2019’a, yıl bitmeden
başka ülkelere taşınması muhtemel, çok sevdiğim üç insan ve daimî bakıcısı
olduğum hastamla; İran yemekleri, Lars von Trier, Lemony Snicket, Rober Hatemo,
İbrahim Tatlıses ve beni bir yılbaşı ağacına dönüştüren kimonom eşliğinde
girdim.
Yılın bitirdiğim ilk
kitabı, co-writer’ımın beni hayrete düşüren güzellikteki ikinci romanı oldu.
Sonraki günler beğenmediğim hediyeleri değiştirmekle, bit pazarından bozma
evlere gitmekle, Balat’ta üç beş tur atmakla ve zekasız bulduğum insanlara bile
içimdeki sıkıntıyı atabilmek ihtimali uğruna tahammül etmekle geçti. Ocak
ayında kendimi çok yordum. Her davete icabet ettim, sürekli yeni kan aradım ve
her gün annemi İstanbul’a geldiği ilk günmüş de yarın dönecekmiş aceleciliğiyle
ağırladım. Bir daha dönmeyeceğini kabullenmem ve bu mecburiyetten kendimi
sıyırmam yedi ay sürdü.
Doğum günü hediyemi
beş ay gecikmeli kullandım, hayatımda ilk defa botoks yaptırdım. Fena olmadı
diye üç ay sonra ikinci kez gittim ama su enjekte etmiş kadar etkisiz oldu.
Yemek yapmaya başladığım yetmezmiş gibi kek yapmaya da başladım. Tam bir
sıkışmışlık sendromuna tutulmuş olmalıyım ki ev hanımına bağladım. Sonra, ölüme
biraz daha yaklaştığımı hissettiren bir olay yaşadım, ağzımdan bir diş daha
eksildi. Sinema, tiyatro, kitap, dizi, şarap tadımı, size gele-bize gele
davetler derken şubat ayı bitti, şimdi, şu andan bakınca, 14 Şubat günü sanırım
biz de bitmişiz.
Mart fena
başlamamıştı zaten ama 9 Mart günü iki yıldır satmaya uğraştığım evimden
kurtuldum, yani harika devam etti. İlk günden beri hayallerimi yüz üstü
bırakan, içinde mutlu olmak için çabaladıkça beni kapının önüne koyan, huzurla
eşdeğer tutmaya çalışırken sonsuza dek içten ve dıştan istila edildiğini
kabullendiğim evimi; aldığı ceketi, etiketini sökmeden giyen bir Libyalıya
sattım. Elli aydır süren “kredi borçlu” statüsünden “ufacık parasını ne
yapacak” statüsüne atladım. Ev seçimimin de insan seçimim gibi “ilk gördüğümde
aklım kalır, o olmazsa başkası da olmaz” şeklinde olduğunu bile bile ısrarla ev
aradım ama yine ilk gördüğüme taşındım. Türkiye’nin en yüksek binasının
55.katında, sığınak inşa etmekle kulaklarıma şiş sokma arasında gidip geldiğim
tüm o gürültülerden uzak, insandan çok gökyüzüne yakın bir hayata başladım.
Elbette taşınalı beş ay olmasına rağmen beş yüz sorunun sadece yüzde beşi çözüldü
evle ilgili fakat eskisinden o kadar iyi ki; şikâyet etmeye hakkım yokmuş gibi
hissediyorum.
Evlendiği için mi
bilmiyorum parantezinde, iki yıldır görmediğim, eskiden çok sık görüştüğüm ve
(hala) çok sevdiğim bir dostumu gördüm. Bana, evliliğin onu ne kadar
değiştirdiğini anlattı. Bazı şakalar çok gerçek.
İstanbul FF bol
filmli ve yeni evimden dolayı ulaşımı zor geçti. Film arası rahatlamalar da iyi
sayılmazdı. 15 Nisan “anneni işe getir” animasyonunun başladığı tarih oldu.
Sırtımda, zihnimde ve kollarımda taşıdıklarım yetmezmiş gibi, İstanbul’un
sineması olmayan 4 ilçesinden birine her gidişimde annemin de elini tutmaya
başladım.
Bazı akılda kalanları
gerçekleştirip yeni “aşağı mahalleyi” tanıma dönemi geldi sonra.
Yeni evime her hafta
birini davet etmeliyim cumartesileri, içinden pislik akan birinin zehrini daha
fazla içinde tutamadığı güne kadar sürdü. Arkadaşıyla aramızın bozulduğu gün
benimle iletişimi kesen “topluluk içinde çok yüksek sesle Almanca konuşan kadın”,
insanlarla ilgili son iki yılda yaşadığım en büyük hayal kırıklığı oldu.
Kendisi bir saniyede yok olduğu gibi, asistanını/kocasını da kısıtladı. Böyle insanlar
keşke ölse.
101 İstanbul Lezzeti
geçen yılki kadar olmasa da güzel geçti. Sugardaddy’lerin ne kadar işe yarar
oldukları bir kez daha ispatlandı. Sonra bir kez daha ispatlandı. Hayatımda ilk
defa Londra’ya gittim. Tate Modern, Hyde Park, Royal Albert Hall, National
Gallery derken üç günü sanatla ve doğada yedim. Sonraki günleriyse Soho’daki
otelimde, Soho’daki barlarda, Soho’daki hype restoranlarda geçirdim. Çok mu
havalı, eh, biraz öyleydi. Teşekkürler kredi kartları dünyasının büyük
oyuncusu.
Londra ne kadar
güzel olursa olsun, 11 ay sonra ilk defa annemin olmadığı bir evin kapısını
açmak daha güzeldi. Üç hafta boyunca yemek yapmadım, bulaşık çamaşır yıkamadım,
istediğim saatte yatıp kalktım, kendimi tutamayıp şarkılar bağırdım, dans
ettim, özgürlüğün tadını hatırladım. Sıvı mamayla beslendim, sağlığımı uzun
vadede tehlikeye atabilecek hareketlerde bulundum, düşünmeden para harcadım. Komşularımla
tanışmaya başladım, yeni taşınanlara kahve/kahvaltı götürdüm, olasılıkları
değerlendirdim, camdan dışarı, gökyüzüne ve İstanbul’un çirkinliğine baktım bol
bol… Hayatımın en şiddetli orgazmlarından birini yaşadım, etkisi üç saat daha
sürdü, birini arayıp tarif etmemi gerektirecek kadar güçlüydü. Aklımı yitirdim.
Yıllardır aynı ortamlarda bulunmamıza rağmen suratıma bakmayan birinin çok
tatlı, pek içten ilgisine mazhar oldum, ne yalan söyleyeyim, sayesinde kendimi
biraz daha iyi hissettim.
20 Mayıs’ta çok önemli
bir bağım koptu. Murakami’nin Kumandanı Öldürmek kitabını bitirdiğim gün, biri
de içinde beni öldürdü, bir nevi kumandanı olduğum biri. Aynı gün Game of
Thrones da tamamen bitti. İktidar kaleleri yerle yeksan edildi, mine included. Six
Feet Under büyük finalinde söylendiği gibi: Everything. Everyone. Everywhere.
Ends.
(Devam edecek...)
(Devam edecek...)