Sabah vakti İstanbul
trafiğinde Yıldız Tilbe'ye boğaz yırtarak eşlik edip gözyaşı dökmek için ilginç
bir gece geçirmiş olmanız gerek. Durakta bekleyen insanlar görmesin diye bir
elinizi direksiyondan alıp ağzınıza siper ediyorsanız, durum kendinizi durduramayacağınız
denli vahimdir. Durun. Durdurun. Bu duyguya ihtiyacınız yok.
“Geçmişin
hayaletleri peşimizi bırakmıyor.” “Bit pazarına nur yağıyor.” Adına ne derseniz
deyin, o yol, yol değil. Üzerinize çöreklenmeye hazır bu duygulara yüz
vermemelisiniz.
“Aşk yine, yine başa bela…”
Yakın zamanda çok
komik bir arkadaşım geçmişimin en büyük hayaletini üstüme saldı. Öyle
beklenmedik, öyle can alıcı bilgilerle dolu ve öyle iştah kabartıcıydı ki;
uyudum. Rüyalarda buluşurduk, gizlice kavuşurduk, yıllarca böyle sürdürdüm
ilişkimizi ve akıl sağlığımı. Gelmedi o gece. Ne kendi, ne çözüm. Bir daha da
uyku tutmadı. Günler günleri, iş güç ışık hızında yaşamı kovaladı, spor
salonunda kendimi öldüresiye yorsam da uyuyamadım bir daha. En fazla bir saat
daldım, uyanıp gece boyu evi arşınladım. Kapıları kilitledim, kapıları açtım,
dalamadım.
Salı oldu sonra.
Sıradan bir salı. Beklendiğim yere yine gidememiş, beklentileri boşa
çıkarmıştım. Loş salonda LED ışıklara bakınırken veri bağlantısı kullanan bir
arama aldım. Saçma bir İtalyanca isim yazıyordu ekranda, açmadım. Melodi susar
susmaz mesajlar yağmaya başladı ve cevap vermeme fırsat kalmadan yeniden
arandım. Isparta, İstanbul’a gelmişti on günlüğüne ve görüşmek istiyordu.
Hiçbir şey olmamış gibi, bir haftadır falan görüşmüyormuşuz gibi, kaldığımız
yerden bildiriyordu. Bir sorun vardı, nerede kaldığımızı bile anımsamıyordum.
Çarşamba için randevulaştık. Yalnız olmadığım yatağa girdim.
Çarşamba yapmam
gereken çok önemsiz işlerim vardı. Çarşamba oldu uykusuz gecenin ardından.
Çarşamba akşamı işim biter bitmez beni görmek istiyordu, neredeysem oraya
gelmeye hazırdı, istiyordu. Ben, ben bilemiyordum. Sıra şu hemşirelik
öğrencisindeydi sanırım o akşam, uzun zamandır bekletiyordum zaten, ayıp mı
olurdu, ne ayıbı daha tanışmıyorduk ama zaten yorgundum ikisini birden iptal
edip erkenden uyumak mantıklıydı fakat yine de akşam olmasaydı da karar vermek
zorunda kalmasaydım diye düşünüyordum. Akşam oldu. Gidemedim. Kaldığım yeri
bilmiyorken, oraya dönemezdim. Hem ne oluyordu böyle! Nerden çıktı bu insanlar!
Defolun gidin!
Perşembe günü kaçacak deliğim kalmayınca, rahatlamayı geç kalmakta buldum. Mümkün olduğunca geç gittim yanına ki bir görünüp kaçayım. Açıklayamıyorum bu duyguyu. Kalkıp defalarca şehirlerarası yol gittiğim, ardından bir buçuk yıl ağladığım insan metroyla otuz beş dakikalık mesafede beni bekliyor, çok uzaklara gitmeden önce aynı şehirde geçirdiğimiz vakit saat hızında azalıyordu ama ben onu görme arzusuna kapılamıyordum. Neydi bu, her şeyin bittiğinin göstergesi mi. Peki, duygusuzluğum ona mı özeldi yoksa altı yıldır hayatımda kimsenin olmayışının sebebi aslında ben miydim. Gittim. Onlarca kez yürüdüğüm, birbirinden çekici mekânlarla dolu bir caddede bir kez bile gözüme ilişmeyen izbe bir kafeye oturmuştu. İnsanların maç izleyip nargile içtiği, Arapların eşofman altlarını karıştırdığı, hatta tavla oynayanlar gördüğüme yemin edebileceğim bir yerdi burası. Hadi kalkıp Cihangir’de üçüncü nesil kahveciye gidelim önerim kabul edilmedi. Keko gibi davranmalıydık. Peki. Biz çay ve maden suyu konmuş masada birbirimize bakarken, garsonlar ve müşteriler de bizi inceliyordu. “Bunların burada ne işi var?” Bilmiyorum arkadaşlar, önünüze dönün.
Isparta tam olarak
kaldığımız yeri anımsıyordu. O saniyeden sonra yaşadığı üç yılı genel başlıklar
altında sunmaya girişti. Felç oldum, zihnen. Duyup duymadığımdan emin değilim
anlattıklarını ama sorularına cevap veremedim. O çok sevdiği keskin zekam beni
terk etmişti. Akıcı konuşmam uçup gitmişti. Hazırcevaplarım yapım
aşamasındaydı. Yutkundum, ellerimi yüzüme siper ederek güldüm, kafamı eğdim ve
sık sık sol üst dişimin diğerlerinden uzun olması hasebiyle gülüşümün
çirkinliğini düşündüm. Ne kadar sürdü bilmiyorum, oyuna girdim sonra ama yanlış
yerden. Beş yıl öncesinden başladım anlatmaya ama o zaten biliyordu bunları, “gerçekten
hatırlamıyorsun” dedi beni kırmadan, gerçekten hatırlamıyordum onu nerede
bıraktığımı. Üç gün önce kiminle yattığımı bile hatırlamıyordum ki artık. Ama
yattığım herkese onu anlattığımı iyi biliyordum. Mutfak masamda sık sık
tekrarlanan ön görüşmelerdeki “hiç âşık oldun mu” sorusunun cevabıydı
karşımdaki. Evet diyordum her sorana. İki kez. İlki sekiz yıl sürdü, ikincisi
iki. “Neden bitti?”, “İlkiyle anlaşarak ayrıldık, ikincisinin evli olduğunu
öğrendim.”
Yalan. Ayda ortalama
on kez anlattığım bir “eski aşklar” hikâyem var ve büyük kısmı yalan. Gerçeğin
değiştirilmiş hali. Gerçek, aylardan mayıs, bu perşembe akşamı, hiç olmadığı
kadar güzel, karşımda oturuyor. Sanırım hatırlamaya başladım. Neden
ayrıldığımızı, hangi şehirlerde gizlice buluştuğumuzu, nerede bıraktığımı hala
bulamadım ama öncesi parça parça dönmeye başladı. Kişiliği, deliliği,
yaşadıklarımız… Utancımdan da dönmüş olabilir anılarım çünkü o her şeyi ama her
şeyi hatırlıyordu. Sadece benimle ilgili de değil. Arkadaşlarımla, ailemle,
işimle ilgili her şeyi. Anlattıklarımı da. Laf arasında söylediğim şeyleri bile
hatırlıyordu. Fil hafızan mı var dedim ama hayır, bana özeldi. Etkilendim. Tek
eliyle iki yumruğumu avuçlamadan önce mi, sonra mı, emin değilim.
Sonra, “sonrasını
hatırlamıyorum” diyebileceğim kadar güzelleşti her şey. Sonra, hafızama
kazınacak saniyeler yaşadım. Aşkın ne olduğunu hatırladım. Gündelik ilişkilerle
harcadığım zamana acıdım. Neden sekiz yıl biriyle, iki yıl bu kişiyle beraber
olduğumu anlamlandırdım. Duyguların bünyeme neler yaptığını, aşkın, sevmenin,
sevilmenin, değer vermenin, değer görmenin, iki kişinin sadece karşılıklı
oturarak dünyayı güzelleştirebileceğinin farkına vardım; unutmuştum,
hatırladım. Karşımda Isparta vardı ama daha iyi hali. Takıntıları azalmış,
psikolojik problemleri düzelmiş, kendiyle ve yaşantısıyla barışmış, Avrupa
görmüş, Avrupa’da yaşamış, kendini hapsettiği kutudan çıkmayı başarıp -yüz yıl
geçse olacağına ihtimal vermezdim ama- egolarından sıyrılmış da gelmişti. Ha,
bana mı gelmişti, elbette hayır. Ama benim son on yılda hayatına girmiş en
önemli insan olduğum gerçeği de tutkal etkisi yapıyordu işte.
Nemrut’ta hayatımın
en güzel günlerinden birini yaşamıştım yıllar önce sayesinde. Bu perşembe
gecesi de Türkiye’nin bir başka harikasına, Boğaz Köprüsü’nün ışıklarına
bakıyorduk birlikte. Paralel evrene ışınlanmış gibi hissettiğimi söyledim.
Saatler önce varoşta hasta bakıp Zeki Müren’in meşhur sorusunu kendine dert
edenlere çözüm bulmaya çabalarken; şimdi şehrin en yüksek noktalarından birinde
mutluluktan sarhoştum. Üçüncü akşam yemeğimi yiyip, Hansel ve Gretel gibi
tatlılara saldırdım. Beşiktaş’a tepeden bakarken cheesecake yemenin bedeli 3 TL
dediklerinde, şeker komasına giriliyormuş. Her neyse. Metro bal kabağına
dönüşmeden evime döndüm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder