Russell anne ve babasını tanımadan, koruyucu ailelerle büyümüş
bir genç erişkin olarak hayatını travmalarının gölgesinde yaşıyor. İçine kapanık,
sakin ve büyük bir değişimin peşinde değil. Glen aksine hep daha fazlasını
istiyor. Çoğu kişinin imreneceği, yanlarında istediği gibi hareket edebildiği
arkadaşları var ama ona yetmiyor. Çalıştığı sanat galerisi ve ufak projeleri ona
yetmiyor. İngiltere ona yetmiyor. Amerika’ya taşınmak, sanat üzerine çalışmak
ve sürekli büyümek istiyor. Russell aşka inansa da karşısına çıkacağını
düşünmüyor. Glen aşk tam karşısında dursa elinin tersiyle itiyor, inanmadığını
söylüyor.
Russell kardeşi gibi sevdiği evli-mutlu-çocuklu bir ailenin
evinde geçen diğer konuklar için eğlenceli, kendisi için işkence gibi bir
akşamın ardından Glen ile tanışıp seks yapmak için evine götürüyor. Sabah
beklemedikleri hislerle uyanıyorlar. Konuştukça daha da bağlanıyorlar. Cuma
gecesi seksi cumartesiye, birbirlerini ilginç bulmaları sonucu pazara
bağlanıyor. Ama bir sorun var. Glen hafta sonunun bitişiyle Amerika’ya gidecek.
Kalıcı olarak.
Ridley Scott’ın kurgucusu olarak çalışmış Andrew Haigh’ın ikinci
uzun metrajı “Weekend” gösterime girdiği yıl İngiliz Bağımsız Film Ödülleri,
Londra Film Festivali ve Rotterdam Uluslararası Film Festivali’nin de içinde
olduğu çeşitli festivallerden övgü ve ödüller kazanmış, dünya çapında
bilinirliğe ulaşmıştı. 120000 sterline mal olmuş bağımsız yapım iki kişinin
aşka ve hayata bakışları üzerine yaptıkları sohbet üzerine kurulu.
Glen iki gün içinde çok uzaklara gitmeyecek olsa yine de Russell’a
bu kadar bağlanır mıydı sorusu benim en çok merak ettiğim nokta. Mutsuzluğunu
ve kimseye bağlanamamasını eski sevgilisinin ihanetine bağlayan Glen’in bir
gecede Russell’dan hoşlanmasını ilk görüşte aşk ile de açıklayabiliriz elbette
ama bence asıl sebep Glen’in Amerika’ya gitmekten ve/ya orada başarısız
olmaktan korkması. Böylece son anda “bana gitme de” diyebileceği birini bulup
ona sarılıyor. Russell gitme dese, ilişkilerinin Glen’i tatmin edemediği
nokta geldiğinde tüm suçlu o olacak. Bu öyle büyük bir suç olacak ki, Glen onu
hayatının fırsatını kaçırtmakla ve geleceğini mahvetmekle suçlayacak. Neyse ki
ayakları yere basan Russell, Glen’i durdurmuyor hatta gitmesi için
cesaretlendiriyor. İçten içe kalmasını istese de önceki gece başlayan ani
romantizmin rüzgâr gibi geçebileceğini bildiğinden mantıklı tercihler
yapıyor. Böylece Glen gidişini şova dönüştürüp “Amerika’dan Paris’e uçmak üzere
olan hayalperest genç kız” rüyasını kendi gidişinde yaşama şansı buluyor.
Muhtemelen Amerika’ya ayak basar basmaz ilk bulduğuyla yatacak ve her mutsuz
olduğu anda bunu Russell’ı geride bırakmış olmasına bağlayacak.
Haigh’ın filmi Richard Linklater’ın “Before Sunrise”ı misali
akılda kalıcı bir tanışma ve vedalaşma öyküsü. Aldığı olumlu eleştiriler
sonrası “Before Sunset”i gelir mi bilmem fakat şimdilik karşımızda olanın
unutulmaz anlara sahip olmasa da görmeye değer bir bütüne ulaştığını
söyleyebiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder