31 Mart 2010 Çarşamba

WHERE THE WILD THINGS ARE (2009) by SPIKE JONZE ***-


Türkiye’de iş yapan dağıtımcıların perdede izlememize izin vermediği yeni Spike Jonze filmi Where The Wild Things Are ülkemiz DVD raflarındaki yerini aldı. Being John Malkovich(1999) adlı sıra dışı ilk filmiyle tüm zamanların en iyi işlerinden birine imza atan video-klip yönetmeni, 2002 yılında ikinci kez Charlie Kaufman ile bir araya gelerek Adaptation.’u çekmişti. 2005 yılında uzun bir hazırlık sürecinin ardından ilk iki filminin dahi senaristi olmadan yazdığı Arkadaşım Canavar’ın çekimlerine başladı Jonze. Dev kukla kostümlerini yarım saatten fazla giyemeyen aktör ve dublörlerin verdikleri aralar, canavarların yüz ifadelerini oluşturabilmek adına birden çok kamerayla takip edilmeleri derken kusursuz bir canlandırma yolunda uzun uğraşlar verildi. Universal ile anlaşılamayınca Warner Brothers’a geçen Spike Jonze bu stüdyoya da filmin son halini beğendiremedi. 75 milyon dolarlık yapımı çöpe atmasını isteyen patronlara fazla direnemeyen yönetmen filmi ek çekimlerle aile dostu hale getirip başına bela olan projeden kurtulmayı seçti.

Benim size tavsiyem film hakkında hiç araştırma yapmadan gidip almanız ve tek başınıza izlemeniz. Yönetmenin ilk iki filminin yanında ciddiye alınması bile zor görünse de, yine kusursuz çekilmiş ve “hayat” adlı, düşündükçe çirkinleşen bir hikâye var karşımızda. Sayfalarca film okumasına açık olsa da üzerine gitmemek, hakkında okumamak, yazmamak ve hatta fazla bahsetmemek gereken bir yapım bu. Sahnelediği çocuksu anlardan büyüklere sert mesajlar veren, her saniyesinde aynı imaj üzerinde iki anlam taşıyan bir film. Peşindeki kara bulutlara rağmen büyüleyen bir yanı var. Sadece izleyip unutmak ve hayatta olduğumuz sürece filmin çocuk kahramanı Max gibi her anın delicesine tadını çıkarmak gerekiyor belki de.

PRECIOUS: BASED ON THE NOVEL PUSH BY SAPPHIRE (2009) by LEE DANIELS ***


Kimsenin umursamadığı ilk filmi Shadowboxer(2005)’da Mo’Nique’ye Precious adlı bir karakteri oynatan yönetmen Lee Daniels; bu yıl 6 dalda Oscar’a aday gösterilip Mo’Nique’ye ödül getiren yeni filmi ile törenin ikinci devasa zenci dramına imza atıyor.
The Blind Side(2009) boyu iki metrenin üzerinde olan zenci lise öğrencisi Michael’ın iyi niyetli bir aileyle tanışması sonucu değişen yaşamını anlatıyordu. Bu film ise 16 yaşında öz babasından ikinci çocuğuna hamile ve kendinden nefret eden annesiyle yaşayan şişmanlığıyla devasa Precious’un, okuldan atılması sonucu “Each One Teach One” adlı alternatif eğitim kurumuna giderek orada karşılaştığı lezbiyen melek öğretmen sayesinde yaşamını yoluna koyma çabasını anlatıyor. The Blind Side ne kadar tozpembe ve plastikse Precious o kadar sert, karamsar ve gerçekçi. İlk film klasik hikâye anlatma yollarından birini seçerken ikincisi her fırsatta sinemanın sınırsız imkânlarından faydalanıyor. Precious’un zor durumda kaldığı anlarda sahneyi sömürüp kolaylıkla işi pornografiye dökebilecek yönetmen bunun yerine bizi küçük kızın hayal dünyasına götürerek müzikallerden fırlamış rüya sahneleri sunuyor. Üstelik bu tercih filmin gücüne güç katıyor.
Mo’Nique’nin en iyi kadın oyuncu Oscar’ını sonuna dek hak eden performansıyla devleştiği yapımda, Precious rolündeki Gabourey Sidibe ise Sandra Bullock’un sırasının gelmiş olması durumuna kurban gidiyor.
Yine de bu yıl sayısı 10’a çıkarılan en iyi film adaylarının ikinci beşlik kısmının parçası olduğu aşikâr bir yapım.

28 Mart 2010 Pazar

THE BLIND SIDE (2009) by JOHN LEE HANCOCK ***


John Lee Hancock’un, Michael Lewis’in Michael Oher adlı Amerikan futbolu oyuncusunun hayatını anlattığı kitaptan Oscar’ın emrettiği üzere iki saati aşan bir filme dönüştürdüğü The Blind Side; bu yıl Sandra Bullock’a uzun süredir beklediği ödülü getirdi ve yapımcılarına harcadıklarının dokuz katını kazandırdı. Buena Vista’ya The Alamo(2004) ile 80 milyon dolar kaybettiren yönetmenin beş yıl sonra Warner’a her açıdan iyi gelmesinin sırrına ve 18 yıldır bu işi yapan 53 yaşındaki Hancock’un bunu nasıl başardığına bir bakalım. Öncelikle bu film bir kendini iyi hisset filmi. Üstelik akademinin bayıldığı şekilde gerçek bir hikâyeden uyarlanmış. Mutlu sonla bitiyor, tam sezonunda gösterime girdi ve izleyen herkese hala umut var diyor. Yönetmen ayrıca 2,03 metrelik 26 yaşındaki zenci oyuncusunu 17 yaşında tatlı ve sevilesi bir çocuk gibi göstermek adına ona son 15 dakikaya kadar üst üste üç cümle söyletmemek gibi doğru seçimlerde bulunuyor. Sandra Bullock’a bir tür Erin Brochovich(2000) giysisi giydirip dünyanın en iyi zengin kocasıyla evlendirdikten sonra onlara evrendeki en olgun ergen kız ve en fındık faresi tatlı oğlan çocuğunu evlat olarak sunuyor. Kusursuz Hıristiyanlar olan aile üyeleri elbette zenginlikleri gibi bunu da kimsenin gözüne sokmuyorlar. Bu her şeyleriyle kutsanmış mükemmel aile mükemmel şanssız çocuğu bulup onun şansı oluyor ve insanlığa pozitif enerji yayıyorlar.
Finalde izlediklerimizin gerçek olduğu söylenmese ve canlandırılan ailenin yıllara yayılan mutluluk fotoğrafları perdede akmasa saçmalık diye burun kıvrılabilecek film, böylece pesimistlere nefes aldırmadan bitiyor.
Oscar komitesi böyle filmleri listeye sokmak için mi “En İyi Film” adaylarını 10’a çıkardı diye hayıflanmadan edemiyor insan.

HAYAT VAR (2008) by REHA ERDEM **-


45. Antalya Film Festivali – Ulusal Yarışma (Ekim 2008)
SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) Özel Ödülü
59. Berlin Uluslararası Film Festivali (5–15 Şubat 2009)
Tagesspiegel Gazetesi Okurları Jürisi Özel Ödülü
28. İstanbul Uluslararası Film Festival (4–19 Nisan 2009)
FIPRESCI ödüllü
27. Uluslararası Gençlik Film Festivali – Ale Kino! (6–13 Aralık 2009)
Genç Seyirci Özel Ödülü
42. SİYAD Ödülleri – Şubat 2010
En İyi Film, En İyi Yönetmen, En iyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Kurgu
3. Yeşilçam Ödülleri – Mart 2010
En İyi Yönetmen, En İyi Genç Yetenek–Elit İşcan

Beşinci uzun metraj filmi Hayat Var ile sinemada yirmi yılı geride bırakan senarist-yönetmen Reha Erdem, filminin kurgusunu ve ses tasarımını da kendi yapmış. Yönetmenin önceki başarılı işleri sayesinde dünya çapında 47 festivale daha kabul edilen filmin neden sadece Türkiye’den ödül aldığını sorgulamak gerekiyor. Ufak bir araştırma yaptığınızda yerli eleştirmenlerin çoğunun filmi ayakta alkışladığını görebilir, ihtiyacımız olan başyapıtın bu olduğunu öne sürdüklerini ve hatta Erdem’in dünyanın en büyük dört beş yönetmeninin meziyetlerini bir araya toplayarak var olmayan bir tür yaratıp sinemayı yenilediğini iddia edenlere bile rastlayabilirsiniz.
Ben bunları tümüyle reddediyorum.
Verdiği master class(!) derslerde tek amacının bir ritim yakalamak olduğundan bahseden ve röportajlarında bu filmi çekerken suyun üzerinde kullanması gereken kameranın kirası yüksek olduğundan kendi imkânlarıyla aparatlar ürettiğini duyurarak düşük bütçeyle sinema yapmanın zorluğunu anlatan Erdem’i sevebilir, kendini film yapmaya adayarak bağımsız bir güce dönüşmesini takdirle izleyebilirsiniz. Ne yazık ki bunlar amatör oyunculardan yer yer berbat performanslar aldığı ya da planlarının ne kadar süre perdede kalacağı konusunda özgür olmak için girdiği kurgu odasından seloteyple yapıştırılmış gibi görünen bir bütünle çıktığı gibi gerçekleri değiştirmez.
Yarattığı Hayat isimli karakteri rutin yaşamında takip ederek onu defalarca okula götürüp getiren, evinin kıstırıcılığını, aile fertlerinin sorunlarını, hindi-teyzeyi ve boğazın pisliğini fena sayılmayacak çerçevelerle aktaran yönetmen, ezbere bildiğimiz cümleleri kamerasıyla yeniden yazmaktan öteye gidemiyor. Anlatımda ulaştığı iddia edilen o yüksek noktadaki duruşunu diğer sanat ürünlerinin bize ezberlettiklerinin hafızamızda kalmasına borçlu olduğunu ise kimse itiraf etmiyor.
Evet, Reha Erdem iyi bir yönetmen ancak Hayat Var iyi bir film değil. Ve sırf o yaptı diye daha evvel onlarca kez gördüğümüz üstelik oyuncuların yetersizliği nedeniyle başarılamamış bir finale yarım sayfa methiye düzen eleştirmenleri sadece saçmalamakla suçlayabilirim. Beş Vakit(2006) ve Hayat Var ile sinemasını sadeleştirmeyi deneyen Erdem bir gün Semih Kaplanoğlu ya da Nuri Bilge Ceylan gibi özel bir cümle kurup bunu da aynı olgunluk ve estetikle bize aktarmayı başarırsa o zaman ilk alkışı da yine ben tutabilirim.
Sonuçta Erdem’in imkânsızlıklara rağmen gerçekleştirdiği güzel çekimler ve yarattığı atmosfer öyle basit şeylerle güme gidiyor ki; insanın içi acıyor, çok para ya da daha yetenekli bir ekiple çalışsa neler başarırdı diye aklımız takılıyor.

26 Mart 2010 Cuma

THE BOX (2009) by RICHARD KELLY **


Bilim kurgu türünde gizemli filmler yapma konusunda ısrarını sürdüren genç yönetmen Richard Kelly’nin Donnie Darko (2001) başarısının ardından uzun yıllar geçti. İkinci uzun metrajı Southland Tales (2006)’i benim de içinde bulunduğum ufak bir grup dışında kimseye beğendiremeyen Kelly, adaşı ünlü yazar Richard Matheson’un “Button, Button” adlı kısa hikâyesinden uyarladığı ve yıldız oyuncusuna rağmen ülkesinde maliyetinin yarısını çıkaramayarak ilk iki filmi gibi batan “Kutu” ile Amerika’dan dört buçuk ay sonra ülkemiz sinemalarına konuk oluyor.
İlgi çekici bir başlangıcı gerçekçi 1976 atmosferi ile bütünleyip sırtını Frank Langella ve hesaplı kadrajlarına dayayan film, kısa süre sonra bir köşeye bıraktığı kutu üzerinden gerilim yaratma vaadini son on dakikada bağlayana dek sürpriz sonlu şaşırtıcı bir gerilim izlemeye gelmiş kitleyi hayal kırıklığına uğratıyor. Gerçekten de başka bir yönetmen-senaristin ya da baskıcı yapımcıların elinde yarısı düğmeye basıp basmama konusundaki kararsızlıklar, kalanı bolca aksiyon ve saçmalıkla geçirilip aynı tahmin edilebilir sonla bitecek bir film yapılabilir, böylece kasalara yüz milyon dolar atılabilirdi. Richard Kelly ise bizi nefis, ahlak ve bazı insani kaideler üzerine, tasarladığı fütüristik sahneler ile düşünmeye davet ediyor. Ne yazık ki yarattığı evren, yaşattığı gerilim ve sunduğu gizem nihayetinde küflü bir konuyu tartışmaya açmaktan başka işe yaramadığından, yeni binyılın akıllara zarar bilimkurgusunu izleme hayalimiz de başka baharlara kalıyor.

25 Mart 2010 Perşembe

LOST'UN SIRRI


Altıncı sezonun sekizinci ve dokuzuncu bölümleri Recon ile Ab Aeterno’yu izledikten sonra altı yıldır bizi meraktan kıvrandıran Lost’un gizemini çözdük ya da ekip böyle düşünmemizi istiyor.
Jacob bir tür tanrı, iyiliğin temsilcisi. Adaya yüz, belki de binyıllardır insanlar getiriyor. Amacı siyah giyimli adama (şeytan, iblis ya da kötülüğün temsilcisi) insanların –en azından bir kısmının- ayartılamayacağını ispat edebilmek. Jacob olaylara doğrudan müdahale etmek istemediği için (burada kaderimizin satır satır yazılmak yerine bizim tercihlerimizle şekillendiği ima ediliyor) 1867 yılına kadar Jacob’un adaya getirdiği insanların hepsini Şeytan ayartmış ya da öldürmüş. Şeytan’ın dünyaya ulaşıp kötülüğü yaymasının önündeki tek engel ada. Onu adada tutan yegâne güç ise Jacob. Eğer Şeytan Jacob’u öldürmeyi başarırsa adadan kurtulacak ve dünyaya kötülüğü yayacak ya da dünyayı cehenneme çevirecek. Bunu da Hugo’nun Şeytan’ı durduramazsak hepimiz cehenneme gideceğiz demesinden anlıyoruz.
Jacob yıllarca öldürülürse yerine geçecek birini aramış. Bazı insanları adaya gelmelerinden uzun zaman önce yaşadıkları şehirlerde ziyaret edip onlara dokunmuş, kaderlerine ufak müdahalelerde bulunmuş (Jacob her zaman sizi ne yaşamanız gerektiği konusunda ittirdi cümlesinden anlıyoruz) ve sonunda aynı uçağa bindirerek adaya getirmiş. Elbette insanlara özgür iradeleri ile hareket etme hakkı tanıdığından işler hemen yoluna girmedi ve çeşitli ziyaretçiler ile bitmek bilmeyen The Others topluluklar sayesinde olaylar (ve elbette dizi) uzadıkça uzadı.
Richard ise Jacob’un peygamberi. Son 150 yıldır adadaki insanlarla Jacob arasında iletişim kuruyor. Adanın yerlilerine tayin edilen Charles Widmore, Benjamin Linus ve John Locke gibi yöneticilerin de Jacob tarafından yönlendirilmeleri Richard sayesinde olmuş.
Sonunda Şeytan Jacob’u öldürmeyi başardı hem de Jacob yerine geçecek kişiyi belirleyemeden. Kalan altı aday halen durumun farkında değil ve Şeytan’ın ayartmalarına karşı savunmasız.
Umarım hikâye benim yukarıda tahmin ettiğim kadar basit değildir ve finalde aklımızı yitirtecek bir ilginçlik ile karşılaşırız. Öyle olmasa bile bu kadar evrensel bir hikâyeyi bize altı yıl boyunca kusursuz şekilde satan ekibi tebrik etmeliyiz.

23 Mart 2010 Salı

Mc NAMARA / TROY


Başlığı Nip/Tuck olan bir yazı yazmak günler sürerdi ve çok iyi olurdu ancak bu derin yüzeysellik içeren dramın büyük finali şerefine fazla yorulmadan bazı cümleler kurmak istedim.
Altı yıl evvel Ryan Murphy’nin pek popüler olmayan FX kanalı için hazırladığı ve kariyerini kullanarak bardan kız kaldıran plastik cerrahın kırmızı kalemle kusurlu bölgeleri çizeceğim derken haritaya çevirdiği yarı çıplak kadın vücudu sahnesi ile donmuş zihnimizi sarsan pilot bölümünün başarısı tartışmaya kapalı dizi Nip/Tuck’ın büyük finali geçtiğimiz günlerde gerçekleşti. Bu serüven hem FX kanalına hem de almaya açık insanlığa iyi geldi. Tarihinde görmediği reytingler geldikçe sansür kelimesinin daha bir uzağına düşen kanal yöneticileri ve kendilerini üçüncü dünya ülkeleri için değil, muhafazakârlıktan en uzak kesimlerin ahlaksızlıkla suçlamasına çabalayan yaratıcı ekip 18 yaşını doldurmuş her gence zorla izletilmesi gereken bir şov sundu. Duydukça, araştırdıkça, gördükçe ve en iyisi yaşadıkça tabularını ufaktan yıkmaya güçlenen körpe zihinlerin kişisel deneyimleri ile ölene dek elde edemeyecekleri bir hoşgörü kazanmalarını sağlayan tek görsel sanat ürünü şimdilik bu dizi gibi duruyor. İzledikçe bu kadarı da fazla dedirten ancak zamanla o aşırılığı da sindirtip, kahramanlaştırmadığı karakterlerine gerçek dünyada olabilecek muhtemel sonuçları yaşatan kusursuza yakın senaryosu; izleyicinin deneyerek öğrenme hevesini hayli azaltıyor. Biz halen en temel cinsel sapmaların peşinde yaşamlar karartırken, dizi ahalisi yeryüzünde en sapık-sapkın ne olabilir ve olsa ne olur sunumu yaptıkça izleyici farkında olmadan olgunlaşıyor.
Evet; oyunculuklar ancak vasattı, dizi ikinci ve üçüncü sezonda yakaladığı inanılmaz gücü uzadıkça kaybetti ve gelmiş geçmiş en ahlaksız görsel işin final sezonu neredeyse RTÜK üyeleri tarafından hazırlanmış gibiydi fakat altı yılını aynı istikrar ile sürdüremese de tüm zamanların en alınası ahlaksızlık dersini Nip/Tuck verdi bize.

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...