Terence Rattigan’ın ilk kez 1952 senesinde Londra’da sahnelenen
oyunu “The Deep Blue Sea” ertesi yıl Broadway’e taşınmıştı. 1955’te yazarı
tarafından sinemaya uyarlanan eseri Anatole Litvak yönetmiş; Vivien Leigh,
Kenneth More ve Eric Portman karakterlere beyazperdede hayat vermişti. Olumlu
eleştiriler alan yapım Venedik’te Altın Aslan için yarışmış ve BAFTA’ya aday
gösterilmişti.
1988 tarihli ikinci filmi “Distant Voices, Still Lives/Uzak
Sesler, Durgun Yaşamlar” ile Cannes’da FIPRESCI alan yönetmen Terence Davies bu
sayede ismini dünya çapında duyurmuştu. Otuz yılda sadece altı uzun metraj
kurmaca çeken Davies İngiltere sinemasının saygı duyulan isimlerinden biri
olmayı hep sürdürdü. “”The House of Mirth/Keyif Evi”nden bu yana geçen on bir
yılda yalnız Liverpool’un dönüşümü üzerine bir belgesel çeken yönetmenin yeni
işi merakla bekleniyordu. Ve 66 yaşındaki Davies, çocukluk yıllarına denk düşen
öyküsüne gönülden bağlandığı “The Deep Blue Sea”ye yeni bir uyarlama yaptı.
31. İstanbul Film Festivali’nin açılışını yapan “The Deep Blue Sea/Aşkın Karanlık Yüzü” vasıtasıyla ülkemize gelen ve Sinema Onur Ödülü
verilen Davies’in filminin aynı ay içerisinde vizyona girmesi bekleniyordu
ancak süresiz olarak ertelendi. Rachel Weisz, Tom Hiddleston ve Simon Russell
Beale yeni kadroyu oluşturan isimler. Yüksek mahkeme yargıcı Sir William
Collyer’in karısı Hester’ın savaştan dönmüş Kraliyet Hava Kuvvetleri eski
pilotu Freddie Page’e âşık olmasıyla değişen yaşamları anlatan film özellikle
kadın karakterinin hislerine odaklanıyor. Film boyunca Hester’ın yaşadıklarını
ona anlayış gösteren bir anlatımla izliyoruz.
“Aşkın Karanlık Yüzü” yeniden yorumlanmış olsa da elli yıllık
bir hikâye olduğunu gizleyemiyor. Zengin, iyi niyetli, anne kuzusu yaşlı adamla
evlenmiş genç ve güzel kadının; savaştan kahraman gibi dönmüş ancak günlük
hayatta işlevsiz kaldığı için bunalan genç erkeğin peşinden sürüklenmesi
günümüzden bakınca ilginç gelmiyor. Yargıç Sir William Collyer eşine koşulsuz
bağlılığı dışında hakkında bilgi sahibi olamadığımız tek boyutlu bir karakter
olarak kalıyor. Talepkâr annesi karşısında da en az Hester karşısında olduğu
kadar ezik duran William’ın tek istediği sevdiği insanları mutlu etmekmiş gibi
duruyor. Hakkında tek öğrenebildiğimiz bu. Zıt kutba yerleştirilen erkek
karakter Freddie’nin ise travma sonrası stres bozukluğu yaşadığı belirtilerek
sığlığı açıklanmaya çalışılıyor. Genç yaşında savaşa gitmiş ve kahraman gibi
dönmüş adamın alkışlar dinince işsiz kaldığı gerçeğiyle yüzleşmesi sık
kullanılmış bir malzeme. Terence Davies bu aşinalığı alıp ifadelerini
güçlendirmek yerine, olduğu gibi bırakıp sırtını yaslamayı tercih etmiş. Bu da
Freddie’yi William gibi kartonlaştırmış.
Davies kadın karaktere odaklı bir film yapmak istediğinden, hani
yine de affettiremezdi kendini ama Hester karakterini dört başı mamur yazmayı
başarmış ve unutulmaz bir portre çizmiş olabilseydi iyimser bakılabilirdi
“Aşkın Karanlık Yüzü”ne. Oysa Hester da en az filmin erkekleri kadar yüzeysel.
Sevgi dolu, başarılı kocadan sıkılmış heyecan peşindeki özgür kadın olarak
çıktığı yolda aşk için gururunu hiçe sayan bir kaybedene dönüşüyor. Freddie’nin
her dediğine evet diyen, aciz, elinde aşktan başka şey kalmayan birine
dönüşüyor. Sevgilisi tarafından aşağılandıkça, silikleşiyor. Belki kocasına
dönmeyerek sürüklendiği güç yaşam koşullarına tek başına göğüs germeyi
kabullenmesi takdir edilebilir ancak yine de baştan sona feminist bakış açısına
zıt tercihler yapıyor.
“Aşkın Karanlık Yüzü” senaryosunun sığlığı bir yana, sinemasal
anlamda da güçlü bir film değil. Davies’in karakterlerin vücut diline
odaklanmamız için uzun tuttuğu planlar anlamı güçlendirmiyor. Film, en azından
bir düzine iyi çekilmiş örneğe sahip türün sularında titreşim yaratmaktan bile
aciz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder