29 Nisan 2012 Pazar

WAR HORSE (2011) by STEVEN SPIELBERG *-

Heidi gibi kırlarda koşarken bir atın doğumuna şahit olan küçük Albert (Jeremy Irvine) uzaktan izlediği ve içten içe çok sevdiği bu hayvanla deyim yerindeyse birlikte büyür. Bir gün at annesinden koparılıp satışa çıkarılır. Sabana koşulamayacak kadar çelimsiz fakat enerjisiyle çekici at için 1 İngiliz Gine’sinden başlayan açık artırma, bir ayağı aksak sarhoş çiftçi Ted Narracott (Peter Mullan) ile zengin ev sahibinin atışması sonucu 30 Gine’ye Ted’in elinde kalır. Kiracısı olduğu çiftliğin ücretini ödemek yerine işe yaramaz bir at alarak eve dönen Ted, cefakâr eşi Rose’dan (Emily Watson) tepki görür. O an anlarız ki Albert, Ted-Rose çiftinin oğludur ve hayallerindeki at babası tarafından az önce satın alınmıştır. Rose geri vermek istese de Albert ata sahip çıkar. Onu eğitir. Dostlukları pekişir. Kira günü gelir. Kötü kalpli ev sahibi çiftliği boşaltmalarını ister ve Ted ile alay eder. İddiaya girerler. Eğer Joey ismini verdikleri at çiftliğin kaya dolu arazisini sürebilirse ev sahibi kira için ek süre verecektir. Albert, Joey’i tarla sürme konusunda eğitmeye başlar. Bu arada aksak bacaklı alkolik Ted’in eskiden köyün en çok saygı gören çiftçisi olduğunu öğreniriz. Kardeşlerine husumet besleyip verimli topraklarını arkada bırakarak bu kiralık araziye yerleşmiştir. Aksayan bacağı savaş gazisi olmasına, sürekli içmesi ise madalyalarına rağmen savaşta insan öldürmüş olmayı kaldıramamasına bağlanır. Albert ve annesi Rose o ana dek zaten melek gibi tasvir edilirken, Ted de onlara katılır. İddia günü gelir. Mazlumun yanındaki köylünün psikolojik desteğinin de sayesinde, Joey tarlayı sürer. Bütün bunlar en yavan şekilde, birbirinden yapay arka planların önüne kurulan İngiliz taşra görüntüleri eşliğinde anlatılır. Alabildiğine didaktik ve inandırıcılıktan uzak bir dil tutturulur.

“Jaws”, “E.T.: The Extra-Terrestrial”, “The Color Purple” “Jurassic Park”, “Schindler’s List”, “Saving Private Ryan” ve “Minority Report” filmlerinin yönetmeni; Hollywood’un dahi çocuğu Steven Spielberg’in 2011 tarihli 6 dalda Oscar adayı filminin ilk 40 dakikasının yukarıda anlatılan şekilde olduğuna görmeden inanmak zor ama durum aynen böyle. Joey’nin bir İngiliz yüzbaşı tarafından satın alınmasıyla filmin farklı yönlere gideceğini düşünseniz de, olmuyor. Yüzbaşıdan iki Alman gencine, oradan Fransız bir kıza ve yine Alman bir komutana geçiyor at. Finali de tüm yufka yürekleri mutlu edecek cinsten.

Spielberg “The Adventures of Tintin”le birlikte 2011’e sığdırdığı “War Horse/Savaş Atı”nda da büyük hayal kırıklığı yaratıyor.

27 Nisan 2012 Cuma

2012 NİSAN TÜRKİYE VİZYON FİLMLERİ – 4.HAFTA

Biri yerli sekiz yeni film daha gösterime giriyor. En iyisi vasat seviyede. Ülkemize getirilen filmlerin seviyesi git gide düşüyor. Filmlerim.com için yazdım. Tamamını okumak için buraya tıklayın.
THE RAVEN – james mcteigue 27.04
FLYPAPER – rob minkoff 27.04
THE CABIN IN THE WOODS – drew goddard 27.04
THE BEST EXOTIC MARIGOLD HOTEL – john madden 27.04
BLACK GOLD – jean-jacques annaud 27.04
BABYCALL – pal sletaune 27.04
PAZARLARI HİÇ SEVMEM – rezzan tanyeli 27.04
LA DELICATESSE – david foenkinos-stéphane foenkinos 27.04

BİR DİLEK HAKKI

Karanlıkta gidiyoruz. Çoğul şahıs çektiğime bakmayın. Biz diye bir şey yok. Ben ve o var. Evet, aynı metal kutudayız. Evet, aynı yolda yoldaşız. Biz diye bir şey yok. Ben ve o var. Karanlıkta gidiyoruz. Ağaçlar var. Karanlık var. İkimiz varız. Ben varım. O var. Yol dar. Kıvrak. Müzik var. Motor sesi var. Sessizlik var. Garip duvarlar. Soru işaretli taşlar. Kırmızı kapılar. Saat geç. Ben varım. Müzik var. O var. Karanlık. Sessizlik. Uçurum var. Sağda. Benim tarafta. Kaderim olan. Sağ tarafta. O arabadan bu arabaya. Sağ benim. Sürenin götürdüğü yere gidenim. Kendini teslim edenim. Ümit edenim. Bekleyenim. Uçurum kenarında. Hayallerde. Bakışlarda. Abartanım. Seslenenim. İsteyenim. Bir geri çekiliş. İki geri çekiliş. Üç geri çekiliş. Tutamam dilimi. Söyleyenim. Bahane dinleyen. Hak etmediğini elde etmek yerine bahane işitenim. İsyankârım. Günahkârım. Nefret edenim. Dinden. İmandan. Adaletten. İmtihandan. Cennetten. Cehennemden. Vazgeçenim. Olmayacak dualara âmin diyenim. A derken aslında G giyenim. Şaşırtanım. Sahtekârım. Mutsuzum. Bekleyenim. Açımı değiştirmeye çalışsam da aşinayım. Bilenim. Kurtuluş yok. Kaçış yok. Sonu yok. Sonumuz yok. Biz diye bir şey yok. Ben varım. O var. Aynı metal kutuda gitsek de. Aynı yolda. Ayrı ayrı. Aynı metal kutudan içsek de. Ayrı ayrı. Fikrimiz ayrı. Ben ondan ayrı. O benden ayrı. Apayrı. Yapayalnız. Ipıssız. Ruhsuz. Mutsuz. Dileyen. Bir dileyen. Bir dilek hakkım olsa. Dilesem. Bilsen. Ne dileyeceğimi söylesem. Bir dilek hakkım olsa. Son derbederliğim olsa. Son bekleyişim olsa. Son yalvarışım olsa. Kalsak. Aynı yerde. İlerleme olmasa. Bu desem. Bu desen. Burası desek. Ayrı ayrı değil. Ben ve sen olarak değil. Biz olarak. Kafanı çarpsan. Mutasyona uğrasan. Örümcek ısırsa. Yarasalar kovalasa. Kediler parçalasa. Yeşil yüzüğü taksan. Uzaydan düşsen. Ruhunu satsan. Süper kahramanım olsan. Genetiğin değişse. Arzuların değişse. Öyle değil. Şöyle değil. Böyle değil. Eyğle sevsen. Şişeler yuvarlansa karanlıkta. Teypler otomatik kapansa. Alkol bitmese. Sigara sönmese. İdrar toprağı özlemese. Zaman donsa. Bavulun icadı unutulsa. Yollar kapansa. Hep gece olsa. Hep ayık olsam. Aysan. Ünal’ın “Nar”ı, Tykwer’in “3”ü, Almodovar’ın ömrü, Davies’in yaşı, Umay’ın şiiri, Ball’un David’i, Glee’nin zencisi, Allah’ın sopası… Dünyanın zamanı. Dünyadaki zamanımız. Kim için yaşadığımız. Tamam desen. O gün ölsem.

26 Nisan 2012 Perşembe

KOMUTANIM GÖRÜŞÜNÜZ (YARIM KALAN PROJELER)

- İçimde bir merak. Ne yapıyor diye. Ufak bir huzur. Var diye. Geçmeyen bir özlem. Doyamamaktan.

- Bütün bu çabalar yeniden yalnız bırakılmak için. Tam ayaklarımı yere sağlam bastığım anda. Yalnızlıkla başa çıkmanın zorluğunu sindirdiğim sırada yine birine terk etmesi için fırsat vermek kimin eşekliği.

- Şimdiki yalnızların belki de vaktinde çok kalbi kırılmıştı. Yalnızlık belki yalnızca bir tercih.

- Yeni açtığım kalem nasıl diye kâğıdın köşesini karalarken, adını yazdığımı fark ettim.

- “Maraş’a geldiğimden beri üç kişiyle tanıştım. Biri sensin, diğer ikisi de seninle yatmış.” Belki de bu cümle fazla geldi. Belki ben çok hesap sordum, çokça alaya vurdum. “6mart” olayı böyle bitti.

- Bütün dizilerin 3.sezonu iyi çıkıyor. Fringe’in 3-15 (59) bölümü 1985 yılında geçiyordu. Retro jeneriği ve zekice senaryosu ile ilginçti.

- Sakin bir yere gitme isteğimizin sebebi nedir, neden hep karaya çıkmayı arzularız. Evlilik, suyun üzerinde kalmaya çalışmaktan yorulduğumuzun mu göstergesi. Kumrular hariç.

- 29 Kasım 2009 Pazar günü hastalığına moral olsun diye annemi de alıp düştüm yollara. İlk durağımız Gaziantep’in öve öve bitirilemeyen Sanko Park adlı yeni alışveriş merkeziydi. Şehir için bir gelişme sayılsa da gerek mimari hataları gerek çeşit azlığı nedeniyle kendimizi hemen dışarı atmak istedik. Aynı gün vardığımız Şanlıurfa’da dünyanın en güzel ev yapımı lahmacununu yiyip birkaç akraba ziyareti yaptık. Ertesi sabah Türkiye’nin daha önce gitmediğimiz kadar doğusuna gitmeye başladık. Bir zamanlar Teksas kabul edilen Siverek ilçesinde berbat bir çay içip öğle olmadan Diyarbakır’a vardık. Yol yapım çalışmaları, yüksek binalar ve alışveriş merkezleri ile hiç de beklediğimiz dokuya sahip değildi. Urfa’dan tekrar batıya hareket etmiş gibiydik. Arkadaşımız bizi Kahvaltıcı Edip adlı bir mekâna götürdü. Başımızı nereye çevirsek kahvaltıcı başlıklı mekânlar vardı zaten. Başka hiçbir şehirde rastlamadığım bu konsept içerisinde birbirinden lezzetli yiyecekler barındırıyordu. Yoğurt üzerine dökülmüş nar sosu, meyve salatası, kavurmalı yumurta, petekli bal vs. Hepsi de çok taze ve lezzetliydi. Diyarbakır’da gittiğimiz her lokantada kare peçeteyi önümüze servis olarak açtılar. Amerikan servis yerine Diyarbakır servis diye isim koyduk buna. Balıkçılarbaşı, Mardin kapı, Urfa kapı isimli şehrin eski yerleşim yerlerini gezdik. Ertesi sabah sadece bir saat uzaklıktaki Mardin’e gittik. Boyut değiştirmiş gibiydik. Tarihi evler, konaklar, daracık merdivenli sokaklar, eski çarşılar ve durmayan yağmurla sabun kokuları arasında güzel bir gün yaşadık. Annemi Kahramanmaraş’a yolladıktan sonra benim için gerçek Diyarbakır başladı. İki yıldır görmediğimiz arkadaşlarım ve hocalarımla hasret giderdim...

 - “Sibek kovar istiyorum” demişti biri.

 - “Falling apart konusu” hakkında ne zaman yazacağım? “Hayatın anlamı, hayatımın anlamı, hayatın benim için anlamı” da iyi konu.

- “Düğün rezaletleri”ni yazamamamın sebebi yakın-düğün bolluğu.

NAR (2011) by ÜMİT ÜNAL ***

Ümit Ünal’ın yedinci filmi “Nar” büyük kısmı dört kişi arasında, bir evin salonunda geçen; senaryo ve oyuncu performanslarından güç/yara alan, yönetmenliği sessizliğince kıymetli işlerden biri.

Serra Yılmaz’ın eğip bükemediği ve gecekondu mahallesinin temizlikçi teyzesi olduğuna inanmamızı engelleyen diksiyonu başta itici gelse de gözleri bir süre sonra rolü kurtarıyor. İrem Altuğ’un sevgilisinin eline bakan, oyuncu olma hayalleri kuran büyümemiş prenses Deniz performansıysa tek kelimeyle kötü. Üstelik yükün çoğu onun omuzlarında. Erdem Akakçe kapıcı Mustafa olarak inandırıcı. İdil Fırat Dr. Sema olarak son anda sahneye çıkıyor ve repliklerinin kurbanı oluyor olsa da kabul edilebilir.

Gelelim “Nar”ı önemli kılan, dert sahibi senaryosuna. Ümit Ünal oda filmi yazma konusunda günümüz Türk senaristlerinin en başarılısı. Sıfırdan karakter yaratma, tanıtma, hızlıca asıl konuya girme ve merak unsurunu ayakta tutma konusunda asla problem yaşamıyor. “Bizi bir arada tutan kabuk sayesinde nar taneleri gibi bitişik dursak da, yere düştüğümüz anda parçalanıp uzaklaşacağımız” fikrinden yola çıkan film kâğıt üzerindeki metni izleyiciye geçirme konusunda başarıya ulaşıyor. “Senin dünyan küçücük” temalı repliklerde zirveye çıkan zihin açma egzersizleri işe yarıyor. Buradan “Nar” filmi şunu şunu anlatıyor demeye lüzum yok. “Nar” önemli bir meseleden bahsediyor. Bunu herkesin anlayabileceği sadelikte anlatıyor. Üstelik aklındakileri sanat filmi sevmezlerin sıkılmasına da imkân vermeden, dinamik şekilde aktarıyor.

Benim “herkesin başına gelebilir” şeklinde yorumladığım sürpriz yapma arzulu finalinin gerekliliği ise tartışılır. “Nar” iyi bir Türk filmi. İzlenmeli.

SHERLOCK HOLMES: A GAME OF SHADOWS (2011) by GUY RITCHIE **

Arthur Conan Doyle’nin zamanında Sherlock Holmes’un son macerası olmasını planladığı “The Final Problem” adlı hikâyeyi temel alan “Sherlock Holmes: A Game of Shadows/Sherlock Holmes: Gölge Oyunları” geçtiğimiz yılın üçüncü cuması ülkemizde gösterime girmişti. “Lock, Stock and Two Smoking Barrels/Ateşten Kalbe, Akıldan Dumana” ile sevilen Guy Ritchie’nin bir kez daha yönetmenlik koltuğuna oturduğu yeni filmin kötü adamı olarak da hayranların yakından tanıdığı Profesör Moriarty karşımıza çıkmıştı. Önceki filmde olduğu gibi Robert Downey Jr. ve Jude Law başrollerdeydi. Onlara eşlik eden isimler “Ejderha Dövmeli Kız” Noomi Rapace, Jared Harris ve Stephen Fry idi. Ritchie’nin elinden çıkan yeni nesil Sherlock filmi 90 milyon dolarlık bütçesine karşın dünya çapında 524 milyon dolar kazandığından, “Gölge Oyunları”nın gelmesi zaten kaçınılmazdı.

İlki kadar büyük bir prodüksiyon olarak karşımıza çıkan devam filmi, yönetmeninin sayılı sahne dışında imzasını silikleştirdiği bir Hollywood macerası olarak kayıtlara geçiyor. Bu bir Guy Ritchie filmi değil. Bu bir Sherlock Holmes filmi de değil. Holmes’un mirasından yiyen, ünlü yönetmen çalıştırılan bir sektör ürünü. Ne senaryosu özellik arz ediyor ne de elle tutulur bir iddiası var. Silah satmak için savaş çıkarmayı deneyen, günlük hayatta saygıdeğer bir bilim adamı olan şeytani dahi daha kaç kez kullanılacak? Ritchie’nin ilk filmde yaptığı “öngörme” numarası bile tek sahnede işliyor. Finalde. Çok zeki iki adamın kavgayı kafalarında bitirdikleri final, taşları oynatmadan sürdürülen satranç gibi bir klişenin ardına yerleştirilmeseymiş etkisi çok güçlü olabilirmiş.

“Gölge Oyunları”nın en iyi tasarlanmış ve uygulanmış sahnesi şüphesiz ormandaki kaçış. Kameranın neredeyse her çerçevede ayrı yere konumlandırıldığı, bol değişkenli, görsel ve işitsel olarak enfes kurgulanmış bu sekanstaki özen filmin tümüne yayılsaydı karşımızdakine alkışlanacak bir popüler kültür ürünü diyebilirdik. Bu haliyle yeni nesil “Conan” ya da “Üç Silahşörler”den bir basamak üstün, o kadar.

İlk film "Sherlock Holmes"un eleştirisi için tıklayın.

24 Nisan 2012 Salı

Bir SATC yazısı: DUYGUSAL DOYUM YETERLİ Mİ?

Bu sabah yine ilişkilerden konuşurken “ben dayanamazdım” diyen bir arkadaşa cevabım “o kadar da içimden gelmiyor” oldu. Yani, elbette çekiciydi ama riske girmeye değmezdi. Üstelik sonucun iyi olacağını da düşünmüyordum.

Duygusal maceramdan bahsediyorduk. Açlığımı doyurma şeklimden. İlişki yürütürken illa ki cinsellik isteyen bir başka arkadaşım heyecanın tavan yaptığı bir anda hamle yapmamı önerdi. “Bakış bakış nereye kadar” dedi. Oysa ben bakışmanın değerini biliyor, dokunmayı pek önemsemiyordum. Üstelik cinselliği uyum içerisinde götürdüğüm, hatta ilişkimi sadece yatak odasıyla sınırladığım biri hâlihazırda bulunuyordu. Birlikte sosyalleşmiyor, özel hayatlarımıza burun sokmuyor, sadece bedenen özlem çekiyorduk. Şartlar her müsait olduğunda birbirimizin üzerine atlıyor, tatmin olur olmaz gelecek sefer için sözleşip uzaklaşıyorduk.

Her şeyi aynı kişiden almak zaruri mi?

Birine deli gibi âşıkken (ama sevişemiyorken) cinsel ihtiyaçlar için başkasını bulundurmak alçaklık mı?

Duygusal ilişki yürüttüğünüz kişi seks partnerinizden haberdar, seks partneriniz gönül bağınızdan bihaberse bir de! Olur mu?

Biz düşündük. Sevdiğimiz kişiyle yatamıyorsak yatmak için başkasıyla görüşmenin kabul edilebilir olduğuna karar verdik. Bir koşulla. Sevdiğimizden cinsel beklenti içine girmenin duygusal huzuru engelleyeceğine eminsek. Zaten insanlar birer durak değil mi şu hayatta…

Bugünlük kendi kendimize serptiğimiz suyla ferahladık. Yarın ne hissederiz, belli olmaz.

23 Nisan 2012 Pazartesi

1. SİNEMA BLOGGERLARI ÖDÜLLERİ

theoscarboy.com” sitesinin yazarı Umur Çağın Taş’ın çabalarıyla bir araya gelen ellinin üzerinde sinema bloggerının oylarıyla belirlenen “1. Sinema Bloggerları Ödülleri”nde kazanan isimler belli oldu. FLASHlandSinema’nın yazarı olarak benim yolladığım liste aşağıdaki gibi. Oylama sistemini öğrenmek ve kesin sonuçları görmek içinse buraya tıklayın.

EN İYİ FİLM
1. THE GIRL WITH THE DRAGON TATTOO (2011) 
2. LES BIEN-AIMES (2011)
3. JODAEIYE NADER AZ SIMIN (2011)
4. TINKER TAILOR SOLDIER SPY (2011)
5. LE GAMIN AU VELO (2011)

EN İYİ YÖNETMEN
1. NURİ BİLGE CEYLAN (BİR ZAMANLAR ANADOLU'DA)
2. DAVID FINCHER (THE GIRL WITH THE DRAGON TATTOO)

EN İYİ ERKEK OYUNCU
1. JEAN DUJARDIN - THE ARTIST
2. GARY OLDMAN - TINKER TAILOR SOLDIER SPY

EN İYİ KADIN OYUNCU
1. VIOLA DAVIS - THE HELP
2. MICHELLE WILLIAMS - MY WEEK EITH MARILYN

EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU
1. CHRISTOPHER PLUMMER - BEGINNERS
2. KENNETH BRANAGH - MY WEEK WITH MARILYN

EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU
1. JESSICA CHASTAIN - THE HELP
2. OCTAVIA SPENCER - THE HELP

EN İYİ UYARLAMA SENARYO
1. TINKER TAILOR SOLDIER SPY
2. MONEYBALL

EN İYİ ÖZGÜN SENARYO
1. JODAEIYE NADER AZ SIMIN
2. MIDNIGHT IN PARIS

EN İYİ TOPLU PERFORMANS
1. THE HELP
2. LES BIEN-AIMES

EN İYİ KURGU
1. THE GIRL WITH THE DRAGON TATTOO
2. HUGO

EN İYİ GÖRÜNTÜ YÖNETİMİ
1. EDUARDO SERRA - HARRY POTTER AND THE DEATHLY HALLOWS: PART 2(2011)
2. ROBERT RICHARDSON - HUGO(2011)

EN İYİ SANAT YÖNETİMİ
1. ANDREW ACKLAND-SNOW, ALASTAIR BLOCK, MARTIN FOLEY, KATE GRIMBLE, CHRISTIAN HUBAND, MOLLY HUGHES, HATTIE STOREY, GARY TOMKINS, ASHLEY WINTER - HARRY POTTER AND THE DEATHLY HALLOWS: PART 2(2011)
2. ALASTAIR BLOCK, DIMITRI CAPUANI, STEVE CARTER, STEPHANE CRESSEND, MARTIN FOLEY, CHRISTIAN HUBAND, STUART ROSE, LUCA TRANCHINO, DAVID WARREN, ASHLEY WINTER - HUGO(2011)

EN İYİ KOSTÜM TASARIMI
1. HUGO
2. THE ARTIST

EN İYİ FİLM MÜZİĞİ
1. TINKER TAILOR SOLDIER SPY
2. THE ARTIST

EN İYİ GÖRSEL EFEKT
1. TRANSFORMERS: DARK OF THE MOON(2011)
2. REAL STEEL

EN İYİ SES
1. TRANSFORMERS: DARK OF THE MOON
2. THE GIRL WITH THE DRAGON TATTOO

EN İYİ MAKYAJ
1. HARRY POTTER AND THE DEATHLY HALLOWS: PART 2
2. THE IRON LADY

EN İYİ YERLİ FİLM
1. BİR ZAMANLAR ANADOLU'DA

EN İYİ BELGESEL
1. TÜRK PASAPORTU

22 Nisan 2012 Pazar

2012 NİSAN TÜRKİYE VİZYON FİLMLERİ – 3.HAFTA

Biri yerli altı yeni filmin gösterime girdiği haftanın tüm filmlerinin zayıf olduğunu baştan belirtmek gerek. Sadece görsel efekt sevenler için "Battleship" oyalayıcı olabilir. Filmlerim.com için yazdım. Okumak için tıklayın.
BATTLESHIP – peter berg 20.04
THE PIRATES! BAND OF MISFITS – peter lord-jeff newitt 20.04
MAR – caner erzincan 20.04
I SPIT ON YOUR GRAVE – steven r. monroe 20.04
THE AWAKENING – nick murphy 20.04
THE OUTBACK – kyung ho lee 20.04

16 Nisan 2012 Pazartesi

EZ


Sımsıkı tutup burnumun dibine çekmiştim.

Gözlerim şaşı, odağımı seçmiştim.

Kederin yıktığı dünyaya algılarım kapalı, neşeliydim.

Evimin önüne atıp beni, patinaj çekerek uzaklaştın.

Gözlerindeki tiksintiyi unutmak zor.

Öcülerin hepsi üzerime çullandı bugün.

Saatlerce ağladım ölmüşsün gibi.

Annem yere, yanıma oturdu tutmak için.

Yapamadı.

BAŞLIK


İnsanların pisliği aksın diye girdiğim küvette ayakta durmuş

Elektrikli lamba fazla geleceği için yaktığım mumun ışığına bakarken düşündüm bunları

Fotoselli cihazdan akan anti bakteriyel sabunla dolu avcumdaki penis

Gururumla atbaşı ufalırken düşündüm bunları

“Toplulukların öğrettiği ilişki modellerinden ne hayır gördüm, koy götüne bu sefer de seninkini deneyelim”

Demek için ararsan hazır olayım diye, telefon ekranına bakarken düşündüm bunları

Ben ölmeden bir kişi de çıksın, atsın elindeki kitapları, denesin Allah aşkına

Baştan siktir çekmesin, beceremezsek olmamış olsun diye hayal kurarken buldum kendimi

Öfkemi soktum odama
Gücümü tıktım içime
Yaşları erteledim geçmişe
Pişmanlığa lüzum bulmadım

Savaşsam bütün dünyayla
Kazanmayı mümkün görmedim

Gururumu ilk gençlikte bıraktığım yeri hatırladım fakat
Ümitlerle toprağa girmemenin bir yolunu bulamadım

14 Nisan 2012 Cumartesi

2012 NİSAN TÜRKİYE VİZYON FİLMLERİ – 2.HAFTA

İkisi yerli yedi yeni filmin gösterime girdiği haftanın en önemli yapımı 31. İstanbul Film Festivali kapsamında ilk gösterimini yapan yeni Zeki Demirkubuz filmi "Yerltı". Filmlerim.com için yazdım. Okumak için buraya tıklayın.


DR.SEUSS’ THE LORAX - chris renaud-kyle balda 13.04
THE VOW - michael sucsy 13.04
HAYWIRE - steven soderbergh 13.04
CHRONICLE - josh trank 13.04
FİLM - kerem topuz 13.04
THE HOWLING: REBORN – joe nimziki 13.04
YERALTI – zeki demirkubuz 13.04

12 Nisan 2012 Perşembe

STATELESS THINGS (2012) by KYUNG-MOOK KIM ****-


2009 tarihli “Cheonggyecheonui gae” adlı 62 dakikalık bir filmi daha olan Güney Koreli Kyung-mook Kim’in gerçek anlamda ilk uzun metrajı “Stateless Things/Yurtsuzlar” ülkemizde 31. İstanbul Film Festivali kapsamında gösterildi. Kyung-mook Kim’in yazıp yönettiği ve kurgusunu yaptığı “Yurtsuzlar” son aylarda dünyanın çeşitli yerlerinden gelen filmler arasında tek şaşırtıcı olanı.

“Kuzey Kore’den yasa dışı yollarla Güney Kore’ye göç etmiş ve benzin istasyonunda düşük ücretle çalışmakta olan bir genç, kendiyle aynı durumdaki işçi kızdan hoşlanmaktadır. Genç kızın zor durumundan faydalanmaya çalışan tacizci patron çizgiyi aşınca genç erkek adama saldırır ve kızı da alarak kaçmaya başlar.” Bu şekilde özetlenebilecek giriş bölümünü Güney Kore’den sıklıkla gelmeye başlayan göçmen problemi filmlerinden biri gibi kotaran yönetmen, ustalıkla çektiği sahneleri ilgiyle izletse de aynı hikâyeyi dinlemekten sıkılanlar için lafı fazla uzatmadan perdesini karartıyor. Sonra sıklıkla rastlamaya başladığımız, günümüzün en popüler akıllı telefon melodisini duyuyoruz. İlk anda unutkan bir sinemaseverin salondakilere işkencesi olarak düşünülen bu durum hemen sonra filmin ses bandında yer alan bir efekt gibi algılanmaya başlıyor. Perde karanlıkta kalmaya devam ettikçe salonu dolduran izleyicilerin susmak bilmeyen melodiyi lokalize etme ihtiyacı artıyor. Beklediğimiz görüntü geliyor. Az önce sefalet içinde canının derdine düşmüş iki gencin kaçışını izlemiyormuşuz gibi; muhteşem manzaralı, süper lüks bir evde gezinmeye başlıyoruz. Fakat telefon susmuyor. Arka sıralardan geldiğine yemin edecek hale gelen rahatsız izleyici homurdanıp sağa sola bakmaya başladığında çalanın filmin yeni karakterinin telefonu olduğunu görüyoruz. Neredeyse deneysel diyebileceğimiz bu tercih tamamen farklı işleyen ikinci yarıya geçerken önemli bir taşıyıcı özelliği gösteriyor. Devamında, genç erkeklerden hoşlanan evli bir işadamı ve onunla yaşamaya başlayan yeni sevgilisinin seks ve kıskançlıkla dolu günlerine tanık oluyoruz.


“Yurtsuzlar” iki farklı film izletiyor bize. İkinci filmin son anlarında pamuk ipliğiyle bağlasa da öyküleri, hemen ardından gelen ve dakikalar süren tek plan seks sahnesiyle bu durumu akıldan çıkarıyor. Yasadışı göçmenlerin problemlerini izlediğimiz ilk yarıyla, yaşadıkları zenginliğin içinde modern zaman dertleri çeken iki erkeği izlediğimiz ikinci yarı birbirinden tamamen bağımsız duruyor. Ardından en baştaki göçmen genci sokaklarda uzun bir yürüyüşe çıkaran yönetmen perdenin ortasına filmin ismini dev harflerle yazarak bitişi ilan ediyor. İşte ne oluyorsa, salondaki izleyicilerin filmi bitti sanarak dışarı çıkabilecekleri kadar uzun süren bu yürüyüşün ardından oluyor. Yaklaşık yirmi dakikalık üçüncü ve sürpriz bölüm sadece birbirinden bağımsız iki öyküyü bağlamakla kalmıyor, adeta onları tek parça haline getirip yeniden yaratıyor. Bu, “The Sixth Sense/Altıncı His”te Bruce Willis’in ölü olması ya da “The Others/Diğerleri”nde hayaletlerden korkanların sonunda hayalet olduklarının ortaya çıkması gibi değil. “Fight Club/Dövüş Kulübü”nde izlediğimiz iki ana karakterin de aslında Tyler Durden oluşu ya da “The Village/Köy”ün zaman ve mekânla yaptığı muhteşem oyun gibi de değil. Hem onlara selam gönderecek kadar saygılı, hem onlar kadar iyi, hem de söz konusu örneklerin aksine net cevaplar vermekten kaçınarak daha da zenginleşmeyi bilecek kadar kurnaz. Kısacası muhteşem bir finali var “Yurtsuzlar”ın. Başlardaki iyi ama sıkıcı filmi izlemeye tahammül edenlere, ikinci yarıdaki genel toplum ahlakına(!) ters sahnelerde salonu terk etmeyenlere, yaşamından iki saate yakın süreyi onunla ilgilenmeye adayanlara büyük bir sürprizi var. Düşündürücü, şok edici ve tazeleyici.


Herkesin malumu olduğu üzere, sinemada anlatılmayan öykü kalmadı. Yönetmenler muhteşem işler çıkarsalar, teknik ekipler parmak ısırtsalar da senaryolar hep birbirinin türevi. Bildiklerimizin hatırlatılması, yeni yorumları. Kırk yılda bir de işte “Yurtsuzlar” gibi bir film çıkıp seyircinin senaryodan beklentileriyle oynamayı, şaşırtmayı başarıyor. Üstelik bunu sadece hak edenlere yaşatmayı tercih etmek gibi bir sadist yanı var. Ulaşılması, izlenmesi, sonuna dek sabredilmesi güç bir film. Fakat dikkatinizi verirseniz, hele de bir sinema salonunda görme şansına erişirseniz; çıktıktan sonra elinizi ayağınızı titretecek, başka filmler izlerken bile gözünüzün önüne gelecek, haftalarca aklınızdan çıkmayacak bir başyapıt. Sanatsever, ileri görüşlü ve açık fikirli olduğunu iddia eden çağdaş insanların girmesini tavsiye edebileceğim bir sınav.

11 Nisan 2012 Çarşamba

SPARTACUS: VENGEANCE (2012)


Birinci sezon "Blood and Sand"in eleştirisi için tıklayın.

Prequel sezon "Gods of the Arena" eleştirisi için tıklayın.

Ekranlarda aşırı şiddet ve grafik seksin tarihini yazan Starz dizisi “Spartacus: Blood and Sand” başroldeki Andy Whitfield’in sağlık sorunları nedeniyle 13 bölümlük ilk sezonun ardından kaldığı yerden devam edememiş, hem aktöre tedavisi sırasında zaman kazandırmak hem de izleyiciyi soğutmamak adına “Spartacus: Gods of the Arena” isimli bir prequel ile yola devam edilmişti. Avustralyalı Whitfield’in 11 Eylül 2011 tarihinde 40 yaşında ölümünün ardından dizinin ikinci sezonu aynı karakterlerle kaldığı yerden fakat Spartacus için başka bir aktör bulunarak devam etti. “Spartacus: Vengeance” isimli yeni sezonda başrol 1982 doğumlu Avustralyalı Liam McIntyre’e gitmiş. Herkesin merak ettiği sorunun cevabını en baştan verelim. McIntyre, Andy Whitfield’in yerini doldurmaktan çok uzak. Üstelik bunu sevilen aktörü kaybetmenin acısını içimize gömerek, kararlı bir sesle söylüyoruz. Liam McIntyre gladyatörden çok iç çamaşırı defilelerindeki güzel çocuklara benziyor.

Yeni Spartacus'ün takdim edildiği bir savaş sahnesiyle açılıyor “Spartacus: Vengeance”. On beş dakikada on üç kişi katlediliyor. Birinci sezonun bittiği yerden araya zaman koymadan devam etmeyi tercih ederek yabancılaşmayı önlüyor. Karakterlerin yeni sezon gidişatında nasıl bir yerde duracaklarının ipuçlarını veriyor.

Andy Whitfield dışında ikinci sezonda göze çarpan en büyük eksiklik arena sahnelerinin azlığı. Öykünün gidişatı nedeniyle farklı coğrafyalarda geçen bölümler sırasında gözümüz diziyi sevmemizin en büyük nedenlerinden biri olan karşılaşmaları arıyor. Uzun süre bu konuda istediğimizi veremese de toplama iyi yedirilmiş, beklendiğine değen bir arena sahnesinin zamanı gelince arz-ı endam ettiğini de belirtelim.

İkinci sezon seks ve sapkınlığın dozunu azaltırken şiddeti katlıyor. Bazı anlar en sağlam mideyi bile kaldıracak, en şerbetli izleyiciyi bile koltuğundan oynatacak cinsten. İkinci bölümün başında çukurlarda geçen dövüş sahneleri ve özellikle genelevdeki katliam sahnesi Türk televizyonlarında sansürsüz yayınlansın isterdim.

On bölümlük sezonun yönetmenlik açısından en iyi halkasının dokuzuncu bölüm olduğu tartışmaya kapalı bir gerçek. “Monsters” adlı bölümde 22 yıldır dizi çeken T.J. Scott’ın yaptıkları görülmeye değer. Dramatik sahnelerde dizide daha önce kullanılmayan yakın plan yüz çekimlerine yer verişi, kalabalık anlarda işleyen büyük çerçeveleri ve şok etmeye yönelik girişimleri oldukça başarılı. Bu bölümde yer alan havuz başındaki kanlı seks-ihanet-cinayet sahnesi tasarım ve zamanlama açısından televizyon tarihinin zirvelerinden biri. Mutlaka görülmeli.


Sonuç olarak; arenada halkı eğlendiren köle gladyatörlerin özgürlük mücadelesi ve toplum içinde intikam hırsıyla serbest dolaşmaları fikri çekici. Prodüksiyon kalitesi Amerika için sektör standartlarında. Tempoyla ilgili sorunlar yaşansa da başlanılan bölümü yarıda bırakmak mümkün değil. Her şey güzel görünüyor. “Spartacus” serisi ucuz görsel efektler ve yeşil ekran önü “300/300 Spartalı” öykünmeleriyle başladığı yolda güçlenip takip edilesi olmayı başardı. Üçüncü sezon gelirse kimse yok demez.

Not: Dizinin ikinci sezon finali olan 29. bölümü “Wrath of the Gods” Amerika’da “Wrath of the Titans” filmiyle aynı gün gösterildi.

9 Nisan 2012 Pazartesi

SICAK

Yazma eylemiyle kafayı bozmuş biri olarak sana verebileceğim en kıymetli hediyenin sadece sana yazılmış bir mektup olacağına karar verdiğimden beri defalarca boş sayfanın karşısına oturup, dökülmeyi hayal ettim. Duygusal bir filmin, dokunaklı bir ezginin ya da yaşadığımız harekete geçirici bir akşamın ardından aklıma gelen ilk şey mektubuma başlamak oldu ancak her seferinde bilinmez bir nedenle erteledim. Benim hayatımda nedeni bilinmeyen davranış yoktur.

Ve bugün, yirmi altı mart iki bin on iki pazartesi günü, hipnotize edici bir “Grey’s Anatomy” şarkısı dinledikten sonra ekran başına koşup içimden geçenleri dökme isteği duydum. Yine araya sürüyle şey girdi, ertelendi. Ama bunu bugün yapmam gerektiğini biliyordum. Dün gece baraj kenarında siyah plastik poşetimizde bekleyen dört biradan ilk ikisini şerefe’lemeden yudumlamaya başlamamızla anlattığım yaşanmışlığın ertesi günü, bugün yazmalıydım mektubumu. Paylaştığım bilgiler nedeniyle ürküp birkaç adım geriye saklandığım gün. Fazla duygusal olmamak, ağlak kaçmamak adına. İçimi açmaya en az cesaretim olan gün. Bugün.

Seni ne kadar çok sevdiğimi anlatıp, tanıştığımız için ne denli mutlu olduğumu söyleyip, ömür boyu birlikte olacağımızı ima eden cümleler kurup, sayısız tekrara düşmüş doğum günü dileklerinden sunabilirdim mektubumda. Dokunaklı olurdu. Yerinde olurdu. Yersizliğimi unuttururdu.

.


Her düşündüğümü söyleme ihtiyacımdan mustarip, “hayallerimi para için sattım” diyerek dolaşıyordum ortalıkta. Dönmem dediğim şehre dönmüş, yapmam dediğim işe girmiş, lazım değil dediğim paraları kazanmaya başlamıştım. Hayallerimi en azından iki yıl daha ertelemiştim, gerçeklemek için asırlardır beklettiğim fikirlerimi. Bir kez daha beni ben yapacağına inandığım eylemleri ötelemiştim. Yine İstanbul’a gitmiyor, yine sinemacı olmuyor, yine özgürleşmiyordum. Annemin evine, öğrendiğim mesleğin eline, kapitalizmin midesine düşmüştüm. Yine. Ama bu sefer ‘greater good’ için diyordum. Daha iyi olması için yapıyordum. Yüzyıllardır beklediğim gün gelmişti ama iki sene ertelersem daha konforlu gelecekti. Param olacaktı.

Para hırsı başka alanlara taştı. Duygusallığımı kaybettim. İnsanların fikirlerine değil, güçlerine bakmaya başladım. Görünce hissettiklerim değil, sevişirken hissedeceklerim önem kazandı. Vücutları kullanmaya başladım. Kendi vücuduma bakmaya başladım. Güzel vücutlar bulmak için düşünmeyi bıraktım. Standartları yükselttim. Yükselttim. Her şey seks oldu. Her şey para oldu. Skoru düşündüm. Ciroyu düşündüm. Bakış açımı sınırladım. Gidişatın farkındaydım ama yapacak pek bir şey yoktu. Ne yazık ki memnundum.

İçim boşaldı. Bomboş kaldı. Hissetmeyi unuttum. Sevmeyi. Özlemeyi. Sevilmenin ne olduğunu.

.
.


Yamuk bir yazı gördüm. Gülen bir yüz. Heyecandan titreyen eller. Terleyen. İçime umut doldu. Gökdelenlerin ortasında bir mezar taşı gibiydin. Bebekleri, çiçekleri, oyuncak ayıları falan masum bulmam ben. Duygu vermezler. Ancak bir mezar taşı beni hislendirir. Hüzünlendirir, sevindirir, hissettirir. Bir mezar taşıydın sen; kendimi hapsettiğim cam, metal ve plastik dünyanın ortasına dikilen.

.
.
.


Pürüzsüz bir çember gibi geldin. Çembere girmek demek, çevrelenmek demekti. Tüm paketi almak. İçinde nefes almaya başlayacak olmak. Kuşatılmak. Çemberine girmem demek, belirsizliğe gömülmekti. Başımı döndürmek… Girmek istedim başta. O ara her gördüğümü istediğimden sandım. Yaklaştım. Baktım çemberine girmek çevrelenmek demek, kaçtım. Baktım başkası girmek istiyor çemberine, yol verdim, izin verdim. Ama uzaklaşamadım. Elimi sürttüm. Yavaşlatmak için değil. Güçle. Dön diye. Dönsün diye. Hızlan diye. Rüzgârlan diye. Gitme diye. Kal diye. İçine başkasını alsan da, gözümün önünde kal diye. Dönüşünü izledim sabırla. Hızlanmanı istedim. Hızlanmanı izledim. İyi geldiği günler de oldu, kötü geldiği günler de. Gözümü alamadım yine de. Uzaktan da olsa, seyrettim.

İçindeki tökezledi sonra. Senin gibi değildi. Senin ışığın yoktu onda. Makyajsız, bakımsız, sönüktü. Senin parıltın yoktu onda. Fırladı. Dayanamadı. Savruldu. Uzaklaştı. Durdu.

Bana gün doğdu.

Ya da çile.

Bir kez daha düşündüm. Karar verdim. İstedim. Girmeye çalıştım çemberine. Çembere girmek demek, çevrelenmek demekti. Tüm paketi almak. İş ilişkisi. Dert ilişkisi. Sevgi ilişkisi. İşimi ilişkilendirdim önce. Sonra dertleri. Derdini aldım, derdimi verdim. Sevgiye gelince sıra, zordu.

Zordu bile bile lades demek. Çocukluk hatalarına düşmek. Çocukluk hatalarını tekrar etmek. Tekrara düşmek. Zordu sevmek, sonunun hayallerimdeki gibi olamayacağını bile bile.

İmkânsızdı. Sadece benim gözlerimin görebileceği kadar imkânsız. En iyi kadın dostumun görmeyi umursamadığı şekilde imkânsız. En büyük sırdaşımın yardım edemeyeceği kadar imkânsız. Yapma diyeceği kadar.

Doğduğum günü bilmesem de, beş karışken saklandığım sarı lambalı odunlukta yaşananları biliyorum. Sarı ışığın parlattığı sarı tahtaları koruyan duvarları. Hayatımla ilgili her şeyi biliyorum yani. Hatırlıyorum. Analiz ediyorum. Karara varıyorum. Karar veriyorum. İmkânsız.

Bundandır çektim, çektirdim. Çoğu zaman düşünmeyelim diye güldürürken, bazen de ağlattım. Bundandır. Bilmemden. İmkânsızlığı.

.
.
.
.


Direncim kırıldı sonunda. Belki de açımı değiştirdim. Günü yaşamayı seçtim ilk defa. Sonunu düşünmeden. Gidişatı. Sadece şimdiye baktım. Girdim çembere. Dönüyordu hala. Bazen yavaşlasa da yol boyunca; dönüyordu hala ben, rüzgâr ve senin doğal ışıltınla. Güzel kokuyordu. Tuzluydu. İçtendi. Gülerken de. Ağlarken de. Bağırırken de. Güzel kokuyordu. Tuzluydu. İçtendi.

Her şey, bir kez daha, değişti.

Ulaşılmak güzel oldu. Giyinmek güzel oldu. Buluşmak güzel oldu. Konuşmak güzel oldu. Didişmek güzel oldu. Vedalaşmak güzel oldu. Düşünmek güzel oldu. Uyumak güzel oldu. Rüya görmek güzel oldu. Uyanmak güzel oldu. Vakit harcamak güzel oldu. Eskisi gibi oldum. Güzel oldum. Senin sayende oldu. Varlığın sayesinde.

.
.
.
.
.


Şimdi yine eskiden olduğum gibi, hissedebilen biri oldum. Dönüştüm. Sen beni dönüştürdün. Gittiğim, yol olmayan yoldan döndürdün. Kaybettiğim duyguları geri getirdin. Beni yine tek parça yaptın. Beni ben yapan en büyük parçayı kaybolduğu yerden bulup yerine taktın. Beni mutlu ettin. Hepsini sen yaptın. Farkında ya da değil. Çabayla ya da değil. İstemli ya da değil. Niyet ne olursa olsun. Varlığınla başardın. Minnettarım.

.
.
.
.
.
.


Metalin, betonun, camın, tozun ve paranın ortasında bir mezar taşıydın. Her bakana farklı düşündürebilen. Mutlu da edebilirdin varlığınla, mutsuz da. Sarılmak da gelebilirdi içten, kaçmak da. Ama ne mutlu ki sana(bana); oradaydın. Bu ufacık "hiç şehri"nin içinde, vardın. Metal, beton, cam, toz ya da para değildin. Hissettiren bir parıltıydın. Büyük bir güçtün. Işıltıydın.

İçtendin. Tuzluydun. Güzel kokuyordun.

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...