30 Ekim 2010 Cumartesi

SURROGATES (2009) by JONATHAN MOSTOW *-



Facebook çökse, dışarı çıkıp düşündüklerimizi arkadaşlarımızın yüzüne söyler miydik? Twitter olmasaydı, aklımızdan her geçeni en yakınımızdakilerle paylaşmaz mıydık? Kalkıp gitmek varken neden her şeyi ekran başından hallediyoruz?

Robert Venditti ve Brett Weldele’nin grafik romanından The Game(1997), Terminator 3:Rise of the Machines(2003), Catwoman(2004) gibi filmlerin senaristleri tarafından uyarlanan senaryosu dökülen Suretler; Wall-E(2008)’nin bütün inceliklerinden uzak ancak benzer bir ekran başında yaşam fantezisi sunuyor. U-571(2000) ve Terminator 3:Rise of the Machines(2003)’in orta halli yönetmeni Jonathan Mostow’un ellerinin de kurtaramadığı film; benzer temalar etrafında dönen akrabalarından toparladığı numaraları 89 dakikalık hızlı bir kolajla perdeye getiriyor.



Evlerinden bağlandıkları sistemle istedikleri gibi genç, güzel, yakışıklı ya da başka cinste görünen robotları kontrol eden insanlar, suç oranının ve ölümlerin azaldığı bu yeni dünya düzeninde seks başta olmak üzere birçok zevki unutmuş ancak bu bağımlılıktan memnun görünmektedirler. Benzerini District 9(2009)’da gördüğümüz izole bölgelerde yaşayan suret robotu istemeyen insanlar(filmdeki tabirle et yığınları) ise bu durumdan hiç hoşlanmamaktadırlar. Düzen bir gün, robotların yaratıcısının oğlunun yeni bir teknolojik silah kullanılarak öldürülmesi ile değişir. Artık suretler teknolojisinin fikir babası yaşlı adamın tek amacı kurduğu sistemi yok etmektir. Üstelik başrol Bruce Willis de karşıt görüşte değildir.



Bruce Willis’i gençleştirmede problem yaşamayan ancak karısı rolündeki Rosamund Pike’yi yaşlandırmayı beceremeyen makyaj ekibi ve bu başarısızlığa eşlik eden fazla renkli yapım tasarımının içine girmeyi zorlaştırdığı film; aksiyon severleri de yok sayıyor. Ne yüzeysel cümlelerine felsefi alt metinler düzüyor film, ne de robotların canları isteyince Terminatör oluşlarındaki uçarılıktan gocunuyor. Yüzlerce tanıdık öğe; Oscar’lı kısa animasyon Logorama(2009)’da hicvedilen şekilde anlamsız bir heyecan dalgasında girdaplar çiziyor.

29 Ekim 2010 Cuma

MäN SOM HATAR KVINNOR (2009) by NIELS ARDEN OPLEV ***



İsveçli yazar Stieg Larsson’un “Kadınlardan Nefret Eden Erkekler” anlamına gelen ancak ülke dışına “Ejderha Dövmeli Kız” şeklinde pazarlanan üç kitaplık Millennium serisinin kendi ülkesinde orijinal adıyla çekilmiş ilk filmi; kitabın popülaritesi sayesinde dünya çapında gösterim imkânı buldu. Bir anda İsveç edebiyatına gözlerin çevrilmesini sağlayan seri, ardı ardına birçok dile çevrildi ve küçük çaplı fenomene dönüştü. Filmin gücünü görebilmek adına kitabı okumadan izlemeyi tercih ettim. Şunu söyleyebilirim ki; böyle bir kitabın varlığını bilmeyenler, filmin roman uyarlaması olduğu anlayamazlar. Bu da büyük bir övgü sayılabilir.

Hollywood’un popüler romanları vakit kaybetmeden sinemaya uyarlayıp daha çok para kazanmak istediğini biliyoruz. Son dönemin en bilinen örnekleri olan Dan Brown’ın The Da Vinci Code ve Angels&Demons romanlarını beyazperdeye taşıyan Ron Howard’ın başarısızlığı ortada. Yüzlerce ayrıntı içeren kitapları olduğu gibi filme almaya çalışan yönetmen hem kitabın heyecanını yok etmiş hem de sinemanın gereklerini yerine getirememişti. Sadece kitabı bilenlerin takip edebileceği hızda görselleştirdiği The Da Vinci Code(2006) filminde karakterlerin bırakın durup insani bir tepki vermeyi, şöyle bir kameranın önünde arz-ı endam edecek vakitleri yoktu. Angels&Demons(2009) denemesinde bu hatalarını azaltmış ancak bu kez de romanın iyi kısımlarını çöpe atmıştı.



Ejderha Dövmeli Kız’ın Niels Arden Oplev uyarlaması ise baştan perde için yazılmış gibi duruyor. Karakterlerin durup düşünecek, olayları araştıracak vakitleri var. Oyuncuların duygusal tepkiler verebilecekleri, karakterlerini ete kemiğe büründürebilecekleri uzun sahneleri var. Ve bunca sessiz geçen, gördüklerimizi sindirmemize izin veren sahneye rağmen hiçbir şeyi atlamış hissine kapılmıyoruz. Bu nasıl oldu demiyoruz. Film, kendi eksiksiz öyküsünü yaratabiliyor.

Romanın orijinal adının neden öyle olduğunu öykü ilerledikçe daha iyi anlıyoruz. Kadınlara sırf kadın oldukları için kötü davranan, aşağılayan, istediklerini yapabileceklerini düşünen ve öldüren erkeklerin dünyasını anlatan Larsson’un romanının belki de filmde en eksik kalmış duygusu bu.



İşin ilginç yanı, David Fincher’ın kariyerinin ilk yeniden çevrimi için bu filmi seçmiş olması. Zaten başarılı bir uyarlamaya sahip ünlü romanı, dolayısıyla filmi yeniden çeken Fincher’ın bunu neden yaptığını filmini görene kadar anlamlandırmamız mümkün olmayacak gibi. Başka kim çekiyor olsa sebep ortada olurdu ancak Michael Haneke’nin Funny Games(2007)’i kare kare yeniden çekmesiyle birlikte Hollywood’un son yirmi yılda yaptığı en nedeni bilinmez yeniden çevrimin bu olduğu kesin.

CLASH OF THE TITANS (2010) by LOUIS LETERRIER *-



The Transporter(2002) ile çıkış yapan Louis Leterrier, Luc Besson’un kanatları altında çektiği devam filmi ve Danny The Dog(2005)’un ardından 150 milyon dolar bütçeli The Incredible Hulk(2008) ile Ang Lee’nin duyarlı Hulk(2003)’unu aksiyon yıldızına dönüştürmüştü. 135 milyon dolar bütçeli sonradan 3D yapılmış yaz blockbusterı Titanların Savaşı ile karşımıza çıkan yönetmen, başrole son dönemin en gözde oyuncularından Sam Worthington, Liam Neeson ve Ralph Fiennes gibi aktörleri yerleştirmiş. Ne yazık ki bütün kadroyu komik duruma düşüren repliklerle dolu bu akla zarar öykü her ne kadar aksiyon sahnelerine zemin hazırlamak için yazılsa da, tanrılara savaş açan insanları anlatan film kendi içindeki tutarsızlıklar nedeniyle yıkılıyor. Kızdığı adamın kılığına girip karısını hamile bırakan Zeus’un yarı insan yarı tanrı oğlu Perseus’un başrolde olduğu mitolojik hikâye, hem Yunan tanrılarını hem de insanları aşağılıyor.



Elle tutulur hiçbir yanı olmayan saçma sapan çatışmalar ve icatlarla dolu senaryosunu The Lord of the Rings(2001-2003), Pirates of the Caribbean(2003-2007) ve Harry Potter(2001-2011) gibi epik serilerden bire bir ödünç aldığı sahnelerle görselleştiren filmden tek beklentisi aksiyon olanlar da hayal kırıklığına uğruyor.



Zeus, Hades, Athena, Poseidon, Artemis, Aphrodite, Medusa gibi mitolojik kahramanları resmetmeye soyunan ve bazılarını aksiyon uğruna harcayan yapım hiçbir anında orijinal olamadığı gibi efektlerin başarısızlığı nedeniyle heyecan da yaratamıyor.

EYYVAH EYVAH (2010) by HAKAN ALGÜL ***


2010 yılının en usturuplu komedi filmi Eyyvah Eyvah; yönetmenliğini Avrupa Yakası gibi dizilerden ve ilk uzun metrajı Döngel Karhanesi(2005)’nden tanıdığımız Hakan Algül’ün üstlendiği baştan sona bir Ata Demirer projesi.
Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz’ın ardından sinemaya giriş yapan komedyenin çok iyi bildiği sularda yüzdüğü ilk filmi şaşırtıcı derecede doğal diyalogları ve güldürmeye çalışırken hikayeyi ıskalayan diğer yapımların aksine klişe de olsa gerçek bir konusu oluşuyla muadillerinden ayrılıyor.

Diyaloglardaki yazım başarısı ve sadelik ortalamanın üzerindeki oyuncularla desteklendiğinden hikâye kasmadan akıp gidiyor. Hakan Algül’ün set işçisi yönetmenliği karakterlerin doğal tepkileriyle örtünüyor. Filmin her anına sinen iddiasızlık, bütünü daha sevimli kılıyor. Alıştığımız yüzleri alıştığımız rollerde izlemek sıkıcı olsa da, birilerini bir yerlerde unutan senaryonun bu hatalı cömertliğine rağmen aklımız kimsede kalmıyor.



Başkarakterin müzisyen olduğu Türk filmlerinde bu durumun abartılmasına nazaran Eyyvah Eyvah’ın müziği ekonomik kullanımı ve şarkı söylenen uzun sahnelerle sürenin doldurulmaya çalışılmaması hoş. Sıradan görüntü yönetimi de filme ne katkı sağlıyor ne zarar veriyor.
Devam filmine açık kapı bırakan ve gişe başarısı sayesinde bu hayalini gerçekleştirecek olan Ata Demirer; filminin başını, sonuna ya da hiçbir yerine bağlamayışı ile ilginç bir tercihte bulunuyor.

26 Ekim 2010 Salı

THE SOCIAL NETWORK (2010) by DAVID FINCHER ****



19 Ocak 2000 Çarşamba günü artık maç gösterimi yapan ortalama bir sinema salonunda Fight Club(1999) filmini izlediğimde yalnızca 16 yaşındaydım ve bu bir salonda görme şansına eriştiğim 25. filmdi. İzlediklerim karşısında neredeyse hiç gözümü kırpmamıştım ve yıllarca üzerine konuştum. O gün, yönetmen olmak istiyorum dedim. Sinema beni büyülemişti.
Aradan geçen on yılda birçok ülkeden farklı türlerde ve çeşitli akımlara mensup binden fazla film izledim. Sinemanın ne olduğunu, nasıl yapıldığını, dünyasını öğrendim hatta üretebilme şansına eriştim. Gördüğüm hiçbir şey David Fincher ile ilgili fikrimi değiştirmedi. Beni en çok etkileyen sahneleri çeken, ben de olsam böyle filmler yapardım dediğim ve hiçbir filmiyle beni üzmeyen tek yönetmen olmaya devam etti.



1992 senesinde Alien serisine Ridley Scott ve James Cameron’un ardından halka katması istenen Fincher; ilk filminde ismi duyulmamış olsa bile böyle büyük bir beklentiye film yaptı. Eli yüzü düzgün, akıp giden bir yapımdı ancak ne Fincher için işledi ne de hayranlar.

Üç yıl sonra tüm zamanların en iyi polisiye filmlerinden birine imza atan yönetmenin Se7en(1995)’da kurduğu atmosfer ve bir araya kusursuzca getirdiği diğer her şeyin aradan 15 yıl geçmesine rağmen aşılamadığını düşünen çok sayıda insan var.

The Game(1997)’de oyuncaklı bir öyküyü inandırıcı kılıp seyirciyi diken üstünde tutmayı başaran Fincher, yine hatasız bir filme imza atmıştı.

Ancak onu tüm dünyadaki erkeklere tanıtan Fight Club(1999) oldu. Günümüzde birçok ülkede sinemadan hiç anlamayan insanlara bile sorsanız hayatlarında izledikleri en iyi filmlerden biri olarak büyük klasiklerin yanında Dövüş Kulübü’nü de sayarlar. Ödül törenlerinin görmediği, eleştirmenlerin burun kıvırdığı yapımın hakkı geç teslim edildi. Artık Dövüş Kulübü’nün tüm zamanların en iyi 20 filminden biri olduğunu kimse inkâr edemez.



Dövüş Kulübü’nden sonra kendiyle yarışmaya başlayan Fincher, tek odada ve tamamen karanlıkta geçecek bir film yapacağını duyurdu. Nicole Kidman’ın oynaması düşünülen yapımın bu iddiası fazlasıyla riskli bulunduğundan yapımcı şirket tarafından mekân eve genişletildi ve ışıklar biraz açıldı. Kidman sağlık problemleri nedeniyle projeden ayrılınca da, daha doğru bir seçim olan Jodie Foster başrolü kaptı. Hiçbir şeyden yola çıkıp kan donduran bir gerilim çekmeyi başaran yönetmene “görüntü virtüözü” lakabı uygun görüldü ve ne yapsa beğenmeye hazır kitleler oluştu. Fincher’ın Panik Odası’nda kullandığı plan ve çerçeveler halen yerli yabancı birçok filmde tekrarlanıyor.

2007’de Zodiac’ı duyurduğunda sinemaseverler yeni Se7en(1995) beklentisiyle heyecanlandı. Oysa bu kez Fincher tüm enerjisini olayı etraflıca anlatmaya ayırmıştı. Bir noktadan alıp başka bir noktaya ulaştırdığı öyküyü dümdüz anlatan yönetmen, imzası olan “nesnelerin içinden geçen kamera” dâhil birçok görsel numarasını neredeyse hiç kullanmadı. Tek yaptığı zaten başarılı senaryoyu hakkıyla görselleştirmek olsa da, toplamda kusursuz bir iş kotardı.

Ertesi yıl canı Oscar almak istedi. The Curious Case Of Benjamin Button(2008) tam bir ödül projesiydi. İlginç fikir, yaşam öyküsü, drama, A sınıfı oyuncular, gösterim tarihi, bütçesi, reklamı vs. ile tam bir hesap işi olan yapım, az kişinin cesaret edebileceği görsel zorluklar içeriyordu. Bu tersten yaşanan hayat hikâyesinde yönetmen yine döktürdü. Fincher alıştığımız ruhundan ve cesaretinden eser olmasa da yine kusursuz filmini yaptı ama aday olduğu 13 daldan sadece üç teknik ödüle erişebildi.



Yazımınız ana konusu The Social Network(2010) ya da ülkemizdeki adıyla Sosyal Ağ; Facebook filmi olarak tanıtıldı. Mazisi çok yeni olsa da interneti yutmak üzere olan ve kurucusunu dünyanın en genç milyarderi yapan söz konusu internet sitesinin nasıl kurulduğunu anlatan yapım, bunu birkaç odanın içinde yapıyor. Yönetmenin filmografisinden Zodiac(2007) ile akraba sayabileceğimiz Sosyal Ağ, onun gibi bir yerden bir yere gitme çabasında bol-uzun-kaliteli diyaloglarla örülü düz bir film. Açılış sahnesinde Mark Zuckerberg’in Harvard Üniversitesinde koşturduğu sahneleri tepeden takip eden kamera “arkamdaki isim David Fincher” diye bağırıyor. Her yönetmenin filminin açılışında kullanmayı tercih edebileceği mizansenler içeren sahne Fincher dokunuşuyla büyülü bir şekilde etkileyici oluyor. Kullandığı ölçekler ve geçişler Harvard’ı ilk kez görsek de kısa sürede coğrafyasına hâkim olmamızı sağlıyor.



Filmin 121 dakikalık süresi boyunca Fincher hayranlarını koltuklarını dikleştirmek durumunda bırakacak bunun gibi bir sahnesi daha var. DJ kabininden başlayıp dev bir kulüpte dans edenlerin üzerinden süzülen kamera, locada oturan Mark, Sean Parker ve yanlarındaki iki güzele ulaşmadan önce korkulukların içinden geçiyor. Ama hepsi bu, başka yok.

Elbette filmin tüm çerçeveleri mükemmel, sıkıcı olabilecek yapısı kurgu hamleleri ile kurtarılmış ancak mahkeme filmlerine göz kırpan senaryosu karakterleri birkaç odaya hapsettiğinden yönetmenin yapabilecekleri sınırlı. Masa başında konuşan kafaları resmederken farklı noktalara odaklanarak durgunluğu aşan yönetmenin filmin geneline yayılan bu odak noktası seçme tercihi daha geniş ölçeklerle çekilmiş kürek sahnelerinde de kendine yer buluyor.



Filmde Fincher’ın Winklevoss ikizlerini tek aktöre oynatmayı tercih etmesi, bu durağanlıktan kendine zorluk çıkarma çabası olarak yorumlanabilir.

Film gösterime girdikten sonra yönetmenliğinden çok senaryosu ile gündeme geldi denebilir. Hayvan hakları savunucularının tavuğa tavuk yedirme esprisini kullanmaları, “I am CEO, bitch” kartvizitinin yeni kuşağın alışkanlıklarını özetlemesi, Harvard’lıların bir işe girmek yerine bir iş icat etmeyi daha kolay bulması gibi zekânın tembelliğine yapılan göndermeler konuşulmaya başlandı. Nefes aldırmayan yüzlerce satır diyalog içeren filmden bu kadar çok cümle hatırlanması yapımın amacına ulaştığını gösteriyor.

David Fincher dışında çok az kişinin elinden izlenebilecek senaryo kusursuz bir filme dönüşse de, yönetmenin bu hikâyesini hevesle anlatırken görsel gücünü evde bırakan film yapma tavrı hayranlarını üzüyor.



David Fincher şimdi üç filmle birden geliyor. İlk olarak yeniden çevrim The Girl with the Dragon Tattoo(2011)’yu izleyeceğiz. İki yıl sonrasında da The Killer ve uzun yıllardır rafta beklettiği projesi Arthur C. Clarke romanı Rendezvous with Rama gelecek. Beş yıl daha ara vermeyeceğini bilmek, Sosyal Ağ’ın Fincher filmi yerine sadece iyi bir film olmasının verdiği burukluğu biraz olsun geçiriyor.

19 Ekim 2010 Salı

THE LOVELY BONES (2009) by PETER JACKSON ***-



14 yaşında bir kız çocuğu, mahallenin orta yaşlı pedofili hastası adam tarafından öldürülür. Bu cümleden hiç yan öykü ya da karakter eklemeden 136 dakikalık bir film yapabilir misiniz?
Alice Sebold’un aynı adlı romanından Yüzüklerin Efendisi’nin yönetmeni olarak bilinen Peter Jackson tarafından sinemaya uyarlanan ancak Stanley Tucci’ye getirdiği Oscar ve Altın Küre adaylıkları dışında ödül törenlerinde ve gişede aradığını bulamayan yapım; Jackson’un bir yönetmen olarak drama ile imtihanı gibi duruyor. The Lord Of The Rings(2001-2003) serisi ve King Kong(2005) ile yıllarca uğraşıp görsel efektlerle kotardığı filmlerinde hikâye anlatmayı da unutmayan Jackson bu kez öyküyü ön plana alıyor fakat sahibi olduğu özel efekt şirketinin imkanlarını da sonuna kadar kullanıp istediği her görüntüyü hayata geçirebilme şansından faydalanıyor.



Konuyu bilmeseniz de küçük kızın öleceğini ilan eden açılışın ardından cinayetin gelmesi otuz dakikayı buluyor. Perdede gördüğümüz en insancıl öteki tarafa geçme sahnelerini izlerken Jackson yüreğimize bir taş oturtmayı başarıyor. Ne yazık ki film bu yükseklikten hızla yere çakılıyor. Ailenin acısıyla kızın arafta gezinmesi arasında iç içe geçmiş sahneler özgün olacağım derken görsel bir bulamaca dönüşüyor. Yönetmen ne zaman ki teknolojisini sergilemeye doyuyor, film toparlanıp drama yeniden yaklaşıyor. İkinci saatini daha ayakları yere basan sahnelerle heyecanı sürekli artırarak geçiren yapım yer yer gerilim sinemasına göz kırpıyor.



Mark Wahlberg gibi bir kısmen ikonu lise öğrencisinden dayak yiyen kendi halinde aile babası rolünde oynatan Jackson ve rolü kabul eden Wahlberg’in motivasyonunun Akademiyi etkilemek olduğunu anlamak çok da zor değil. Karşısına konan Rachel Weisz kısa rolle ikinci kez Oscar alan süper yetenekli kadın oyuncular arasına adını yazdırmak için orada gibi duruyor. Susan Sarandon ise ikinci kez alamasa da altıncı kez aday olmak istiyor. Ne yazık ki film başrol oyuncuları için işlemiyor. Öldürülen kız Susie performansıyla Saoirse Ronan ve pedofil katil Stanley Tucci ilk üç ismi gölgede bırakıyor.
Türkçe’ye Cennetimden Bakarken olarak tercüme edilen The Lovely Bones; bazen hiç bitmeyecek gibi gelirken bazen hiç bitmesin isteniyor.



Bir şeyin olduğunu hissedersiniz. İçinize doğar. Bunu kesinlikle o yapmıştır dersiniz. Ancak elle tutulur hiç kanıtınız yoktur. Onu işaret eden tek ok bulunmaz. Ama bilirsiniz. Nasıl bildiğinizi bilmezsiniz. İşte bu film, hiçbir şey yapamıyorsa bile bu cümlelerin görsel karşılığını sunmayı başarıyor.

17 Ekim 2010 Pazar

VAVİEN (2009) by DURUL TAYLAN-YAĞMUR TAYLAN ***



Birçok eleştirmen için 2009 yılının en iyi Türk filmi olan Vavien; başrol oyuncularının Avrupa Yakası dizisindeki popülaritelerine sırtını dayamayan, ancak dizinin bitişinden çok kısa süre sonra çekildiği için algılama güçlüklerine kurban gidebilecek bir gösterim tarihine sahipti.

Tokat’ta yaşayan bir ailenin ufak problemlerine odaklanan senaryoda başrol oyuncusu Engin Günaydın’ın imzası var. Sıklıkla Coen Kardeşlerin kara filmlerine benzetilen yapımın söz konusu benzerlikleri yönetmen tercihleri ile sınırlı. Oysa vasat yönetmenliğin ayak uydurmaya çalıştığı orijinal senaryo ve başarılı oyuncular bu tarz benzetmelerden daha fazla övgüyü hak ediyor.



Hikâyesi ile ilgili ne kadar az şey bilirseniz sizi o kadar çok mutlu edebilecek filmlerden Vavien. O nedenle içinde olanlardan bahsetmenin lüzumu yok.



Gökhan Tiryaki’nin görüntü yönetmenliği ile baltaladığı atmosferine çabucak kendinizi kaptırabileceğiniz Vavien, ne mutlaka izlenmesi gereken ne de göz ardı edilebilecek bir film. Engin Günaydın’ın yaşanmadan yazılamayacak ayrıntılarla donattığı çok özel senaryosu ise filmden bağımsız da olsa okunmayı hak eden bir metin, orası kesin.

16 Ekim 2010 Cumartesi

DEVIL (2010) by JOHN ERICK DOWDLE *



Mahsun Kırmızıgül New York’ta Beş Minare(2010) filminin New York’ta geçen sahnelerini çekmeden-çektirmeden önce bu filmi izleyebilseydi eminim başka filmlerde gördüğü gibi yapıp Özgürlük Anıtı ve yolda yürüyen karakterleri başta olmak üzere sürekli birilerinin veya bir şeylerin etrafında kamerayla dönmek yerine, açılış sahnesindeki orijinal fikirden nasiplenirdi. Söz konusu açılış David Fincher’ın başını çektiği nesnelere fazlasıyla yaklaşma ya da içinden geçme etkisi yaratan efektlere hoş bir yorum ve birçok filmin denizden şehre yaklaşan açılış sahnelerine taze bir bakış getirmeyi başarıyor.



Süresinin yarıya yakınını bir asansörün içinde geçirme iddiası taşıyan yapım son yıllarda kendine hayrı olmayan M.Night Shyamalan’ın özgün fikrinden uyarlanmış. Shyamalan’ın isminden kelime oyunu yaptığı “Night Chronicles” üçlemesinin ilk halkası olan Şeytan’ın ne kadarının yönetmenin fikri olduğunu bilmiyoruz ancak içindeki dini ve ahlaki takıntıların onun zihniyle örtüştüğü aşikâr.



Film hiç de orijinal olmayan bir şekilde aynı asansöre binen beş insanın bozulan kabinde mahsur kalması ile başlıyor. Birbirini tanımıyor görünen bu beş kişinin kim oldukları ya da belki bu işte parmakları olabileceği üzerinden gerilim yaratmak yerine onları monitörden izleyen Güney Amerikalı güvenlik görevlisi aracılığıyla hemen filmin rengi belli ediliyor. Adam bu beş kişinin günahkâr olduğunu ve şeytanın onları almak için geldiğini söylediğinde elbette mantıklı polis dedektifimiz ona inanmıyor. Adı Şeytan olan bir film izlediğimizden ve ilk saniyedeki dış ses bile asansörde şeytan olduğunu anlattığından dolayı elbette biz güvenlik görevlisinin doğru söylediğini biliyoruz. Senaryo ise süreyi uzatabilmek için bu bilgiyi verdikten sonra katil kim oynamaya kalkıyor. Katilin kim olduğunun ne önemi var? Beş kişiden ilki yaralandığında herkes birbirini suçluyor ve ölümler başladığında hepsi panikliyor, herkes birbirinden korkuyor, ürküyor ama nafile. Onları öldüren şeytan. Ve kimi kullandığı önemsiz. Zaten kapalı alanda birbirini tanımayan insanların sırayla avlanırken birbirlerini suçlamaları fazlasıyla Saw(2004) kokarken bir de Testere serisinin aksine cinayetlerin zifiri karanlıkta işlenmesi etkiyi iyice azaltıyor. Son düzlükte hala bizi kabindekilerden birinin kişisel motivasyonuyla cinayet işlediğine inandırmaya çalışan metin iyice sıkıcılaşıyor. Saçmalamayı ise finale saklıyor. Şeytan’ın kimin içinde olduğu anlaşıldığında (kimse şaşırmıyor elbette) karakterlerden biri geçmişindeki suçu itiraf ediyor. Testere serisinin Jigsaw’u gibi suçluları kendi yöntemleriyle dünyada cezalandıran şeytanımız, pişman olup iyi yürekli birine dönüşen son adamı alamıyor.



Son cümlelerle başka bir varlık değil, bildiğimiz Tanrının zıddı olduğunun iyice altı çizilen asansördeki şeytan; kötülüğe çeken değil de kötüleri cezalandıran, bunu da onlara bir oyun oynayıp öldürdükten sonra yanına alarak yapan bir varlık olarak resmediliyor.
Açılış jeneriği dışında “Kesinlikle İzlenmemesi Gereken Filmler” adlı uzun listeye adını yazdıran yapım, uzak durulmayı fazlasıyla hak ediyor.

11 Ekim 2010 Pazartesi

11.10.1999 - 11.10.2010

İlla ki yazmam gerek diye düşünmüyordum. Yeni odamdayım. Hayatım boyunca bir daha hiçbir 11 Ekim 1999’u içinde yaşama ihtimalim olmayan odamda. Bir daha görme ihtimalimin çok az olduğu biriyle. Arkasından vuran sarı ışığın bozuk gözlerime iyice görünmez kıldığı heybetiyle. 11 yıl oldu. 11 yıl önce bugün hayatım düzeltilemeyecek biçimde bozuldu. Ömrümce en çok sevdiğim kişi olarak kalmaya mahkûm kişi 11 yıl önce bugün beni sevdiğini itiraf etti. İkimizin de hayatı mahvoldu. İkimiz de yalnızlığa mecbur kaldık. Birlikte olmamız imkânsız, başkasını sevmemiz daha da olanaksızdı. Sekiz yıl sürdü. Sekiz yıl aşk ve nefret. Sonunda beni azat etti bütün o acılardan. Evine kapanıp kimsesizliğe teslim oldu. Beni sosyal zehirlenmelere itti. O hiç kimsesizce yalnız kaldı, ben onlarca yatak hikâyesiyle. Öyle böyle 11 yıl oldu. O yalnızlığıyla devam ediyor yoluna, ben yarım yamalak gördüğüm vücutlardan medet umuşlarımla.
Çok isterdim beni öptüğü fotoğrafı koymayı şimdi kenara. Onun da benim de hayatım aydınlanmamacasına kararsın diye. Yemiyor.
Onun için yazdığım senaryonun ilham kaynağı binlerce kez baştan çalar bu gece.
Otlarım yanar
Sensizlik nadasında toprağım
Birazcık dinlensin
Büyüsün, yeşersin
Gelmeyişin
Hiçbir şey diyen bir cümlenin ortasına terk edilmiş bir kelimeyim
Öznesiz
Zamansız
Zarfsız
Mektupsuz
Adressiz
Dört yanım hasret
Unutulmuş bir ada gibiyim
Açıklarımda batmış yüz binlerce gemi
Limanım yorgun yastan
Seni arar durur bir kör ebeyim, çık ortaya ne olur yaralarım iyileşsin
Çok zaman geçti
Çok zaman geçti
Haber vermeden gelme ne olur, ürker tenhalığım; kıskanır, ağlar belki
Ama ben ağlayamazsam gücenme ne olur
GÖZLERİM BİTTİ

MY SOUL TO TAKE 3D (2010) by WES CRAVEN ***-



Biz 71 yaşındaki Wes Craven’dan Scream 4(2011)’ü beklerken My Soul To Take(2010) sessiz sedasız gösterime girdi. 15 milyon dolar bütçeli bu mütevazı yapım, altında Craven’in imzası olduğu için dünya çapında geniş gösterim imkânı bulmuşa benziyor. Üç boyutlu kameraların kullanılmadığı, üç boyutlu versiyonu yapılabilir düşüncesiyle bu teknolojiye hizmet edebilecek herhangi bir planın dahi çekilmediği yapımın karşımıza baştan savma 3D kopyalarla çıkmasının tek açıklaması ticaret gibi görünüyor.



Kariyerinde 40 yılı devirmek üzere olan Wes Craven sinema tarihine A Nightmare On Elm Street(1984) ve Scream(1996) serilerini kazandırmış, korku sinemasını defalarca yeniden yorumlamış bir büyük isim. Kapalı mekânlarda, genellikle birkaç katlı evlerin içinde ve merdivenlerde geçen katil-kurban kovalamacaları çekmekte usta yönetmen için bu sahneler bir nevi imza da sayılabilir. Tamamı bir uçakta geçmesi planlanan Red Eye(2005)’nin finalinin bile bu şekilde bağlanması şaşırtıcı değil.



İlk dönem filmlerinin kurgusunu da yapan, konuk oyuncu olarak görünmeyi seven, The Last House On The Left(2009), The Hills Have Eyes(2006), The Hills Have Eyes II(2007), The Breed(2006) gibi kendi orijinal filmlerinin yeniden çevrimlerine yapımcı olan ve Hollywood korku sinemasını yönetenlerden biri gibi görünen Wes Craven’in filmleri ya da karakterleri ile hayatınızın bir döneminde karşılaşmamış olma ihtimaliniz oldukça düşük.

Dracula 2000(2000) ve Feast(2005) gibi sadece onun adından medet uman, onun da para kazanmak amacıyla iştirak ettiği yapımlar da mevcutken yönetmeni Türkçe adıyla Satılık Ruh’u çekmeye iten motivasyonu merak edenler ve onun yönetmenliğinden çok yazarlığını sevenler için izlenmesi gereken bir film bu.



Çığlık serisi ile birazını kendi yarattığı, çoğuna ise önayak olduğu korku filmi klişelerini bol diyaloglu Kevin Williamson senaryosuna dert edindiren Craven dört yıl içinde çektiği üç Çığlık filmiyle teen-slasher türünün hem parodisini yapmış hem de türün yeniden popüler olmasını sağlamıştı. Satılık Ruh ise Craven’i tanımayanların doğrudan klişe şeklinde yaftalayabileceği bir metne sahip. Sınıfta otururken pencereden ilk bakışında korkunç birini görüp, ikinci bakışında şahıs orada olmadığı için hayal gördüğünü sanan genç sahnesini hiç değilse Scary Movie(2000)’den biliyorsunuzdur. Peki, 2010 yapımı bir filmde bu sahneyi görmek sizi filmden soğutmaz mı? Wes Craven çekmişse, hayır. Bunun gibi birçok bilinçli klişe üzerine kurulu yapımın en büyük meziyeti kuşkusuz son ana kadar katili tahmin ettirmemesi. En profesyonel korku izleyicilerini bile son ana kadar diken üstünde tutmayı başaran senaryo; katilin bir hayalet mi yoksa yaşayan bir insan mı, akıl sağlığı hakkında soru işaretleri olan başkarakter mi yoksa çevresindeki kötü gençler mi olduğu konusunda defalarca dönüş yapıyor. Üstelik bunu Martin Scorsese faciası Shutter Island(2010)’in aksine karakterlerini susturup izleyiciyi merakta bırakarak değil, sürekli konuşturup bizimle birlikte mantık yürüttürerek yapıyor.

6 Ekim 2010 Çarşamba

KIŞLIK

Kışlık hiçbir şeyim yok. Daha doğrusu kabanım, paltom yok. İki tane var aslında. Biri deri. Deriyi hiç sevmedim. Annem istiyor diye alındı. Çok az giydim, genelde mecburiyetten. Başka siyah üst-dışım yok diye. Beş yıl falan oldu alalı. Bir de mavi bir montum var. Onu alalı on yıl oldu. Onu çok giydim. Şimdi ikisi de sivil evimde. Ben askerdeyim. Hem askeriyede giydiğim beyaz üniformama uyacak hem de beni Bolu’nun soğuğundan koruyacak bir monta ihtiyacım var. Formaya uyması için illa ki beyaz olması lazım. Sivil hayatımda beyaz montla gezmek istemem ama. Askerliğimin bitmesine üç aydan az kaldı. Üç ay için beyaz mont alınır mı. Annem ucuz bir tane al, atarsın diyor. Bir penyeyi ortalama on yıl giyen biri üç ay için alışveriş yapar mı. Yıllarca giyeceğim bir şey almam gerekiyor. Hem eski ikisi yanımda olmadığı için hem de biri çok bayat diğeri çok eski olduğu için. Ama bu sefer çok pahalı bir şey almak istiyorum. En az yirmi günlük maaşım kadar pahalı. Ama o ayarda bir şey beyaz olsun istemem. Siyah olursa şimdi işime yaramaz. İşime yaramayacaksa almanın anlamı yok. Almazsam da Bolu’nun kışında donarak ölürüm.
Anlattıklarım tamamen gerçek. Montlar, paltolar metafor değil.
Eğer buraya kadar okumaya devam ettiyseniz, muhtemelen bu en anlaşılır yazımın nereye varacağını ve neden bu kadar anlaşılır yazdığımı merak etmişsinizdir. Tekrar düşünün. Zaten size doğrudan anlatabileceğim konuları neden bloğuma yazayım ki.

KULAK MEMESİ

Öyle kulak memesini falan yalamak değil, sadece kocaman yanaklarını öpüp okşamak istiyorum.

4 Ekim 2010 Pazartesi

THE A-TEAM (2010) by JOE CARNAHAN **


Universal Stüdyolarının 2010 yazı için hortlattığı ünlü dizinin sinema uyarlamasının yönetmeni Smokin’ Aces(2006) ile tanıdığımız Joe Carnahan. CGI’ya fazlaca bel bağlayan, çocuk zihninden çıkmışçasına abartılı efektlerinin şişirdiği bütçesi 110 milyon dolar olan yapım Amerika’da maliyetini bile çıkaramadan vizyonu terk etti.
Narc(2002) ile yarıştığı Sundance’de umut vaat ettiği düşünülen, Smokin’ Aces(2006) ile kalburüstü bir işe imza atan yönetmen belli ki A sınıfı aksiyon yapmak istemiş fakat en deneyimsiz gözün bile basit bulacağı efektlere bel bağlayan, sürpriz yapma niyetindeki bütün tembel yazarların yolunu izleyen ortalama bir eğlencelik kotarmış.

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...