29 Ekim 2009 Perşembe

28 Ekim 2009 Çarşamba

301 is the new 001!

ISPARTA, DÖRDÜNCÜ KEZ (28.10.2009)

16 Kasım 2009’da rastlaşalı 18 ay olacak. Yarın dördüncü kez görebileceğiz birbirimizi. İlk aylar şevkle, devamı aşkla ve hasretle, üçüncü çeyreği yasla geçti. Sonrasında bir durulma, acısız yeniden özleme nöbetleri, değer tartışmaları ve unutulmaz özel insan olma yolu. Bu blogun açılma sebebi ve ilk yazılarının müsebbibi seni yarın görünce ne hissederim bilmiyorum.

26 Ekim 2009 Pazartesi

MİLYONCU’DA ÇALIŞMIŞ KOLUKISA’LI KARADENİZ PİPİSİ VE “HER AŞK BİTERMİŞ BİR GÜN BİLDİM” ÖĞRETİSİ


Aslında bu hepinize anlatmayı çok istediğim yeni bir hikâye ancak ne yazık ki her hikâye anlatılacak kadar şanslı doğmuyor. Yine de bu başlığı atmak zorundaydım, içine girdiğim yeni romanın kahramanlarını onurlandırmam gerekiyordu. Belki bir gün, bir gün daha edepsiz olmayı başarırsam anlatabilirim.

23 Ekim 2009 Cuma

UP (2009) by PETE DOCTER-BOB PETERSON ***


Her biri selefinden daha çok abartılıp yerlere göklere sığdırılamayan Pixar animasyonlarının şimdilik sonuncusu gösterimde. Diğerlerinden daha fazla erişkin fantezisi olarak pazarlanan, işi Cannes Film Festivali’nin açılışını yapmaya kadar götüren animasyon film nihayetinde bir çocuk filmi olduğunu izlendikten sonra saklayamıyor. Bunları filmi beğenmedim demek için değil, olmadığı bir şey gibi pazarlanmasına sinirlendiğim için yazıyorum. Pixar’ın ve animasyonların ciddiye alınma çabası o kadar baskın ki bu yıl Oscar töreninde en iyi film adaylarının sayısı 10’a çıkarıldı. Böylece yetinemedikleri En İyi Animasyon Film kategorisinin dışına çıkacak, belki beş yıl içerisinde bir En İyi Film Oscar’ı alabilecekler. Teknik anlamda elbette üstün, hikâyesi elbette pişmiş, pazarlaması birinci sınıf, yandaşı seveni çok ama nihayetinde ortalama bir film. Hayatınızı değiştireceğini, yıllardır görmediğiniz şeyleri göstereceğini falan düşünmeyin. Wall-E (2008), Ratatouille (2007), Cars (2006), The Incredibles (2004), Finding Nemo (2003) zamanında nasıl abartıldı ve gördüğünüzde ne hissettiyseniz yine aynısı olacak.

22 Ekim 2009 Perşembe

SONG SONG AND LITTLE CAT (2005) by JOHN WOO -


Çöpe atılmış küçük Kedicik’i hayatını çöplerden bulduğu şeylerle sürdüren yaşlı bir adam bulur ve büyütür. Yaşlı adamın en büyük hayali küçük kızı okula göndermektir. Standart okul alışverişi için gereken paranın üçte ikisini ancak toparlamış olsa da mutluluğu yüzünden okunmaktadır. Yine pazardan artık topladıkları bir gün yerde bitmesine az kalmış bir kurşunkalem gören yaşlı adama kalemi almaya çalışırken kamyon çarpar. Ama ne çarpmak! Kamyon üzerinden geçer gider! Bu sırada yerde bulduğu sebzelerin bir süre sahibini aramadan çantaya atılmaması gerektiğinden emin olan Kedicik adamın öldüğünden habersizdir. Kader ağlarını örer ve küçük kız dilenci mafyasının eline düşer. Onlarca başka küçük kızla birlikte kötü kalpli patronları için gül satmaya başlar.

Çok pahalı ve ince zevklerle döşenmiş bir evde beyaz piyanosunun başında vereceği resitale hazırlanan küçük kız Song Song, babasının başka bir kadından peydahladığı erkek kardeşi yüzünden bağıran annesinin çığlıklarını dinlemektedir. Kafası atan küçük Mozart tuşlara rastgele basarak ebeveynlerinin arasındaki kavgayı protesto eder. Babası “iş gezisine” gittiğini söyleyip onları terk eder. Süper lüks arabasında sinir içinde otururken en sevdiği porselen bebeği camdan atar ve bebek Kedicik’in eline geçer. Kedicik, annesinin toplu intihara götürdüğü Song Song’u görünce bir gül hediye eder. Bütün çekik gözlülerin intihar-severliği bu aileye de sirayet etmiştir ama Kedicik’in verdiği gül elbette kaderlerini değiştirir.

Bu senaryoyu aksiyon ustası John Woo çeker ve birlikte Letters From Iwo Jima (2006)’yı izleyen ekip biz ne yapıyoruz diyerek topluca intihar ederler.

CIRO (2005) by STEFANO VENERUSO -


All The Invisible Children projesinin 13 dakikalık İtalya ayağında çocuk olmak, hırsız olmak hatta bir karesinde ergen olmak tartışılıyor. Görmediğimiz annesi tarafından çalışmaya-çalmaya zorlanan Ciro adlı çocuğun içindeki henüz ölmemiş masumiyeti didaktik bir lunapark sahnesi ile yansıtan yönetmen tam da biz Türklerin kısa filmlerinde kullanmayı sevdiği başarısız bir yolu izliyor.

JONATHAN (2005) by JORDAN SCOTT-RIDLEY SCOTT *


Ridley Scott’ın kızı Jordan ile çektiği yirmi dakikalık bu kısa film önce armut dibine düşer dedirtiyor, sonra da Matchstcik Men (2003)’den beri yeni bir samimiyet beklediğimiz baba Scott ile ilgili ümitlerimizden vazgeçmemiz gerektiğini gösteriyor. Milyon dolarlık filmlerindeki gibi kusursuz bir sinematografi, tamamen göz boyamaya dayalı bir görsellik ve sırf şık duracağı düşünülerek konulmuş gereksiz sahneler, devasa bir savaş seti, patlamalar ve efektler. Ne gerek var? Amacı dünya üzerindeki çocuk problemleri ile ilgili sağduyu oluşturmak olan böyle bir projeye fikriniz yoksa katılmayın. Para kazanmak için yapılmış bir Hollywood oyuncağı değil ki bu. Bütün süresini konuşamadan geçiren kısa film sonunda başkarakterine dış sesten birkaç afili cümle kurdurup karanlığa çekiliyor. Orada kalması dileğiyle.

BILU E JOAO (2005) by KATIA LUND *-


Gökdelenlerin hemen arkasında bizim gecekondularımıza denk düşebilecek yapılarda yokluk içinde yaşayan ve geri dönüşüme katkıda bulunan(!) bir tür bizim reklam filmlerinin sucu çocuğuna da benzetilebilecek iki kardeşin acıklı okunabilecek hikâyesini ritmik bir şarkı, hareketli kurgu ve güler yüzü şart koştuğu oyuncu yönetimiyle izleyeni üzmeden veren yönetmen, All The Invisible Children projesinin işini yapan ancak zayıf bir halkasını oluşturmuş.

JESUS CHILDREN OF AMERICA (2005) by SPIKE LEE ***-


Spike Lee, All the Invisible Children projesinden kendine düşen payı anlatırken en iyi bildiği dünyayı seçip siyah derililerin arasında geziniyor. Okulda rengi diğer arkadaşlarından daha açık olduğu için sataşılan ancak başlarda buna güçlü bir şekilde karşı durup kabadayılarını alt eden küçük bir kız çocuğunun hikâyesi anlatılıyor. Saat gibi işleyen matematik ancak içten senaryo zamanla bize çocuğu, ebeveynlerini, ailenin yaşadığı problemi, çevrenin bu duruma iyi ve kötü bakış açılarını, nihayetinde de ailenin sorununun toplumsal yansımasını göstererek 20 dakika içinde çoğu uzun metrajın başaramadığı bir drama ortaya koyabiliyor. Hatalar yapmış, yapmaya da devam eden ebeveynlerin çocukları için yüreklerinde hala besledikleri sevgiyi görünce kendinize kızacak taraf olarak ancak onları dışlayan normal(!) toplumu seçebiliyorsunuz. Mutlaka izleyin.

MAVİ KADİFE (ya da ALIN VERİN İLİŞKİYE CAN VERİN) (22.10.2009)


Yeni tanışmanın verdiği saygıyı kaybedeli ne kadar oldu sahi? Yeni fark ettim aramızdaki nefrete giden yolun sebeplerinden birinin bu olduğunu, yeni biriyle tanışınca. Yeni tanıştığım kişinin bana temkinli yaklaşması, sen yorulma ben yaparım tavrı, kibarlıklar, jestler, düzenlenen hesap ödeme yarışmaları. En çok da saygı ve sevgi. Seninle kaybettiğimiz her şey yani. Artık konuşmak yerine bağrışıyoruz. Birbirimize can acıtacak sözler söylemek için özel çabalar sarf ediyor, genelde de telefonu yüzümüze kapatıyoruz. Suçlu her şeyini sana teslim eden ben miyim, yoksa bunları hunharca değerlendiren sen mi. Klasik tavrımdır; ihtiyacı olan birine benden gelmesini hayal etmediği bir şey teklif ederim. Karşı tarafın senden alamam tavrını yıkana kadar dünyanın en ısrarcı insanı olur, onun için yaptığım/ona verdiğim şeyle mutlu olurum. Sonra devam eder jestlerim tamamen içten duygularımla ve çok geçmeden o benden bir şeyler istemeye başlar. Beni kendine yakın görüp istenecek kişi olarak seçmesine bayılır, eskisinden de mutlu yaparım isteklerini. Ama böyle sürdürmeyi beceremez karşı. Kendisini süper-egosu gelişmemiş bir çocuk, beni ise her istediğini yapmak zorunda bir ebeveyn olarak konumlandırır ve teşekkür etmeyi, saygı duymayı unutur. Verilen lütfu göz ardı eder. Verdiklerimi zaten hakkı beller ve ben o noktada gidenleri geri almaya gönlüm olmadığı için işkencecime teslim olurum. İçten içe nefret etmeye başlar, uzaklaşır da uzaklaşırım. Sonra biri çıkar, bakir. Uğruna henüz hiçbir şey yapmadığınız o yeni güzellik sizden sadece yanında durmanızı istiyor gibidir. Ama Serkan sınırlarını bilmez ve mutlaka milyonlarca görünmez ip ile bağlanmaya çalışır sevdiğine. Eviyle, işiyle, geçmişiyle, geleceğiyle, dostlarıyla, parasıyla bağlar kurar. Yeni’yi hepsinin içine sokar ve hala yeni gibi kalmasını beklemek gafletinde bulunur. Ben dâhil bütün insanlar o denli basit formüller üzerinden ilerletiyorlar ki hayatlarını bütün ilişkiler başından sonuna doğru hamleler ile ilgili. Yürümeyen ilişkilerin sebeplerinden biri doğru hamleyi bilmeyen taraflarsa, diğeri hamle yapmayı yapay bulup dürtülerini takip eden ve karşı tarafın gözü açıldıktan sonra mutluluğunu kaybeden benim gibiler.

21 Ekim 2009 Çarşamba

BLUE GYPSY (2005) by EMIR KUSTURICA ***-


“Kendimi yalan söylerken yakaladığımdan beri kimseye güvenmiyorum”
All The Invisible Children adlı toplamanın ikinci filmini sinema sanatını icra eden en büyük ustalardan biri olan Emir Kusturica yönetmiş. Upuzun ve serüven dolu bir Kusturica filminde ne varsa, bu 17 dakikalık filmde de izlerini görmek mümkün. Birinci sınıf işçilik, ne anlatırsa anlatsın insanı mutlu etmesini bilen anlar içeren bir öykü, yerinizde durdurmayan müzikler, hemen sahipleneceğiniz karakterler. Tadı damağınızda kalacak, esprilerle bezeli bir “Çocuğun Adı Yok” dramı.

TANZA (2005) by MEHDI CHAREF -


İlk saniyesinden itibaren her karesi hesapçı, her planı yapay, berbat oyunculuklar ve içeriğine ters biçimde cilalı bir sinematografi muhteva eden, mesajını Olacak O Kadar’lar seviyesinde bir çiğlik ile anlatmaya çalışan, izlemesi eziyet niteliğindeki bu Unicef destekli sosyal sorumluluk projesi kısa film; All The Invisible Children’ın ilk halkasını oluşturuyor. Cezayirli yönetmen Mehdi Charef 17 dakikalık filmini ajitasyon üzerine kurmuş ve hayatında hiç film izlememiş gibi duruyor. Daha izlerken nefret ettiğim çok az filmden biri.

19 Ekim 2009 Pazartesi

DRAG ME TO HELL (2009) by SAM RAIMI **-


Sam Raimi yıllardır –yeniden- yapmak istediği filmi yapmış. (bkz. Evil Dead serisi). Kahkahalarla izlenip uzun süre unutulmayacak bir yaşlı kadın karaktere sahip film izlendikten beş dakika sonra bütün etkisini yitiriyor.

17 Ekim 2009 Cumartesi

CACHé (2005) by MICHAEL HANEKE ***-


Michael Haneke’ye Cannes Film Festivali’nde üç haklı ödül birden getiren toplum eleştirisi Saklı’yı hazmı kolay filmlere alışmış kişilerden çok savaş, azınlıklar ve burjuvazi üzerine kafa yoran izleyicilere tavsiye edebilirim.
Kendi içerisinde ufak tefek sorunlar yaşayan zengin sınıfın “yüksek sesle tartışmayı” hayatlarının en büyük trajedisi haline getirdikleri günümüzde, çektikleri acılardan bihaber yaşadıkları, görmedikleri-görmeye dayanamadıkları azınlıklar tarafından ister istemez rahatsız edildiklerinde nasıl delirdiklerini, ne yapacaklarını nasıl şaşırdıklarını izliyoruz. Burada uzun uzun Haneke’nin ne yapmaya çalıştığını anlatmaya lüzum yok. İzleyene herkesin birçoğunu çıkarabileceği noktalar bunlar. Birkaç saniye görülen polisten, biraz daha uzun bir rolü olan editöre veya bütün film perdenin odağında olan entelektüel başkaraktere kadar yaşadığımız dünyadaki büyük sorunlarda herkesin nasıl da parmağı olduğunu incelikli bir şekilde anlatıyor yönetmen.
Filmdeki kasetleri kimin yolladığını merak edenlere film bittikten sonra bu yazının başlığına tıklayıp mavi renkte yazan ilk isme bakmalarını söyleyebilirim. Uzun süre, ancak bir yazıyla değil, karşılıklı tartışılması gereken çarpıcı bir film.

16 Ekim 2009 Cuma

KOLUKISA HASTALIK REHBERİ (GİRİŞ)

Çocuğum neden bu kadar sık bronşit oluyor diye düşünen anne-baba! Çünkü ufaklık bütün gün çorapsız-terliksiz-pantolonsuz ve hatta donsuz halde toz toprak dolu avluda hayvanların arasında suyun içinde oynuyor.
Belim dizim kolum bacağım neden ağrıyor diye merak eden amca! Çünkü az önce her gün olduğu gibi elli kiloluk çuvallardan yüz tane falan kaldırıp indirdin. Aynı şikâyetle gelen teyze, sen de saatlerce dizinin üzerinde inek koyun sağdın.
Penisinden akıntı gelen genç adam! Dün koyun otlatırken yanındaki köpek ve eşekle girdiğin cinsel münasebetin sonucunda çocuğun olmasını beklemiyordun herhalde! Nur topu gibi akıntın oldu.
Ellerim niye çatlıyor diye gelen village-seksüel arkadaşlar! Dün saatlerce eldiven bile kullanmadan topraktan söktüğünüz pancarları hatırladınız mı? Evet, biliyorum içtiğim çayın şekerini sen üretiyorsun ama konumuz bu değil şimdi, neyse tamam hadi at bakalım güzel bir taş.
Serçe parmağının kenarındaki milimikron düzeyindeki soyulmanın geçen yıl başladığını ve hiç ilerlemediğini söyletene kadar akla karayı seçtiğim ilkokul birinci sınıf öğrencisi çirkin kız! Bunun için senin sağlık ocağına gitmene izin veren nöbetçi öğretmenini mi dövsem yoksa seni mi bilmiyorum.
Bunlar elbette olacak. İnsanlar sağlık hizmeti istiyor, bilinç düzeyini de biz artıracağız.

VANTAGE POINT (16.10.2009)

Bakış açısının hayatımızı ne kadar etkilediğini düşünüyordum öğle arası kendimi zorladığım dinlencede. Bir yığın fikir vardı aklımda ama gelen telefonlar ve hastalar hepsini sildi. Belki sonra devamını getiririm yazının.

15 Ekim 2009 Perşembe

OLMALI. EĞER İPLER BENİM ELİMDEYSE. (15.10.2009)

Pazartesi akşamımı üç film izleyerek, salı gündüzü Konya’da sevişip gecesini gazinoda sarhoş, ertesi günü ise uykuda geçirdikten sonra bugün de hasta patlaması yaşanan 2500 kişilik köyde 111 hastaya bakınca bir de baktım karar vermeye çalışmayı bırakmışım yakın geleceğimde seçmek durumunda kalacağım iş yaşamım ile ilgili. “Çorabımın teki hala yok / şiki şiki bir durum valla yok” diyen bir şarkıyı üst üste dinleyip eğlenebilmemden de belli zaten rahatlığım. Nasıl geldim peki bu noktaya? Biliyorum. Kahretsin ki biliyorum. Köylü çirkini ile ister istemez görüşüyor-tekrar yakınlaşıyor olmamın verdiği sarhoşluğun etkisi bu. Olmamalı.

14 Ekim 2009 Çarşamba

STAR WARS THE CLONE WARS (2008)


Star Wars hayranlarına efsaneyi yaşamaya devam etmeleri için Episode II’deki ana hikâyenin çevresinde geçen paralel olaylar sunan aynı adlı 2008 yapımı başarısız animasyon filminin devamı niteliğindeki Cartoon Network dizisi sizi hayal kırıklığına uğratmayacak. İlk bölümleri dışında oldukça ilginç hikâyeler sunan yapım; her seferinde olmasa da özenli özel efektleri, muhteşem ses tasarımı ve birinci sınıf animasyon kalitesi ile ev sinema sisteminizi de coşturuyor. İlk sezonun aksine her bölümde sıfırdan hikâye yaratmak yerine tek bir büyük entrikayı izleten ikinci sezon çok daha kolay adapte olunup sevilecek bir yapıda. Yedinci filmin gelmesini beklemek gibi bir saflığınız yoksa kaçırmayın.

ALINTI

ORAY EĞİN'İN 13.10.2009 TARİHLİ YAZISINDAN BİR ALINTI. O KADAR ULUSAL BİR DURUM Kİ, İSTANBUL'UN GÖBEĞİNDE YA DA UFACIK BİR KÖYDE OLMAK FARK ETMİYOR. BİZİM KÖYÜN DELİKANLISINA İTHAF EDİYORUM.
Benim açımdan yolda çıkan bir tartışmadan dolayı Tarık Akan'ın yüzüne biber gazı sıkıp döven 18-20 yaşındaki veletle geçtiğimiz günlerde teslim olan katil Cem Garipoğlu arasında nitelik olarak hiçbir fark yok... İkisine de katil demiyorum elbette... Ama ikisi de güçlerini babalarından, ailelerinden alan ve kendi kimlikleri oluşmadan, babalarının, büyüklerinin kimliğini kendilerine adapte edip başkalarına karşı kullanan bir kültürün iki piyonu...

Bu 'çocuk' dediğimiz Cem babasının küçük bir kopyası, amcası Hayyam Garipoğlu'nun kötü bir yansıması ve özentisi değil mi?
Bütün bunları yeni para, iktidar açlığı yaratmadı ve sonunda sonradan görme bir vahşet kültürü oluşturmadı mı?
Etrafımızda o kadar çok var ki bunlardan... (özellikle bu cümleye dikkat)
Gece kulüplerinin ön masalarına kurulup şampanya açtırıp Rus kadınları masalarının üzerinde dans ettiren 18'likleri görmedik mi?

Şimdi aralarından katiller de çıkıyor işte...
Daha da vahimi, kendisine en ufak bir iktidar alanı bulanın çocuğunun da aynı yöntemi örnek alması... Demek ki babanızın illaki büyük bir işadamı, holding patronu ya da Türkiye'nin sayılı zenginlerinden olması gerekmiyor...

...oğullarını 'Sen kimin oğlusun bil' diye yetiştirenler...
Suçlu sizsiniz... Bu çarpık düzeni, bu sokak terörü yaratan çocukları sizler yetiştirdiniz...

...tartıştığı birinin ağzını burnunu kıranla, tartıştığı kız arkadaşını öldürüp boğazını kesen aynı terör kültürünün yan ürünleridir...
Eserinizle mutlu olun...

NOT: YAZININ TAMAMINA BAŞLIĞA TIKLAYARAK ULAŞABİLİRSİNİZ.

13 Ekim 2009 Salı

EDEN LAKE (2008) by JAMES WATKINS ***


James Watkins ilk ve tek filmi Kan Gölü’nde artık on yaşındaki çocukların bile aşina olduğu bir formül ile yola çıkıyor ancak bunu yaparken; yetenekli yönetmen Nimrod Antal’ın bile ilk Hollywood denemesi Vacancy (2007)’nin ancak son yarım saatinde başarabildiği türden bir gerçekçi aksiyon-hayatta kalma çabası sunmayı filmin tamamında başarıyor. Böyle sıradan bir hikâyeyi başarılı kılabilecek seçimler nedir derseniz, ilk sırada karakterlerin aptal olmaması derim. İkinci ve belki de daha önemlisi ise Jan De Bont’un bile kurtaramadığı The Haunting (1999)’in de dâhil olduğu “bir şey olacak bekleyin, karakter biraz yürüsün, şu dolabın kapısını açsın, orda bir şey yokmuş, biraz daha yürüsün, rüzgar mı uğulduyor yoksa biri mi var, bu arada diğer karakterler ne yapıyor bir oraya bakalım, onlar da sıradan bir yemek yiyor, hadi tempo düştü az önceki karaktere geri dönelim, galiba şimdi bir şey olacak, arkadan biri yaklaşıyor, aman be arkadaşıymış yine bir şey olmadı” tarzı filmlerin aksine her sahnesinde karakterlerini can havliyle hayatları için mücadele ettiriyor. Böylece perili bir eve veya kamp yapmak için göl kenarına giden on kişiyi gördüğümüzde “sekiz ya da dokuz cinayet izleyeceğiz bu filmde” şeklinde baştan sıkıcı bir “ne olacağını biliyorum, gelip oturdum işte yine –aynı- filmin karşısına” demiyoruz. Vacancy (2007) örneğinde olduğu gibi sadece iki kişi teröre maruz kalmış olmasına rağmen kimin nasıl öldüğünün değil nasıl hayatta kaldığının heyecan verdiği maceralar izliyoruz. Finale geldiğimizde ise o zamanlar ümit vaat eden genç bir psikopat olan Eli Roth’un ilk filmi Cabin Fever (2002)’ın finalinde, hatta son saniyesinde yaptığı gibi “ufak bir coğrafya ve sınırlı sayıda insanı etkileyen dehşetin yüzlerce kat genişletilmesi” sürprizini-zekâ gösterisini James Watkins de yapıyor. İki filmde de filmleri beğenmemiş olsanız da asla gelmeyecek devamlarını izleme isteği doğurmayı başaran bu son cümleler mevcut filmin de aklınızda olduğundan daha iyi kalmasını sağlıyor.

ANTICHRIST (2009) by LARS VON TRIER ***-


Lars Von Trier’in izlediğim bu on birinci filmi yine özgün, yine şaşırtıcı ve yine unutulmaz.
Bu, doğa üzerine bir film. İçinde hayvanlar, bitki örtüsü ve insanlar var. Baştan sona psikolojik çözümlemeler ve simgeler üzerinden ilerleyen film, insanın sağlıklı düşünme yetisini ister-istemez ya da bile-isteye kaybettiğinde sapkınlığının ne boyutlara gelebileceğini, iki elimizi kullanıp iki ayağımızın üzerinde durarak çevreye-çevremizdekilere neler yapabileceğimizi inceliyor.
Film, birçok Trier filmi gibi epizodik anlatım biçimi kullanıyor. Bu bölümler arasında iki temel tercih var. Birincisi; önsöz ve sonsöz kısımlarında kullanılan yoğun müzik eşliğindeki siyah beyaz stilize anlatım. Kulaklarımızın ve gözlerimizin yoğun ve estetik uyaranlarla meşgul edildiği bu sahneler porno görüntüleri ya da bir bebeğin ölümü gibi sert imajları beynimizin fazla rahatsız olmadan algılamasını sağlıyor. Elbette yönetmenin bizi rahatsız etmemek gibi bir derdi yok. Normal bir kurgu ve renk paleti ile müziksiz ilerleyen bölümlerde de ereksiyon halindeki bir penise kalasla vurmak ve sonrasında elle kan boşaltmak gibi kareler var. Aynı yatağın üzerinde birbiriyle konuşan iki insanın görüntüsünü farklı zamanlarda gerçekleşiyormuşçasına atlamalı kurguyla veren yönetmen, aksine bu şiddet ve seks yüklü sahneleri hiç kesmeye uğratmadan izleterek etkiyi katlıyor.
Bütün bir filmin anlattıkları hiç ilginizi çekmeyebilir. Psikolojik çözümlemelerden, terapist kocanın izlediği yoldan düpedüz sıkılabilirsiniz de ancak filmdeki büyük yönetmenlik, sinematografi ve oyunculuk başarılarını inkar edemezsiniz. İşte burada benim yıllar önce ayırmak zorunda kaldığım, bir filmin “teknik-sanatsal becerisini takdir etmek ve o filmi sevip sevmemeyi ayırt edebilmek” hususuna geliyoruz. İçerdiği mizansenler, bazıları afiş tasarımında da yer alan inanılmaz kareler, her anın etkisini kat kat artırabilen lens ve renk seçimleri ağzınızı açık bırakıyor. Sevmeme şansınız var, hatta yüksek ancak takdir etmeme şansınız yok.

A.R.O.G. (2008) by ALİ TANER BALTACI-CEM YILMAZ –


Ne söylesem, ne kadar saldırsam, aşağılasam boş. Anlamı yok. Değmez. İki buçuk saat boyunca bakıp durdum. Anlamlandıramadım. Harcanan parayı, oyuncuların ne yaptığını, Cem Yılmaz’ın ne yazdığını. Alain Chabat’ın RRRrrr!!! (2004) diye bir filmi yok muydu? Bu onun Türk yeniden çevrimi miydi? Taş devri esprilerine kim gülerdi, bulamadım.
Türkiye şartları için çok büyük para harcanmış, set çok rahatmış kime ne? İki kişi ve sıfır bütçeyle Antichrist (2009) gibi bir film yapılabilirken siz dünyanın en pahalı filmini yapsanız ne yazar. Hollywood zaten yüzlerce milyon dolarlık anlamsız filmler yapmıyor mu? Stand-up şovunda söylediği gibi bunların hepsinin zaten yapılmışı yok mu?
Cem Yılmaz dışında bütün oyuncu kadrosu neden dökülüyor? Neden hiç kimse kendi ekran personalarının önüne geçemiyor? Yalnızca Cem Yılmaz mı oyuncu, yoksa Cem Yılmaz karakterler değil de Ozan Güven’ler, Özkan Uğur’lar mı yazıyor?
Saatler süren bir komedi filmi olmasına rağmen toplasan on tane komiklik neden yok? Olanları da neden “zekice” dedirtiyor ama güldürmüyor? Düşündüm ve oyuncuların-karakterlerin iticiliğine bağladım. Yoksa Arif’in taksiyi durdurup içinden sopa almasına, kalecinin yerine dublör kullanıldığı çok belli olduğunda “ne yani adam kendi mi zıplasaydı” demesine neden gülmeyeyim?
Film tıkandığı anda kendisinin Türklere ait bir iş olduğunu hatırlayıp son yirmi dakikasını bir futbol maçına ayırıyor, kesin tutar. Peki, adını yönetmen diye yazdıran iki adam birleşip tek bir heyecanlı kare bile neden çekemiyor? Settekiler gerçekten maç yapsa daha heyecanlı olmayacağını iddia eden var mı aranızda?
chiponline.com Yılmaz’ın yeni filmi Yahşi Batı’dan bahsederken “bir Cem Yılmaz klasiği daha” yazmış. Pardon ama “daha” derken, ne anlamda yani? Hangisi klasikti, klasik ne demekti, bu adam büyücü de mi bu kadar başarısız olmasına rağmen insanlar göremiyor? Sahne şovunu hatırlayıp karnınızda gülmekten yerleşen ağrıyla sinema salonuna ulaştığınızda hala evde izlediğiniz görüntülere mi gülüyorsunuz, esprilerin ayrı ayrı olduğunu, önceki komik diye ikinciye de gülünmesi gerektiğini mi sanıyorsunuz?
Neredeyse hiçbir şey söylemeden sorular sormak istiyorum çünkü kafam basmıyor. Bütün birikimimi yan odada bırakmıştım A.R.O.G’u izlerken, gülmek için, ondan galiba. Gidip alayım da aptallıktan başıma bir iş gelmesin bari.

12 Ekim 2009 Pazartesi

TORNİSTAN


Tarkan’ı severim. Ama ne kadar süredir bu cümleyi kurmadım, bilmiyorum. Neden kurayım ki zaten ne yaptı ki adam yıllardır? Kendisi için adım atamadığı gibi başkalarına verdiği şarkılar da dökülüyor. Dansöz arkadaşı Sibel Can’a söylettiği Çantada Keklik’in kötülüğü karşısında dilim tutulmuştu ama post-muratboz-pasifi Emir için yapabildiğinin en iyisini yapar diye düşünüyordum ki bugün “Ben Sen Olamam” faciası ile karşılaştım. Çocukta ses olmasa da albüme Nazan Öncel dâhil bir yığın isim destek vermiş ve belli bir ayara getirilmiş ancak Tarkan bestesi A1’den kokutuyor albümü.
kendini Adana'da ve nedense Arıplex Cemalpaşa'ya doğru yürürken gördü bir gündüz düşünde. gittiği film Sex and the City, yanında en sevdiği dostu vardı. siniri falan kalmadı. taşra insanı nasıl öldürür ilk kez anladı.

11 Ekim 2009 Pazar

11.10.1999

YA ŞİMDİ YA HİÇ (11.10.2009)


Akşam gazetesindeki yazılarını ve Twitter girdilerini severek takip ettiğim Oray Eğin’in dün gece Star’da bir TV programına başlayacağını duyunca aylardır kullanmadığım tek çubuk antenimi bulup televizyonuma taktım ve gecenin üçüne kadar ekran karşısında kaldım. Televizyon izlemeyerek ne kadar iyi bir şey yaptığımın ayırtına bir kez daha varıp huzurla uyudum.
Programın jeneriği Adana’da yaşayan bilgisayarcı arkadaşımın bile ancak birinden nefret ederse yapabileceği kadar kalitesizdi. İlk saniyeden itibaren hangi kameranın seçileceği ile ilgili yapılan hatalar, müziğin hep geç girişi, yanlış İngilizce parça seçimleri, sunucunun korkunç Türkçesi ve masanın kenarına yanlış dizildiği için yüzleri bir türlü görünmeyen konuklar yerel bir televizyon kanalında amatör bir program izliyormuşum havası verdi.
Konuklar ilginç olsun diye uğraşılıp seçilmişti ancak Oray soru soramadığı için hepsi potansiyellerini kullanamadan gittiler. Özellikle on dakikada bir giren “az sonra”lar ile uzun uzun gösterilen Oray Eğin-Sümer Ezgü kavgası, Ezgü programa geldiğinde kıyamet kopacak izlenimi yaratsa da öyle olmadı. İkisi de neredeyse birbirinden özür dilemeye çıkmıştı, methiyeler düzüldü.
Melis Alphan ve Erkan Özerman gibi ilginç arkadaşlarını davet etmişti ama onlardan da bir şey çıkmadı. Özerman ne kadar büyük bir kadın olduğunu Huysuz Virjin çakması davranışlarıyla göstermeye çalışıp enerjiyi yükseltmeye yeltendiğinde Oray sanki sınıf öğretmeniymiş gibi onu yerine oturtmaya uğraşmaktan yine soru soramadı. Tüm zamanların en çirkin Best Model’ları da programın kısmetiydi sanırım.
Uzun reklam aralarından önce konan daha da uzun aptal skeçler ise Okan Bayülgen’in ekibinin imzasını taşıyormuşçasına kısırdı.
Bir ara Balıkesir’den gelen yerel halk kahramanlarını canlandıran ekibe yüzlerini siyaha boyadıkları için “size bakamıyorum” diyen Oray, kendini New York uçağında arkadaşlarıyla şımarıkça takılıyor sandı galiba.
Üç saatlik süre boyunca üç bin kez Twitter kelimesi kullanılması ise ayrı bir yazının konusu.
Sonuç tam bir fiyaskoydu.

10 Ekim 2009 Cumartesi

Das leben der anderen

Grey's Anatomy 6-02'nin sonlarına doğru Miranda ölen ve kansere yakalanan doktor öğrencilerinden bahsederken sonunda onların kendi çocukları, yaşadıklarının kendi hayatı olmadığını kabullenmek zorunda kalınca aniden hiçbir sorununun olmadığını fark etti. O saniyeye kadar son birkaç saattir izlediğim dizinin öylesine etkisine girmiştim ki Kolukısa'da Cemal ağa'nın Bekir'inin kahvesine tıktığım dünyamın ne kadar aptalca olduğunu düşünmeye başlamış ve Grey's Anatomy dünyasına imrenmiş, onlar gibi olmaya karar vermiştim bile. Miranda'nın sözleri uyanmamı sağladı. Bekir'in kahvesi nasıl benim hayatım değilse, bu dizi de değildi. Öğle saatlerinde bir uçak dolusu ünlüyle Altın Portakal'a uçan arkadaşımın yaşadıkları da öyle.
Sadece kendime dönüp baktığımda gerçekler daha karanlıktı. Yapmam gereken binlerce şeyi göz ardı etmiş, başkalarının hayatlarında kendime yer açmaya çalışıyordum ve buna bir dur demenin vakti gelmişti.

GREY'S ANATOMY

tüm zamanların en duygusal sezon finalini tekrar izleyip altıncı sezona başlayacaktım ama izlerken salya sümük hıçkırarak ağlayınca ışıkları açmak zorunda kaldım. neden bu kadar etkilenmiştim bu finalden? üstelik bütün yaz gözümün önündeydi, defalarca düşünüp sindirmiş ve sürpriz etkisini gidermiştim ama yine vuruldum izlerken.

evet, bugün burada da cumartesiymiş!

köyde uzun süre sonra geçirdiğim ilk yalnız cumartesini derin deprese uykuda geçirince anladım ki gitmeliyim, burdan, hemen!

11.10

yarın 11 Ekim 1999. birbirimizi seveli 10 yıl olacak. ilk seni öpecektim, bir tek seni öpemedim.

9 Ekim 2009 Cuma

THE CRYING GAME

“divane aşuk gibi da dolanırım yollarda
divane aşık gibi da dolarınım yollarda
kız senin sebebine, yar senin sebebine
kaldım Kolukısa’da, kaldım Kolukısa’da”
söyleye söyleye gezelerken etrafta, şimdi böyle bir bahanem de yok.
sana hislerim tutmaya yetmez beni bu Mandarley kasabasında ya da bir aracın içinde dahi ama gidecek yerim de yok.
küçük bir kızın ellerini babasının boynuna sarıp güvenle uyuması ya da bir eşin diğerinin kolunu yastık bellemesi gibi bir yuvam da yok.

Microsoft Security Essentials

CPU kullanımımı yüzde 100'e çıkaran ve 95'in altına inmesine asla izin vermeyen bu programı kesinlikle tavsiye etmiyorum.
bu akşam Beyaz Show'un konuğu Okan Bayülgen!

8 Ekim 2009 Perşembe

SORULAR VE CEVABI (08.10.2009)


Annesi babası memur, yaşamının son yılları hariç ailesi hep borç içinde yüzmüş biri olarak tamamı bana kalan doktor maaşım neyime yetmiyor da uzman olup daha çok kazanmak isteyeyim ki?
Bakmaktan bile mutlu olduğum, dokunma ihtiyacı hissetmediğim, istediğim an görebileceğim kıvama getirdiğim biri yanımdayken neden uzaklaşmak isteyeyim ki?
İstediğim herşeyi yapabileceğim kadar özgür çalışma saatlerine sahip olduğum patronsuz-amirsiz-hocasız bir yerde çalışırken neden gidip birilerinin kölesi-bazı gıcık ortamların mecburisi olayım ki?
Uyuduğum uyandığım yediğim içtiğim aldığım sattığım giyinikliğim çıplaklığım yattığım kalktığım öptüğüm sevdiğim konuştuğum görüştüğüm mahremimken neden gidip birinin yanına taşınayım ki?
Trafik olmayan yollarım, park sorunu yaşamadığım sokaklarım, gürültüm, hayat pahalılığım yokken neden gidip bir kaosun içine dalayım ki?
Kendi isteklerimin yüzde yüz farkındayken hala neden başkalarının benden istediği şeyleri yapmak için debelendikten sonra büyümek için çok tembel olduğumun bir kez daha farkına varıp bahaneler üreterek kendimi kurtarmak zorunda kalıyorum ki?
En sevdiğim meslek için kılımı kıpırdatmazken en sevmediğim mesleğe bir beş yılımı daha neden söz vereyim ki?
aşık olmayınca bir sürü şeye vakti oluyormuş insanın. mesela Barış Bıçakçı-Bizim Büyük Çaresizliğimiz'i okumaya başladım. ilk 60 sayfada Türkiye'nin ilk bromance kitabını okuyorum izlenimi verdi. çok sürükleyici.

6 Ekim 2009 Salı

İŞTE BÖYLE ÇOLAK OLDUM (06.10.2009)


Kendi hayatıma verdiğim otuz beş günlük aranın ardından işte yine buradayım. Buradayım ama nesneler tanıdık olmasına rağmen hislerimin hepsi yabancı. El boyaması pembe oval kupamdan olduğunu düşünüp bugün eski bir bardakta içtim çayımı ama eskisi gibi hissedemedim yine de.
Kendimi tümüyle bir iş görüşmesinin kollarına bırakmıştım. Düşünmekten, karar vermeye çalışmaktan daha kolaydı. Olursa olacak, ben de kaderime razı olacaktım. Adana orijinli deniz kenarı falcısı bile olacağını bildirmişti. Ama olmadı. Görüşme gerçekleşmeyince tamamen plansız, ortada kalakaldım. Otuz beş günün ardından köyüme döndüm/köyümde yalnız kaldım. Dün geceyi aşırı yorgunluğumu bahane ederek yalnız geçirdim, oysa uyumadım. Döndüğümü bile kimseye söylemedim. İş görüşmesi olmayınca ve ben de acilde nöbet tutma fikrinden soğuyunca elimde sadece TUS sınavına hazırlanma seçeneği kaldı. Öyle miydi gerçekten? Hani ben bu köyde yaşayacaktım, mutluydum dünyada bir hiç burada ise kral bir âşık olmaktan? Ne zaman vazgeçtim bu plandan bilmiyorum. Kime ne söz verdiğimi hatırlayamıyorum. Ankara’da yaşama fikrine körü körüne bağlanmıştım son bir ay içinde. Müstakbel evime yürüme mesafesinde Pizza Hut, Migros ve Cinebonus vardı. Dünyanın en iyi arkadaşına/ev arkadaşına -yeniden- sahip olacaktım. Benim için bile bütün eşyaları almış, odamı hazırlamıştı. Ben sadece iç çamaşırlarımı alıp gitsem, yaşayabileceğim birinci sınıf bir ortam. Gelin görün ki çekmedi. Söylemeye korktum, şimdi korkumu yendim ama utanıyorum yine de. Bağlanma nesnesi bulamadım. Kendimi ait hissedemedim. Sonra köyüme döndüm. Buradaki hayatımdan ve aşkımdan uzak durma kararım neticesinde burayı da kendime uzak buldum. Bayramdan dönmemi dört gözle bekleyen insanlara yaptığım annemi de getirme şeklindeki kötü sürprizin bir hafta ertesinde artık yalnız kaldığımı, geldiğimi bile söylemedim. Arayıp soranlar öğrendi ve şaşırdılar. Şimdi ne Ankaralıyım ne Kolukısalı.
Dışarısı soğuk, evin içi daha da. Ve ben hiçbir yere ait değilim, her planım çolak.

2023 - Kalan 6 Ay

Temmuz, on beş ay sonra spor salonlarına döndüğüm ve eğer bir kaza bela olmazsa, nasıl öleceğimi de öğrendiğim ay oldu. Bunun getirdiği duyg...