2009 yılında Michael H. Weber ve Scott Neustadter’in yazdığı ilk
senaryoyu Marc Webb ilk uzun metrajı için kullandı ve ardı arkası kesilmez
övgülere mazhar oldu. Filmin aldığı WGA, Toronto, NBR gibi adaylıklar Altın
Küre’ye kadar uzandı; törenden En İyi Müzikal veya Komedi ve En İyi Erkek
Oyuncu dallarında adaylık kapıldı. Gerçek aşk diye bir şeyin olmadığına inanan
bir kadınla ona âşık olan bir erkeğin yaşadığı 500 günü anlatan yapımı hakkında
duyduğunuz olumlu eleştirilerin ardından izlerseniz filmin değerinin altında
görünmesi doğal. Bu kadar övgü ve ödül adaylığının ardından bir de Marc Webb’e
henüz ikinci filminde “The Amazing Spider-Man/İnanılmaz Örümcek Adam”
projesinin emanet edilmesi heyecanı artırıyor. Tüm bunları unutup yedi buçuk
milyon dolar bütçeli küçük bir ilişki filmi olarak bakarsanız, keyif alma
ihtimaliniz daha yüksek.
Film çok güzel bir notla açılıyor. “Şimdi izleyecekleriniz hayal
ürünüdür. Ölü ya da diri, gerçek kişilerle benzerlikler rastlantıdır. Özellikle
seninle Jenny Beckman. Kaltak.” 488. Günden başlıyoruz. Birinci güne dönüyoruz.
Sonra tekrar ileriye. Beş yüz günlük süreç içinde serbestçe dolanıyoruz. Ama
zannetmeyin bu dört başı mamur bir gezinti, ya da en azından işlevsel. Hayır.
Senaristlerin kendi işlerini kolaylaştırmak için buldukları bir anlatım
numarası. Giriş gelişme sonuç şeklinde ilerleseler inandırıcılık sorunu
yaşamaları muhtemel. Kızla erkeği tanıştır, kimyayı yarat, iyi diyaloglar yaz,
kırılma noktaları tasarla… Kim uğraşacak? Bir ileri bir geri gidilmesinin tek
sebebi anlatacaklarının kısıtlı oluşu.
Filmin ana fikri şu: O kadar da üzülmeyin. Biri biterse yenisi
başlar. Biri aşka inanmıyorsa, henüz âşık olmamıştır. Biri bağlamak istemiyorum
diyorsa, size bağlanmak istemiyordur. Özgür kız diye bir şey yoktur, evleneceği
erkekle tanışmamış kız vardır. Hepsi bu. Ötesi yok. Temada zekâ yok, senaryoda
yenilik yok, anlatımda hoşluklar yok. O zaman neden “(500) Days of Summer/Aşkın (500) Günü” bu kadar büyük bir hit oldu? Çünkü türdeşleri çok kötü. Hollywood’dan
yıllardır iyi romantik komedi çıkmadı. Hollywood yıllardır güldürme işini Judd
Apatow tarzı erkek komedilerine yüklüyor. İzleyicinin kalbine dokunurken kahkaha
attıracak öyküler sunamıyor. Ortalama bu kadar düşünce de klişelere boğulmamak
meziyet sayılıyor. “En azından fabrikasyon değil” hissi yersiz övgüleri peşinden
getiriyor.
Hiç mi iyi yanı yok derseniz, elbette var. Film klişeler üzerine
inşa edilmemiş ve gerçekten fabrikasyon değil. Joseph Gordon-Levitt role çok
yakışmış. Zooey Deschanel ile kimyaları tutmuş. Marc Webb yönetmen olarak temiz
bir iş çıkarmış. Hikâyeyi sabote etmemiş. Başka? Başka bir şey yok. “Aşkın
(500) Günü” romantizm açlığınızı doyuramasa da 95 dakikanızı fark ettirmeden
çalabilecek vasat bir iş.
Hakkındaki övgülerden haberim yoktu. Yinede çok beğenememiştim.Tekrar seyretmeyi düşünmeyeceğim bir film :P
YanıtlaSil