14 Şubat 2011 Pazartesi

İKİ

Bir genç vardı. Aslen garson. Tek eğlencesinin çalıştığı otele gelen yabancı turistlerle fotoğraf çektirmek olduğunu öğrendim çok sonra. Pozlarda hep ayrık kalmıştı. Kızlar ne kadar güler yüzlü ve sıcakkanlı olsalar da o amacına ulaşan genç Türk erkeği, sonucun bir parçası olamamıştı. Askere gitti o çocuk. Garson olarak. Rütbeli kızlarına sürekli bir şeyler ısmarladı. Asker maaşının 58 katı açık çıkardı hesaplarda. Yaşıtları, devreleri maaşlarını almamak için imza topladılar. Onun kız sevdasına bağışladılar gelecek ayki ücretlerini.

Hayatta hiç kimseye inanmayan bir genç vardı. Diyarbakırlı. Kaça kadar okudun sorusuna “hiç okumadım” cevabı veren. İlkokula bile gitmemişti. Hatta okuma yazması bile yoktu. Türkiye’de 1990 yılında doğan çocuklar arasında küçük bir azınlığın mensubuydu. Babası hastaydı. Erken ölmüştü. Annesi yol bilmez, iz bilmezdi. Abileri hep başka şehirlere gitmişlerdi çalışmak için. Kalanlara yardım etmek yerine gittikleri yerlerde hayatlar kurmuş, yeni aileler oluşturmuşlardı. Yani onlardan da fayda yoktu. Bu genç de gitti. Annesini bırakacağı kimse olmadığından o yeni bir aile ekmedi, kazandığını annesinin de hayatta kalması için memleketine gönderdi. Ama o kadar kolay değildi İstanbul’da yaşamak. Çok çalışıyordu. Az kazanıyordu. İlk yıllarda çocukluğu çokça kullanılmıştı. Patronlar para vermiyordu. O da alamıyordu. “Kimsenin doğru olduğunu görmedim” diyordu. Ama kendi çok doğru görünüyordu. O, isyan yerine burukluğu yoldaş edinmişti. Teskeresinden kısa bir süre önce tanıdım bu genci. Asker ocağı da değiştirmemişti fikrini. Paranın pek de geçerli olmadığı erler dünyasında, kışla hayatında da dost edinememişti. Belli ki bu nasırlarla, uzun bir süre daha edinemeyecekti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...