Rüyamda
zemin kat bir evdeyim. Birilerini bekliyorum. Gözüm kapıda, camda. Sonunda
geliyor(lar). Kapıyı açıyorum. Beklediğim biri var karşımda, Altan. Ve Meryem,
ona çok şaşırmıyorum. Ve annem! Bir daha asla göremeyeceğimi düşünürken, işte
karşımda duruyor. Kanlı, canlı, Alzheimer’lı. İçeri adım atıyor hemen. Ufacık.
Daha da kısalmış. Ama fiziksel gücü yerinde gibi. Boynuma sarılıyor. O kadar
ufak ki, yere oturmak zorunda kalıyorum. Diz çökmek de değil, tam olarak yere
oturuyorum ve o ayakta, boynuma sarılıyor. Çocuk gibi. Yeniden doğmuş gibi. Ama
Alzheimer’la doğmuş. Bana şunu soruyor: “Sen beni niye öyle?” Ne demek istiyor
acaba? Anlıyorum aslında. Sen beni niye oraya götürdün diyor. Bilmiyorum anne.
Seni öldürmek için götürdüm sanırım. Senden kurtulmak için. Öleceğini bile bile
seni oraya götürdüm ve sen de beni kırmadın, öldün. Peki neden her gün ağlıyorum?
Neden seni bu kadar özlüyorum? Neden seni hala bu kadar çok seviyorum?
Ben mi? Beni
olduğum gibi sevemeyen biriyleyim, dönmeni bekliyorum.
Birlikte
market gezerdik. Afili şeylere giderdi elimiz. Bugün spor çıkışı Macrocenter’a
girdim. Senin yoğurdunu gördüm. Sana alsam nasıl da severek yiyeceğin tatlılar
gördüm. Artık yemen içmen gerekmediğini idrak ettim sonra. Senin için
endişelenmem de gerekmiyor artık. Ne yersin ne içersin. Ben de bir gün
muhtemelen tanımadığım dört el tarafından bir çukura bırakılacağım ve benim de
artık böyle dertlerim kalmayacak diye düşündüm ve hiçbir şey almadan çıktım.
Keşke burada olsaydın.
Murakami
romanındaki adam gibi bir bira aldım, oturdum tek başına içiyorum.