günleri de böylece sona erdi. Köyü özlemedim, film festivallerini çok kafama takmadım hatta en güzel 5-G’linin benden koşar adım uzaklaşmasına da içerlemedim desem de hepsi birden bugün üzerime çöktü.
Yabancı dizilerin 2009-2010 sezonlarına bir süre önce başladım. Nip/Tuck (2003) uzun tutmak istediği altıncı ve kahredici şekilde son sezonuna bir alışılmış mini entrika ile başladı. Başkarakterini, öldürülüp sigortadan para almak için evlenilen kişi haline getirip bütün süreci beş bölümde sonuçlandırdı ve asıl konuyu sonrasına bıraktı.
Fringe (2008) başka konulara girmekten sadede gelemediği ve başka dizilere benzemekten yırtamadığı ilk sezonunun ardından ilgiyle izlenen bir ikinci sezona imza atıyor.
House (2004) daha önce başkasının da söylediği gibi beşinci sezonun tümünde o kadar büyük bir başarıya imza atmıştı ki altıncı sezonda artık ne yapsa yavan geliyor. İlk defa diziyi izlerken sıkılıyorum.
Grey’s Anatomy (2005) yazarları tüm zamanların en iyi üç sezon finalinden birini gerçekleştirmiş olmalarına rağmen barutlarının bitmediğini ispat ediyorlar ve altıncı sezon çoğunlukla birbirinden bağımsız hikâyeler anlatsa da ilgiyle izleniyor.
Desperate Housewives (2004) Drea De Matteo, Twilight Edward çakması genç yakışıklısı Beau Mirchoff ve yeni gizemi ile her zamanki çizgisinde devam ederken Gabrielle Solis’in rolünü artırması sayesinde daha komik olmayı da başarıyor.
Bu sezon izlemeyeceğim desem de sadakatime yenildiğim Heroes (2006) ise yine televizyondaki en iyi görsel efekt, kurgu, ses efekti ve ses kurgusuna sahip yapım olmayı sürdürürken eskisinden de sıkıcı bir pembe dizi havasında başladı. Prodüksiyon kalitesi göz ve kulaklara bayram ettirse de karakter analizi yapmaya soyunan dördüncü sezonu, etrafta güçlerini kullanıp sürekli maliyeti şişiren gereksiz kahramanları izlediğimiz günleri bile arattı yeni sezonun ilk bölümlerinde. Biliyorsunuz Heroes baştan beri büyük bir kolaj. Kahramanların yeteneklerinden uğraştıkları sosyal veya macera dolu sorunlara kadar bütün içerik bir yerlerden toplama. Dördüncü sezon Prison Break’in T-Bag’ini (Robert Knepper) alıp HBO dizisi Carnivale’in başrolüne koyup diziye entegre ediyor. Kelebek adamın ütopyası X-Men’e örnek olacak nitelikte. Farklı olanların izole ve daha mutlu bir hayat yaşadığı karnaval fikri daha fazla işlenmeli. Sezonun en büyük sürprizi ise Harry Potter’dan ama itiraz edilemeyecek güzellikte ödünç alınan yatılı okul hikâyeleri. Claire’i Harry Potter yapan bu bölümler Grey’s Anatomy’nin ardından bir “çok izlenen” dizide daha lezbiyen öpüşmesine meydan verdi. Üstelik öncülünden çok daha duygusal ve gerçekçi bir şekilde. Burada da Thirteen (2003) filminden arak replikler havada uçuşuyor ancak Bryan Fuller etkisi olduğunu düşündüğümüz aşk dolu sahnelerin Heroes’a taze kan olduğu kesin.
Bunları köydeki evimin büyük kısmını taşıdığım Kahramanmaraş’ta izliyorum. Geçen bayram sabah 4-5 gibi gelip 9-10 civarında terk ettiğim evimden bu bayram tatilinde dışarı çıkmak istemiyorum. Sosyalleşmekten zehirlendiğim geçen gelişimde çok eğlenmiş ve bir yığın yenilik yaşamıştım. Bu kez askere gidecek olmamdan kaynaklansa gerek, koltuğumdan kalkmak istemiyorum. Sebebi bu mudur bilmem ama görüşmeyi her daim istediğim 5-G sınıfımla yaptığımız toplantı bile korkunç geçti. Sürekli olarak hoş olmayan şeyler söyledim. Arkadaşlarımın birini kırdım, birini kızdırdım, birine ukalalık yaptım ve birinin gözünde avam damgası yedim. Bir gecede bu kadar puan kaybetmeyi daha önce başarmış mıydım bilmiyorum.
Birkaç saat önce annemin, anneannemi 15 yıl süründürüp yatağa bağlayan KOAH hastalığına yakalandığını öğrenmemiz ise evde yas havası estirdi. Kahramanmaraş’ta yaşadığım her anın cehennemden farklı olmadığı son beş yıla bir sos da böyle eklenmiş oldu.
Kafamın boş olduğu bayram günleri de böylece sona erdi. Köyü özlemedim, film festivallerini çok kafama takmadım hatta en güzel 5-G’linin benden koşar adım uzaklaşmasına da içerlemedim desem de hepsi birden bugün üzerime çöktü.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
2023 - Kalan 6 Ay
Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...
-
Başlığın bile yeterince şok edici olduğunun farkındayım. Günlerdir arabesk soslu aşk nidalarımı okumaktan sıkılmışsınızdır belki düşüncesiyl...
-
“Carrie Bradshaw daha fazlasını istediğini bilen bir küçük kasaba kızıydı…” Hem edebiyat hem televizyon hem de sinema dünyasında başarılı ol...